Cevaplar.Org

RÄ°SALE-Ä° NUR VE MÄ°SYONU-3

Risale-i Nur, insanı Allah’a ulaştıran yolların sayısız olabileceğini söyler. Bununla birlikte, acz, fakr, şefkat, tefekkür gibi yolların hem daha kısa hem de daha geniş caddeler olduğunu savunur. Bunların anlatımında da yine görüşlerini manay-ı harfi anlayışına ilmikler. İnsandaki ene denilen benliğin ve nefsin terbiyesinde bu anlayışın tasaffi ve terbiye bağlamındaki önemine vurgu yapar.


2017-04-10 17:47:30

Risale-i Nur, insanı Allah'a ulaştıran yolların sayısız olabileceğini söyler. Bununla birlikte, acz, fakr, şefkat, tefekkür gibi yolların hem daha kısa hem de daha geniş caddeler olduğunu savunur. Bunların anlatımında da yine görüşlerini manay-ı harfi anlayışına ilmikler. İnsandaki ene denilen benliğin ve nefsin terbiyesinde bu anlayışın tasaffi ve terbiye bağlamındaki önemine vurgu yapar.

Risale-i Nur, Cenab-ı Hakkın varlık ve birlik delilini, kainat kitabını okumaya dayandırdığı gibi, ikinci bir külli tarif edici olarak Kuran-ı Kerime de dayandırır. Önce, Kuran'ın Allah kelamı olduğunu ve asla bir beşer kelamı olamayacağını kırka varan mucize boyutlarını ayrı ayrı inceleyerek ispat eder sonra da Kuran'ı, onda anlatılan tevhit muhtevasıyla Allah'ın varlık ve birliğine delil gösterir. Bu delili öylesine güçlü bir üslup ve öylesine sağlam bir mantık örgüsüyle savunur ki, muhatabı şeytan dahi olsa, kabulden veya susmaktan başka çare bulamaz.

Peygamber Efendimizin şahsiyeti, özellikleri, harikulade bütün icraatı da yine Risale-i Nur'a göre bir başka tevhit delilidir. Peygamber Efendimizdeki iman, iman edilmesi gereken Zat'ın varlığı olmadan imkansızdır. O'ndaki kulluk aşkı, kulluk şuuru bir Mabud'un mevcudiyetine tek başına delildir. Gösterdiği bine yakın mucize, diğer bütün peygamberlerin gösterdikleri mucizelerle, milyonlarca velinin gösterdiği keşif ve kerametlerle teyit edilmiş bulunmakla Efendimiz tek başına milyonlarca delil hükmündedir. İşte bu aşkın ve büyük delilin en büyük iddiası, kelime-i tevhittir; en büyük çağrısı Allah'ın varlık ve birliğini kabule çağrıdır. 

O'nun nübüvvet öncesinde sergilediği yüce ahlakı da yine bu meyanda zikredilmesi gereken ayrı bir burhan konumundadır. Hayatında tek kelime yalanına şahit olunmayan bir insanın nübüvvet gibi büyük bir davada yalancılık yapması asla düşünülemez. Madem ki o bir nebidir; diğer bütün nebiler gibi onu da insanlara gönderen bir Allah vardır.

Tesis ettiği din ve şeriatın emsalsizliği, bu din vasıtasıyla insanları terbiyede ulaştığı aşılması imkansız zirve, hiçbir arızaya sebebiyet vermeden inşa ettiği muhteşem devlet O'nun nübüvvetini ispat ettiği gibi O'nun bütün davasında doğruluğunu da ilan eder. O'nun en büyük davası ise tevhittir; yani Allah'ın varlık ve birliğini kalben tasdik, dille ikrar etmek, ettirmektir.

İnsan bütün mahiyetiyle, vicdanının öncülüğünde, Cenab-ı Hakkın varlık ve birliğini tarif eden en büyük delillerden biridir. Nasıl büyük bir insan olan Kainat, zerreden küreye O'nun varlığını ilan ediyorsa, küçük bir kainat olan insan da aynı misyonu eda eder. Vicdan fıtrat diliyle yapılan bu tarifin en yakın şahididir.

İnsan, acizlik, fakirlik, ihtiyaç gibi taşıdığı eksi değerlerle, Cenab-ı Hakkın gücüne, kuvvetine, zenginliğine ve istiğnasına ayna olduğu gibi, kendisinde mevcut , görme, işitme, dileme gibi sıfatlarla da O'nun görücü, işitici, irade sahibi oluşuna ayna olur. Bu iki yönlü ayna oluşu sebebiyle insan, Rabbini en cami şekilde tanıtan bir burhan ve delil hüviyetini kazanır.

Allah (c.c.) başka hiçbir varlığa vermediği emaneti insana vermiştir. Risale-i Nur'a göre bu emanet, insandaki "ene", yani benlik duygusudur.

Benlik duygusu sayesinde insan önce bir şeye malik ve sahip olmanın ne demek olduğunu anlar, hisseder. Kendisine izafe ve isnat ile idrak ettiği bu sahip ve malik olma anlayışı, neticede onu bütün varlığın sahip ve malikini anlamaya götürür. Aslında kendisine izafe ile kabullendiği sahip ve malik olma anlayışı kainatın sahip ve malikini anlamada bir sıçrama taşıdır. Bu sıçrama gerçekleştiğinde, benliğin kendine dönük kabullerinin anlamı da biter. Benlik burada farazi bir hat olarak kullanılmıştır. Hakikatte mevcudiyeti söz konusu değildir. Fakat bizim mutlak ve sonsuz olanı anlayabilmemiz için işin başında böyle farazi hatlar çizecek bir özneye ihtiyacımız vardır. Bu görev yerine getirildiğinde, zaten çizilen hattın farazi olduğunu da anlamış oluruz: Her şey Allah'ındır. Mutlak bir ifade ile dile getirdiğimiz bu hakikate bizim varlığımız da dahildir.

İnsandaki benlik duygusu, bir taraftan bizi varlığın hakiki sahibine götürürken, diğer taraftan da O'nun mutlak Uluhiyet ve Rububiyetini anlamamıza da yardımcı olur. Cenab-ı Hakkın uluhiyet ve rububiyetine en cami ayna insandaki benlik duygusudur. Bu sebepledir ki insana halife varlık denilmiştir.

Allah, yeryüzündeki pek çok icraatın sorumluluğunu insana vermiş; insanın bu sorumluluğunu yerine getirebilmesi için de diğer varlıkları ona musahhar kılmıştır. Yoksa, insanın kendisinden yüzlerce kat güçlü ve kuvvetli hayvanları emrine alıp çalıştırması nasıl mümkün olur? Bu durumu, akılla, zekayla veya insana musahhar varlıkların bu konulardaki eksikliği ile izah etmek pratikte gördüklerimizle söyleyecek olursak imkansızdır. Bu teshir ve insanın aciz kaldığı bütün noktalarda ona yapılan destek, ancak hariçten bir mutlak gücün müdahalesi iledir; ve bu mutlak gücün gücü her şeyi yapmaya yeterlidir.

İnsan, hem çeşit hem de sayı itibariyle pek çok istidat ve kabiliyetle donatılmış bir varlıktır. Kendisine verilen istidat ve kabiliyetlere de ayrıca sonsuz denecek ölçüde inkişaf imkanı verilmiştir. Bütün bu istidat ve inkişafların sarf mahallinin sadece dünya hayatı ile sınırlı olamayacağı ise gayet aşikardır. Öyle ise, insanı bu istidat ve kabiliyetle kim donattı ise, bu istidat ve kabiliyetlerini sarf edeceği bir mahalle de onu o sevk etmektedir. İşte insanın hem bilfiil hali hem de bilkuvve durumu, ezel ve ebedi ihata eden bir ilim, bir kudret sahibinin varlığını işaret etmektedir.

Hikmet prensibi, yani, her şeyin var edilişinde bir hikmet, gaye ve maslahatın bulunuşu keyfiyeti, Risale-i Nur'un en çok üzerinde durduğu konulardan biridir. Bu prensip, her varlıkta görünen hikmet ve maslahatın, her varlığı en ince teferruatıyla bilen, bildiğini irade eden, irade ettiğini yaratmaya gücü yeten bir Yüce Yaratıcının varlığını ispat eder. Aynı zamanda, materyalizmin saplandığı absürdizm saçmalığını bütünüyle ret eder, boşa çıkarır. Kainatta boşluğa, lüzumsuzluğa yer olmadığına göre, her şey sonsuz hikmet sahibi bir Zat'ın, sonsuz ilmi ve kudretiyle var olmakta, varlığını yine aynı gücün tasarrufuyla sürdürmektedir. Hikmet bağlamında bakıldığında, insan diğer yaratılmışlar arasında çok seçkin bir konuma sahiptir. İnsanın hem maddi yapısı hem de manevi cephesi binlerce hikmetin bayram yeri gibidir. Bunca hikmetin merkezi olan insan, elbette bütün bu donanımlarıyla sadece geçici bir dünya için yaratılmamıştır. İnsanın hayatı sadece bu dünyada yaşadıklarından ibaret olsaydı, mevcut donanımların binde biri dahi bu ihtiyacı karşılamaya yeterdi. Demek ki insan mahiyetinin şehadetiyle, geçici bir var oluş için değil ebedi bir hayat için yaratılmıştır. Onu bu donanımda yaratan Allah, hiç kuşkusuz hem bu dünyanın hem de ebedi alemin tek sahibi, yegane malikidir.

İnsanın manevi donanımına gelince, insan bütün alemleri varlığında barındıran adeta kainatın fihristesi bir varlıktır. Ruhlar aleminden onda ruh vardır. İnsanın muhayyilesi hayal alemiyle, rüya görmesi misal alemiyle irtibatını deşifre eder. İnsandaki hafıza gücü levh-i mahfuzun küçük bir örneğidir. İnsandaki ebediyet arzusu ebedi hayatın insandaki izdüşümünden başka bir şey değildir. İnsandaki vicdan mahşer hayatının bir gölgesini aksettirir. Kalp, vücub alemine aynalık yapar. Kendi dışındaki bütün alemlerle bu kadar içli dışlı varlığın bu keyfiyeti, asla tesadüfle izah edilemez. Söz konusu alemleri kim yaratmışsa, o alemlere ait numuneleri çekirdekler halinde insanın mahiyetine yerleştiren de hiç kuşkusuz odur.

Hayat, mülk ve melekut ciheti şeffaf en önemli dört unsurdan birisidir. Diğerleri, vücut, hidayet ve nurdur. Bu dört unsur doğrudan ve perdesiz Cenab-ı hakkın varlık ve birliğini ilan eden delillerdir. Bu dört unsurun yaratılmasında sebeplerin devreye girmesi söz konusu olmadığından bunlar doğrudan Cenab-ı Hakk'ın varlık ve birliğini gösterici delil olurlar. Hayatın bir farkı, içinde barındırdığı –ki bunların sayısı yirmi dokuz olarak tespit edilmiştir- hassalar vesilesiyle, diğer iman rükünlerine de ayrıca delil olmasıdır.

Risale-i Nur'da özellikle Otuzuncu Lema'nın Beşinci Nüktesinde konu tamamen hayata tahsis edilir; ve pek çok orijinal tespitle birlikte konuya önemli yorumlar getirilir. Beşinci nüktenin dördüncü remzinde ise hayatın diğer iman rükünlerine nasıl işaret ettiği izaha kavuşturulur.

Risale-i Nur iman esaslarını bir bütün olarak ele alır. Böylece okuyucunun bütün iman esaslarında tahkike ulaşması temin edilmiş olur. Sadece tevhitte mesafe kat eden; fakat imanın diğer rükünlerinde taklitten kurtulamayan bir iman teklif ve keyfiyetini o eksik bulur. Nasıl Allah'a iman noktasında tahkikin çeşitli mertebelerinde mesafe alınması şartsa, diğer iman rükünlerinde de tahkikin çeşitli mertebelerinde mesafe kat edilmesi gerekir ki, iman tam ve mükemmel olsun. Ve iman üzerine dayandırılan bütün değerler böylece vücut bulabilsin.

Elbette, her fert, her bir iman rüknünde aynı terakkiyi yakalayamaz. Ve yine her bir iman rüknünde herkesin terakkisi farklı farklı olur. Bu durum, insanların istidat ve kabiliyetteki farklılıklarıyla alakalı bir durumdur. Bazı insanlar vardır ki, istidatları gereği külli esma tecellilerine mazhar olamazlar; cüzide kalırlar. Bazı istidatlar, kabiliyetleri gereği umumi tecellilere değil hususi tecellilere mazhar olurlar. Diğer bazıları zılde kalır, asliye geçemezler. Ancak büyük istidatlardır ki, hem külli, hem umumi tecellilere mazhar olur ve asliye geçerek yükselişlerini sürdürürler. İşte bu farklılık, hem herkesin her bir iman rüknündeki terakki farklılığını hem de her bir ferdin, kendi özelinde, her bir iman rüknündeki terakki farkını netice verir. Örneğin, Kadir isminin külli, umumi ve asli tecellisine mazhar olamayanlar Ahirete iman meselesinde nakıs kalırlar. Ama aynı kişi Allah'a imanda yakinin çeşitli mertebelerine ulaşabilir. Bu konu Yirmi Dördüncü Sözde bütün detaylarıyla izah ve şerh edilmiştir.

Vahdette, sonsuz derecede kolaylık, şirk ve küfürde nihayetsiz zorluk ve müşkülat olduğu hakikati de Risale-i Nur'un , Cenab-ı Hakkın varlık ve birliğini anlatmada kullandığı önemli delillerden biridir. Bu delilin kullanımında iki ana faktör nazara verilir. Birincisi kainatta mevcut holografik birlikteliktir. Kainat öylesine bir biriyle irtibatlı varlıklar harmanıdır ki, bu harmandan bir daneyi kim yaratmışsa, bütün harmanı da o yaratmıştır. Gök yüzüne güneşi yerleştiren çekiçtir ki, bir insanının yüzüne de gözü o yerleştirmiştir. Bir şeyi yapamayan hiçbir şeyi yaratamaz. Her şeyi yaratandır ki, bir şeyi de o yaratmıştır. İkincisi, her şeyin olmasını gerektiren bütün şartlar bir tek şeyin olması için de gereklidir. Bu bağlamda, bir şeyin vücudu, her şeyin vücudu kadar zordur, müşküldür. Fakat vahdete irca edildiğinde, her şeyin vücudu bir tek şeyin vücudu kadar kolaylaşır. Mesela, bir meyvenin teşekkülü ayrı ayrı sebeplere istinat edilmeye kalkılsa, bir tek meyvenin vücuda gelmesi için, bütün meyvelerin meydana gelmesine lazım olan şartların hepsi lazımdır. Halbuki, bütün meyvelerin ağaçtaki, büyüme, gelişme (nümüv) kanununa bağlanması yeterlidir. Bütün askerlerin teçhizatı için lazım olan eşyaların hepsi bir askerin teçhizatı için de lazımdır. Bu sebeple de bütün askerlerin teçhizatını hazırlayacak fabrika, atölye bir tek nefer için de gereklidir. Her meyveye bir ağaç, her asker için bir fabrika ne kadar zor ve müşkülse, varlığı çokluğa dayandırma gayreti de aynı şekilde zor ve müşküldür. Sadece zor değil, aynı zamanda imkansızdır.

Risale-i Nur'da temsili anlatımlara sıkça yer verilir. Böylece en derin ve mücerret konuların , kıyaslama yoluyla öğrenimine imkan hazırlanmış olunur. Esasen temsili anlatım Kuran-ı Kerim'e ait önemli bir tebliğ metodudur. Risale-i Nur 'da da bu metottan bolca istifade edilmiştir. Böylece, iç içe girmiş pek çok girift konunun tek mecraya ircası mümkün olmuş; bir birinden kopuk gibi görünen bazı konuların, mantık düzleminde bütünleşmesine ve daha bir anlaşılır kılınmasına yol açılmıştır.

 Risale-i Nur, kompleksiz konuşur. O, müdafaasını yaptığı meselelerin doğruluğuna olan kati imanını hiç zorlayıcı tevillere sapmadan ve doğrudan ifade eder. Okuyucusuna, sözün başında da ortasında da sonunda da hep itminan verir. Ve hiçbir meselede, hiç kimseyi, ikna adına yarı yolda bırakıp hayal kırıklığına uğratmaz. Anlatılanları ilk başta ihata edemeyen okuyucular, onun müşfik elini omuzlarında hisseder; bir sonraki okuyuşlarında şimdi anlayamadıkları hususların onlar için de anlaşılır hale geleceğinden emin bulunurlar. Nitekim yaşadıkları tecrübeler onları bu güvenlerinde yanıltmaz; beklentileri bir gün mutlaka gerçekleşir.

Risale-i Nur, anlattığı konularda yetkili olduğunu, manayı öne çıkarıp lafzı geri plana itmesiyle de gösterir. Onun bu tavrı, okuyucusunun ona olan güvenine daha bir ivme kazandırır. O, mana aleyhindeki boşlukları kapatmak uğruna lafzın görkemli gölgesine sığınmaktan müstağni durur. Okuruyla arasında tesis edilmiş bulunan usta-çırak ilişkisini daim sürdürmeye bu minval üzere hep özen gösterir.

Risale-i Nur, yaşanan dinin savunucusudur. Ona göre imanı İslam'dan, İslam'ı imandan ayırmak imkansız ve anlamsızdır. İslam ve iman tecezzi kabul etmez bir bütündür. Dünya ve ahiret saadeti ancak böylesi bir bütünlük üzerine inşa edilebilir. İbadeti ve diğer ameli salihi hafife almalar, tamamen şeytani bir tuzağa düşmüş bulunmanın göstergesidir. İman ne kadar güçlü olursa, insan ameli salihte ve güzel ahlakta o derece yükseliş kaydeder. Ve ameli salihte, güzel ahlakta kaydedilen her yükseliş, imanı takviye eden bir güç olarak geri döner. Böylece velut bir döngü oluşur. Amele dönüşmeyen iman, beslenmeyen bir organizma gibidir, bir süre varlığını sürdürse de nihayet takatten kesilir, yokluğa mahkum olur. Bu tür bir final ise, her insan için en büyük bela, en korkunç musibet sayılır. Risale-i Nur'a göre en büyük musibet dine gelen musibettir.

Risale-i Nur, Türkiye'de tekkelerin kapatıldığı, dini tedrisat yapan medreselerin kapılarına kilit vurulduğu bir dönemde, rejimin insafsız gözetim ve baskıları altında, gizlice yazılıp, gizlice neşredildiğinden o döneme ait hassasiyetleri nazara alarak, topluma teklif ettiği muhtevanın yaşanır hale gelmesinde izlediği yöntem çerçevesinde bir kurumsallaşmaya da gitmiştir. Nur Medresesi adı verilen bu kurumlarda Risale-i Nurların ders olarak okunması yanında, yaşanır kılınması da programa alınmıştır. Şöyle ki, bu medreselerde beş vakit namaz mutlaka cemaatle eda edilir. Her namazın ardından bilinen şekliyle tesbihat yapılır. Sonra, bir kişinin okuyup diğerlerinin dinlemesiyle Risale-i Nur dersi gerçekleşir. Medrese sakinleri, ayrıca bütün külliyatı okumak üzere programlanmış etütlere tabi tutulurlar. Ayrıca, haftanın belli günlerinde misafirlerin de katılımıyla gerçekleşen toplu dersler yapılır. Bu derslerde iştirakçiler sırayla sesli okuma yaparken diğerleri de ellerindeki kitaptan okunan yeri sessizce takip ederler. Mecliste bulunan en tecrübeli nur talebesi, talep eden olursa, anlaşılmayan yerleri izah eder. Bu izahlarda tercih edilen usul, anlaşılmayan yerin, bir başka risalede açılımı ve izahı varsa orayı okumaktır. Yoksa, konuya vakıf bir kişinin izah ve anlatımıyla yetinilir. İzah ve şerhler maksadı aşacak şekilde uzun tutulmamalıdır. Bu usulle yapılan Risale okumalarına "ders" denilir. Bazen de, derin ve muğlak konular üzerinde, az sayıdaki iştirakçilerden isteyenin fikir beyan edebildiği okumalar yapılır ki, bunun kavramsal karşılığı "müzakere" dir. Bazen de katılımcıların çoğunluğunun yeni kişiler olması göz önünde bulundurulur; ders yapan kişi bu tür ortamlarda izah ve şerhleri daha uzun zamana yayar. Buna da "sohbet" adı verilir. Ders ve müzakere ortamlarında sohbet yapılması uygun görülmez. Sohbet, geniş kitlelere, yeni insanlara ulaşma adına ve ancak zaruret ölçüsünde olmak kaydıyla kabul edilir.

Bütün bu derslerden, müzakere ve sohbetlerden maksat, Risale-i Nurları anlama ve yaşamaya ait pratikler geliştirmedir. Bir araya gelmelerden bir başka gaye de, insanların birbirinin güzel hasletlerinden istifade etmelerini temindir. Güzel örnek, ideal model olma keyfiyeti kazanmış insanların, diğerleri üzerindeki pozitif etkisi kemale erdirici öğelerden bir olarak bu vesileyle işlev görür.

Risale-i Nur, okurlarını yetiştirme adına kendisi için bir hizmet zemini hazırlarken, bu zeminin bir başka maksat için paylaşılmasına asla rıza göstermez. Allah'ın rızasını kazanmak, ihlas ve samimiyet içinde Allah'ın dinin yayılmasına ve yaygınlaşmasına hizmet etmek dışında hiçbir gaye Risale-i Nur'un hizmet zemininde kabul görmez. Özellikle siyasi oluşumlardan hiç biri ile organik bağa girmez.

Bu, siyaset yoluyla İslam'a hizmet anlayışını ret etmek anlamına gelmez elbette, belki kendisinin İslam'a hizmet alanını iyice tespit etmek ve bu alanın dışına çıkmamakta kararlı olmak anlamına gelir.

-devam edecek-

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DÄ°ÄžER YAZILAR

Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kur'an'ın indirildiği aydır.

Bakara, 185

GÃœNÃœN HADÄ°SÄ°

İşçi işverenin malından mesuldür.

Buhari

TARÄ°HTE BU HAFTA

*Fatih Camii Tekrar İbadete Açıldı(15 Nisan 1772) *Şeyhülislam İbn-i Kemal'in Vefatı(16 Nisan 1534) *Einstein'in Ölümü(18 Nisan 1955) *93 Harbi Başladı(19 Nisan 1877) *Miladi Takvime Göre Efendimiz'in(s.a.v) Doğumu(20 Nisan 571)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SÄ°TE HARÄ°TASI