Cevaplar.Org

İRŞATTA ÇAĞIN GEREKLERİ

İrşat, hak ve hakikate bir yönlendirme olduğuna göre, irşat görevini üstlenen kimseler, zamanın dilini, (insanlara nasıl hitap edeceklerini) ve çağın modern teknik ve teknolojisini bilmek zorundadırlar. "Gerçek mürşit"olan tüm peygamberler, kendi devirlerinin hastalıklarını teşhis etmişler ve acil müdahale gerektirenlere öncelik vermişlerdir


Niyazi Beki(Prof. Dr.)

niyazibeki@gmail.com

2017-03-09 16:18:40

İrşat, hak ve hakikate bir yönlendirme olduğuna göre, irşat görevini üstlenen kimseler, zamanın dilini, (insanlara nasıl hitap edeceklerini) ve çağın modern teknik ve teknolojisini bilmek zorundadırlar. "Gerçek mürşit"olan tüm peygamberler, kendi devirlerinin hastalıklarını teşhis etmişler ve acil müdahale gerektirenlere öncelik vermişlerdir. Asırların birikimiyle toplumlara yerleşen yanlış inanışlara savaş açan peygamberler, bunu için de düşmanın elindeki silahları çok iyi öğrenmişler ve özellikle ifsat komitelerinin ellerindeki silahları etkisiz hale getirmeye çalışmışlardır. Mürşitlerin mürşidi Yüce Allah, elçilerine bu irşat metodunu öğretmiştir.

Mesela, Musa Peygamber zamanındaki ifsat komitelerinin elindeki en güçlü silah sihir olduğundan, Hazret-i Mûsâ (a.s.)'nın güvenilir bir mürşit olduğunu gösteren mucizeleri de, sihirle ilgilidir. Hazret-i İsâ (a.s.) zamanında tıp ilmi revaçta olduğundan, mucizelerinin büyük çoğunluğu, yine tıp alanında gerçekleşmiştir.

Peygamber Efendimiz(a.s.m) zamanında ise, Arap Yarımadası'nda en ziyade revaçta olan dört şey bulunmaktaydı:

Bunların birincisi, "belâgat ve fesahat", ikincisi "şiir ve hitabet", üçüncüsü "kâhinlik ve gâipten haber vermek", dördüncüsü ise "geçmiş dönemlere dair tarihî bilgilerle, varlıkla ilgili bazı ontolojik bilgiler" idi.

İşte, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-beyan nâzil olduğu zaman, kendi irşat sistemini kurmak ve kullandığı malzemenin güvenirliğini temin etmek için, her şeyden önce, kendisine muarız / karşı olanların elindeki söz konusu dört çeşit silahı tesirsiz hale getirecek bir silahla ortaya çıktı. Ve:

"Bu Kur'an'ın bir benzerini ortaya çıkarmak için, bütün insanlar ve cinler bir araya gelseler ve birbirine destek verseler, yine de onun bir benzerini getiremezler"(1) mealindeki âyetle, bütün müşriklere meydan okudu. 

Hz. Muhammed (a.s)'in Kur'an'la yaptığı bu meydan okuma, kısa zamanda meyvesini verdi. Belâgat sahipleri / güzel söz söylemekle övünenler, Kur'an'ı gördüklerinde teslim oldular. Bir çoğu İslam dinini seçerek, düşman iken dostların safına geçtiler.

Kur'an, daha sonra, şiir ve hitabet sahiplerinde / insanları sözleriyle yönlendiren kişilerde hem şaşkınlık hem de hayranlık uyandırıp, parmakları ısırttı. Altınla yazılarak Kâbe duvarlarına asılan ve "Muallâkat-ı Seb'a" adı verilen şiirlerini değerden düşürdü. Bu şiirlerden biri, Arapların en büyük şairi kabul edilen Lebid'e aitti. Ve Lebid, sonunda Kur'ana boyun eğerek müslüman oldu. Hz. Lebid, müslüman olduktan sonra şiir yazmadı. Hatta şiir okumayı bile bıraktı. Hz. Ömer, halifelik döneminde kendisinden bir şiir isteyince: "Ey Ömer!. Allah bana Bakara ve Âl-i İmran surelerini öğretmişken, ben nasıl şiir söylerim? Allah beni Kur'an'ıyla değiştirdi." demişti.

Kur'an, gâipten / görünmeyen âlemlerden haber veren kâhinleri ve sâhirleri / sihirbazları da susturdu. Gaybî haberlerini onlara unutturdu. Cinnîlerini / cinlerini uzaklaştırdı. Kâhinliğe hâtime çektirdi / son verdi.(2)

Asrı saadetten bu yana, başta Hz. Peygamber (a.s.)'in sahabeleri olmak üzere, çağlarını aydınlatan büyük mürşitler, yaşadıkları çağın manevî silahlarını kuşanmışlardır. Bulundukları dönemde yeni bir çığır açan ve milyonlarca insanı irşat edip doğru yola yönlendiren İmam Gazali, İmam Rabbanî, Mevlana Celaleddin-i Rumî ve Bediüzaman Said Nursî gibi alimler, bu kutlu kişilerden bazılarıdır.

Çağını Aşan Bazı Örnek Şahsiyetler:

İslam tarihi, çağının gereklerini yerine getirmekle kalmayıp, sahip olduğu ilim ve kültürüyle çağını aşan pek çok İslam bilgini ve mürşidine şahit olmuştur. Bunlardan bir kaçının konumuna işaret etmekle iktifa edceğiz.

-Miladî on birinci / hicrî beşinci asırda yaşayan İmam Gazali, kendi zamanındaki hakikat araştırmacılarını (takip ettikleri metoda göre) dört ekole ayırırken, bir yandan da bunları eleştirir. 

Bu ekoller şunlardır:

1. Kelâmcılar: Bunlar, dinin esaslarını (akıl ve mantığa dayanan) delil ve kaidelerle savunan ve kitap-sünnet çizgisinde hareket eden kişilerdi. Muarızları ise, (dinde olmayan şeyleri dindenmiş gibi göstermeye çalışan) bidat ehliydi. Fakat bu kişiler, zamanla muarızlarının etkisinde kalarak, onların metodunu kullanmaya başladılar. Bu çerçevede, aklı ön plana çıkardıkları için, vahyin ışığından ve Kur'an'ın metodundan git gide uzaklaştılar. Kelamcılar, İslâm'a düşman kişilerin ortaya attıkları sapık fikirleri detaylarıyla ortaya koyduklarından, (yani bâtılı tasvir ettiklerinden), zayıf fıtratlı (safî zihinli) bir çok kişinin aklını karıştırarak, onları yanlış yollara sapmalarına sebep oldular.

2. Felsefeciler / Feylesoflar: İmam Gazalî, bunları da üç gruba ayırır:

a- Dehriyyûn (Materyalistler): Allah'ın varlığını ve ruhu inkâr eden; âlemin ezelî ve ebedî (başlangıçsız ve sonsuz) olduğunu ileri süren küfür ehlidir. 

b- Tabîiyyûn (Natüralistler): Bunlar, Allah'ın varlığını kabul etmelerine rağmen, ruhun ölmezliğini ve âhiret hayatını inkâr ettiklerinden, Gazâlî'ye göre, inkârcılar arasındadır.

c. İlâhiyyun: İmam Gazâlî'ye göre, bu gurubun da imân esaslarına uygun bulunan yönlerinin yanında, imânla uyuşmayan yönleri vardır. Yine Gazâlî'ye göre, felsefecilerin en mühim yanlışları, ilâhiyat konusunda kendini gösterir. Bunlar, akıllarına güvenen ve Peygamberimiz (a.s.)'in getirdiği hakikatlere fazla ihtiyaç duymayan kimselerdi. Bu kişilerin (bu inançla) yazdıkları kitapları okuyan bir çok insan, ne yazık ki yanlış yollara girdi.

3. Batınîler: Gazâlî'nin ehl-i sünnet dışında tarif ettiği bir gruptur. İslâm akidesi için büyük tehlike teşkil eden bâtinîler, her şeyin zahirî (dış) ve bâtinî (iç-derûnî) mânâları bulunduğunu iddia etmektedir. Bunlara göre, bütün farzların ve sünnetlerin zahirleri, birer işaret ve remizden ibarettir, gerçek mânâları ise, bâtında (içinde) gizlidir. Bâtınîler, bu iddialarından yola çıkarak hem âyetleri, hem hadisleri, hem de dinle ilgili her hususu, bâtinî bir yoruma (te'vile) tabî tutarlar. Halbuki bu durum, İslâm dinine uygun değildir. Bunlar, tevarüs / veraset yoluyla "masum imamdan" aldıkları gerçek ilmi(!) insanlara ulaştırmakla mükellef olduklarını iddia ederler.

4. Bir kısım tasavvuf ehli:

Bunlar da kelam ekolü gibi, önceleri kitap ve sünnet çizgisinde yürümek, hatta dinî hayatı daha derinlemesine yaşamak için yola çıkmışlardı. Fakat zamanla, aralarında sapıklar türedi. İbadete ihtiyaç duymadıklarını ve kendileri için artık haram diye bir kavramın söz konusu olmadığını söyleyen ibahiye kolu, bunlardan biri idi. Bu sapıklara aldanan bazı insanlar da, ne yazık ki aynı yanlışa düşmüşlerdi.

İmam Gazali, dört grup altında topladığı bu ekollerde ortaya çıkan yanlışları sadece kitaplardan öğrenmekle kalmadı ve çevresindeki insanlarla tek tek konuşup, onlara İslâm dinine karşı lakayt kalmalarının sebeplerini sordu. Sonuçta, bu hastalığa teşhis koydu. Ve İslam dininden uzaklaşmaya başlayan insanların, söz konusu ekollerin tesirinde kaldığını anladı. Bu hastalığın çaresi ise, (kendi ifadesiyle): "Günahların öldürücü bir zehir hükmüne geçtiğini ve âhiretin dünyadan daha iyi olduğunu bildiren ve sahibinde Allah korkusu uyandıran hakiki ilim."di.(3)

Miladî on altıncı ve on yedinci asırlarda yaşayan İmam Rabbanî ise, ilminin derinliği, imân nuruyla bakan feraseti, mükemmel basireti, hikmet dolu üslubu ve samimiyeti ile, o günkü materyalist felsefenin etkisiz hale getirilmesinde ve iman hakikatlerinin en doğru mânâsıyla geniş kitlelere mal edilmesinde çok etkili olmuştur. Dine karşı gösterilen ilgisizliğe, Hindistan bölgesindeki sapkın fikirlere, özellikle dönemin devlet adamlarının ehl-i sünnet'e karşı duyduğu düşmanlığa karşı mücadele etmiştir. İmam Rabbani; aynı zamanda Sihizm, Hindu milliyetçiliği ve sahte mehdilik akımları neticesinde yaşanan ahlâki çöküntüyü, İslâm'ın gerçek ahlâkını ve Peygamber Efendimiz (sav)'in sünnetini ortaya koyarak engellemiş ve İslam'ı kendi özüne döndürmeyi başarmıştır.

İmam Rabbani, yazmış olduğu altmış beşinci mektupta, yaşadığı o karanlık devrin resmini çizerken şunları söyler:

"İslâm'ın garipliği öyle bir hal almış ki, kâfirler İslâm'ı açıktan tenkit etmekten, müslümanları kötülemekten, çarşıda-pazarda, caddede-sokakta küfrün gereklerini pervasızca icra etmekten ve ehl-i küfrü / kâfirleri övmekten çekinmez oldular"(4)

İmam-ı Rabbanî'nin aşağıdaki ifadesi, onun irşat metodunu göstermesi bakımından çok önemlidir. Çünkü bu ifadenin kaynağı, Hz. Peygamber (a.s.)'in, nübüvvetin ilk yıllarında söylediği bir hadistir. Bu ifadede, İmam-ı Rabbanînin temsil metodunu kullandığı ve gerçekleri bu yolla anlatmaya çalıştığı görülür:

"Bak evladım!. Şâyet yalan söylediği defalarca ispatlanmış bir kimse: 'Bu gece düşman, filanca beldeyi istila etmek üzere hücum edecek!." diye bir haber verse, o beldenin ileri gelenleri (bu haberi veren kimsenin yalancı olduğunu bilmelerine rağmen) derhal savunma tedbirleri alır ve her ihtimale karşı uyanık dururlar. Halbuki, doğruluğuyla şöhret-şiar-ı âlem olan / bütün âlem tarafından tanınan Muhbir- i Sadık / doğru haber verici Hz. Peygamber (a.s), verdiği haberlere kulak tıkayanları, ahirette büyük bir azabın beklediğini duyurmaktadır. Durum böyleyken, insanların çoğu, bu habere önem vermemektedir. Eğer O'na kulak vermiş olsalardı, kendilerini bekleyen felaketi duyunca üzülecekler, bu yüzden de o felaketten korunma çarelerini arayacaklardı. Kaldı ki, Peygamber Efendimiz, ondan korunma çarelerini de göstermiştir. Bu nasıl bir imândır ki, doğru haberciye, yalan haberci kadar itibar etmiyor."(5)

Miladî Yirminci / hicrî on üçüncü asrın bir mürşidi olarak insanları Allah'a kul olmaya davet eden Bediüzzaman Said Nursî, Risale-i Nur eserlerinin verdiği zevk, şevk, imân ve iz'an'ın / inanç ve idrakin, aynı maksatla yazılmış diğer eserlerden çok daha kuvvetli olmasının sebebini açıklarken, yaşadığı çağın zorluklarını da dile getirir: 

"Eski mübârek zatların eski divanları ve ulemanın bir kısım risaleleri, imânın ve marifetin neticelerinden ve meyvelerinden ve feyizlerinden bahsederler. Onların zamanlarında imânın esasatına ve köklerine hücum yoktu ve erkan-ı imân / imanın esasları sarsılmıyordu. Şimdi ise köklerine ve erkanına şiddetli ve cemaatli bir şekilde taarruz var. O divanlar ve risalelerin çoğu has müminlere ve fertlere hitap ederler. Risale-i Nur ise, Kur'an'ın bir mânevî mucizesi olarak imânın esasatını kurtarıyor ve mevcut imândan istifade cihetine değil, belki çok deliller ve parlak burhanlar ile imânın ispatına ve tahkikine ve muhafazasına ve şubehattan / şüphelerden kurtarmasına hizmet ettiğinden, herkese bu zamanda ekmek gibi, ilaç gibi lüzumu var olduğunu dikkatle bakanlar hükmediyorlar. O divanlar derler ki: 'Veli ol, gör!. Makamata çık, bak!. Nurları, feyizleri al!.'

Risale-i Nur ise der: 'Her kim olursan ol; bak, gör. Yalnız gözünü aç, hakikati müşahede et, saadet-i ebediyenin anahtarı olan imânını kurtar!."(6)

Dipnotlar

1-İsra, 17/88.

2-Krş. Nursî, Mektubat, 185.

3-Gazali, el-Münkızu mine'd-dalal, 8-11;38-45.

4-bk. Arapça Mektubat Mukaddimesi; 65. Mektup için, 175. sayfaya bakınız.

5-İmam Rabbanî, Mektubat, 73. Mektup ( I/193=194).

6-Nursî, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, 188.

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DİĞER YAZILAR

ALLAH RASULÜNÜN MANEVİ ŞAHSİYETİ-2

ALLAH RASULÜNÜN MANEVİ ŞAHSİYETİ-2

Fahr-ı Kainat’a Nasıl Bakmalıyız: Kur’ân’da, “Muhakkak ki, Allah katında sizin en d

NURDAN VECİZELER-8

NURDAN VECİZELER-8

“Hakikaten mümin cennete layık ve kâfir cehenneme muvafık bir mahiyet kesb eder.” İzah: B

YIKILMAKTA OLAN ÜÇÜNCÜ MABET

YIKILMAKTA OLAN ÜÇÜNCÜ MABET

Kimi Yahudiler mecazen veya sembolik anlamda İsrail’e Süleyman Tapınağı makamında üçüncü

SAFVETÜ’T TEFASİR NOTLARI-27

SAFVETÜ’T TEFASİR NOTLARI-27

Nisa: 97: İbn Abbas’ın şöyle dediği rivayet olunur: “Müslümanlardan, İslam’ı hafife a

TACEDDİN TOPAL(1927-2020)

TACEDDİN TOPAL(1927-2020)

Taceddin Topal ağabeyimiz Isparta/Yalvaçlıdır. Yalvaçlılar O’na Taci Dede diye biliyor ve ö

SULTAN 2. BAYEZİD (1481-1512)

SULTAN 2. BAYEZİD (1481-1512)

1448’de Dimetoka’da doğdu. Fâtih Sultan Mehmed’in Gülbahar Hâtun’dan doğan büyük oğl

CENNET VE CEHENNEM SADECE MANEVİ DEĞİLDİR

CENNET VE CEHENNEM SADECE MANEVİ DEĞİLDİR

Cennet ve Cehennem iki yurttur; birisi sevaba birisi azaba, birincisi muttakilere, ikincisi kâfirle

AKSA TUFANI’NIN İSTİKBALDEKİ AKİSLERİ

AKSA TUFANI’NIN İSTİKBALDEKİ AKİSLERİ

De ki: " Bize iki güzellikten birinin dışında başka bir şeyin gelmesini mi bekliyorsunuz? Oy

ALLAH RASULÜNÜN MANEVİ ŞAHSİYETİ-1

ALLAH RASULÜNÜN MANEVİ ŞAHSİYETİ-1

Fahr-ı Kâinat Efendimiz, (Aleyhissâlatü vesselâm) Kur’ân’ı Mekkelilere tebliğe başladı

NURDAN VECİZELER-7

NURDAN VECİZELER-7

“İnkılab-ı hakikat olmaz. Nev'-i mutavassıtın silsilesi devam etmez. Tahavvül-ü esnaf, ink

Çünkü Allah, haktır. O'ndan başka taptıkları ise hiç şüphesiz batıldır. Gerçekten Allah çok yüce, çok büyüktür.

Lokman, 30

GÜNÜN HADİSİ

"Kim, müslüman kardeşinin namusunu ve şahsiyetini korursa, Allah onun yüzünü kıyamet gününde cehennem ateşinden uzak tutar."

Tirmizî.

TARİHTE BU HAFTA

*Fatih Camii'nin yeniden ibadete açılışı(15 Nisan 1772) *Turgut Özal'ın Vefatı(17 Nisan 1993) *Türk-Yunan savaşının başlaması(18 Nisan 1897) *Miladi takvime göre Efendimiz'in (s.a.v.)dünyaya teşrifleri(20 Nisan 571)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI