Cevaplar.Org

İMANÎ MEVZULARDA İNSANI ALDATAN SEBEPLER DOSYAMIZ

Bu sebeplerin başlıcaları şunlardır:


2003-11-07 06:39:58

Hz. Âdem'den beri insanlar birbirlerine zıt iki ayrı yolda yürüye gelmişlerdir. Bunlardan birisi hak ve hidayet yolu, diğeri ise küfür ve dalâlet yoludur. Bütün güzellikler, hayırlar, kemâlâtlar, saadetler birinci yolun semereleri olduğu gibi, bütün çirkinlikler, şerler, tahrip ve tecavüzler de ikinci yolun neticeleridir. Vahiy ve ilham birinci yolun müşevvikleri, vesvese ve şeytan ise ikinci yolun muharrikleridir.

İnsandaki kalp, akıl ve vicdan onu birinci yola sevk ederken, nefis, his ve hevâ da ikinci yola iterler. Bunun neticesi olarak insanın iç dünyası çalkantı ve muharebelere sahne olur. Bu muharebeler bir taraftan iman ve istikamet, ibadet ve huzur, şefkat ve merhamet, emniyet ve adalet gibi saadet sebeplerini, diğer taraftar küfür ve isyan, anarşi ve tuğyan, hurafe ve safsata, zulüm ve aldatma gibi dalâlet vesilelerini netice verir. Bu bölümde, insanları aldatarak, dalâlet yoluna sevk eden ve onların hak ve hakikati görmelerine perde olan sebepler üzerinde duracağız. Bu sebeplerin başlıcaları şunlardır:

l- SATHÎ NAZAR VE GAFLET

İnsanları hakikatten uzaklaştıran önemli bir sebep; şu muhteşem kâinata ve onda cereyan eden harika hadisata gaflet ile sathi bir nazar ile bakmaktır. Çölde, uzaktan bakıldığında serabın su zannedilmesi gibi, tahakkuku mümkün olmayan bir hurafe de gaflet ve sathi nazar ile hakikat zannedilir.

Hem uzak mesafelerden bakıldığında bir yıldız mum kadar görüldüğü gibi, bir hakikat da uzaktan temaşa edildiğinde lâyıkınca idrâk edilemez. Rabbani ve ilâhî hakikatlara karşı laubali kalmak ve lakayd davranmak, hakikatleri perdeler ve neticede insanı aldanışa götürür.

Evet, insan gaflet ve nazar-ı sathi ile bu âlemi baştan başa kuşatan ve Allahu Teâlâ'nın varlığını güneş gibi gösteren dakik nizamı, mükemmel intizamı, harika ahengi, gözler kamaştıran güzelliği göremez. Meselâ; bu kâinatın bir fabrika gibi kolay ve ahenkli idare ve tedbirine, tanzimine, tertibine, tevzifine bakamaz. Hava unsuru ile bütün hayat sahiplerinin emzirilmesi, gece ve gündüzün ve mevsimlerin birbiri ardı sıra hikmetle dizilmesi, bulutlardan yağmurun sağılması, güneşten ziyanın süzülmesi gibi harika icraatı temaşa edemez. Unsurların nebatatın imdadına hakimane koşturulmasını, nebatatın hayvanatın yardımına merhametkârâne gönderilmesini ve hayvanatın da insanların ihtiyacına inayetkârâne musahhar edilmesini ibret nazarıyla seyredemez. Bütün habbe ve çekirdeklerden çeşit çeşit ağaçların maharetle yaratılmasını, nutfelerden, yumurta ve yumurtacıklardan hadsiz zihayatların hakimane halk edilmesini, onlardan nihayetsiz kuş ve balıkların harika yaradılışını tefekkür edemez. Her bir çiçek ve yaprağın, her bir çekirdek ve meyvenin birer kudret mucizesi, birer sanat harikası olduğunu idrâk edemez. Bütün hayvanatın ayrı ayrı mahiyetlerini, birbirlerinden farklı hissiyatlarını, çeşit çeşit cihazâtlarını, muntazam beslenmelerini, doğup ölmelerini düşünemez. Ve neticede bu âlemde tecelli eden nihayetsiz kudretin bir Kâdir'den, bütün mevcudatı ihata eden ilmin bir Alîm'den, umum mevcûdata şâmil tasarrufun bir Mutasarrıftan, bütün varlıkların hikmetli ve faydalı suret ve şekillerinin bir Hakîm'den geldiğini kavrayamaz. Elhasıl, bin bir ismin tecelligâhı olan bu muhteşem kâinata sathî nazarla bakan bir insan, ondaki ilâhî hikmetleri sezemez, kavrayamaz. Cenab-ı Hakk'ın -varlık ve birliğinden, azamet ve kudretinden, saltanat ve haşmetinden gaflet eder.

2- İNSANIN YARADILIŞINDAKİ GAYE VE SIRLARI DÜŞÜNMEMEK Bir diğer aldanma sebebi de, insanın, kendi ulvî hakikatından gaflet etmesi, nereden gelip, nereye gittiğini ve bu dünyadaki vazifesinin ne olduğunu düşünmemesidir. Cenâb-ı Hakk, insanı bu kâinat içinde en mümtaz bir mahiyette yaratmış, ona âlemdeki hikmetleri teftiş edebilecek bir akıl, iyi ile kötüyü, hal ile bâtılı tefrik edebilecek bir vicdan, bütün ilimlere ayna olabilecek bir istidat, hadsiz sırlara mahal ve binlerce hissiyata makes olabilecek bir kalb ihsan etmiştir. Ona bütün tatlar âlemini teftiş edebilecek bir dil, güzelliklerin bütün nevilerini temaşa edebilen bir çift gez, her çeşit nağamat ve Rabbani tesbihatı işiten kulak lütfetmiştir. Hak Teala, mümtaz olarak yarattığı bu insanı kendisine dost ve muhatap kılmış, gönderdiği semavî kitaplarla ona emir ve yasaklarını bildirmiş, saadet ve istikamet yollarını göstermiştir.

İnsan kendisine bahşedilen ulvî cihazların kıymetini takdir edemezse, onları ihsan eden Rabbi Kerîm'inden gaflet eder. Allahu Teâlâ'nın bir mahlûku ve sanatı olduğunu ve her an O'nun terbiye ve murakabesi altında bulunduğunu ve O'nun nimetleriyle beslendiğini unutur. O'na karşı yapması lâzım gelen vazifelerden yüz çevirir. Kendisini başıboş zanneder, vazifesiz telâkki eder. Allahu Azimüşşân'ı tanımak için verilen bütün istidat ve kabiliyetini yerinde ve gayesinde kullanmamakla vehimlere, hayallere ve hurafelere kapılır.

3- DÜNYANIN FANİ ZEVKLERİNE AŞK İLE BAĞLANMAK

Cenâb-ı Hakk, bu dünyayı kudsî sıfatlarına ve esmâ-i hüsnâsına bir tecelligâh kılmış, sanatını, maharetini, hâkimiyetini onda tezahür ettirmiştir. Dünyayı, insanın hayat-ı ebediyyesi için bir çiftlik, istidatlarının inkişafı için bir imtihan meydanı, sanat-ı İlâhiyye'yi seyr ve tefekkürü için bir temâşâgâh olarak yaratmıştır. Dünyanın bu mahiyetinden gaflet eden insanlar, onun fanî ve aldatıcı yüzüne âşık olurlar. Ebedî hayat için verilen akıl ve kalplerini, istidat ve kabiliyetlerim onun geçici zevklerine sarf ederler. Kendilerine teveccüh eden enfüsî ve afakî nimetlerin, sadece nefislerinin tatmini için verildiğini vehmederler. Rızâ-i îlâhî yerine, insanların teveccühüne itibar ederler. Uhrevî mertebeler yerine, dünyevi makamları arar, onlara talip olurlar. Aşırı zevk ve sefahat ile muhakeme güçlerini ve müstakim düşünme kabiliyetlerini zayi ederler. Gitgide bu hayat tarzlarını bir dâva haline getirirler. Uhrevî -ve mânevi meselelere önce lakayd ve bigâne kalır, daha sonra bunlara cephe alma vaziyetine girerler. Neticede ilâhî ve Rabbanî hakikatlere karşı idrâkleri kısırlaşır muhakemeleri sathileşir. Muhal olduğu az bir dikkat ile anlaşılabilecek bir vesveseyi, yahut hariçten telkin edilen bir hurafeyi muhakeme etmekten âciz kalırlar; hakikatsiz vehimlere çabuk aldanırlar.

4. PEYGAMBERLERİN TEBLİĞİNDEN MÜSTAĞNİ KALMAK

Önemli bir aldanma sebebi de insanın nihayet ulviyetteki ilâhî ve Rabbanî hakikatleri anlamakta kendi fikir ve muhakemesini yeterli görüp, nübüvvet kapısını çalmamasıdır. Halbuki, Allahu Azimüşşan'a ve O'nun sıfat ve isimlerine nasıl iman edileceği, O Zât-ı Akdes'in bu kâinatı niçin yarattığı, insanları bu âleme hangi gayeler için gönderdiği, onlara ne gibi vazifeler verdiği, bu âlemden sonra nasıl bir âleme gidileceği gibi ulvî, muhît, ve nihayetsiz hakikatler, mahdut ve mücerret akıl ile kavranamaz. Bunlar ancak vahyin ziyası ile bilinebilir.

Allahu Teala bu hakikatleri bildirmek için peygamberler göndermiş ve kitaplar inzal etmiştir. Merkeziyet kanunu ile gezegenleri güneşin, elektronları çekirdeğin, arıları bir beyin, karıncaları bir emir'in etrafında toplayan O Hâlık-ı Rahim, insanlarla da nübüvvet merkezi etrafında, toplanmalarını irâde etmiştir. Ta ki, onların kalpleri, ruhları ve vicdanları, Peygamberlerin (Aleyhimüsselâm) eliyle terbiye edilsin ve matlup olan kemalata yükselsinler.

Bilindiği gibi insanların simaları gibi, fikir ve muhakemeleri, arzu ve hissiyatları da birbirinden farklı olduğundan aynı İlâhî ve Rabbani hakikata farklı şekillerde nazar ederler. Birisinin doğru gördüğüne diğeri yanlış diyebilir; birinin hak bildiğini diğeri batıl görebilir. Neticede insanlar sayısınca farklı görüş ve düşünceler, değişik değerlendirme ve hükümler ortaya çıkar.

Evet, ulvî bir hayata namzet, ebedî bir saadete müştak olan insan için bu nakıs ve mahdud akıl, kafi ve vafi bir rehber olamaz, insan onunla belli bir noktaya kadar gidebilir. Hakikati bulması, dünyevi ve uhrevî saadete erişmesi ancak peygamberlere tabi olması ile mümkündür.

Külli ve muhît olan îlâhî hakikatlerin akıllara talim ettirilebilmesi için, insanlara peygamber gönderilmesi zaruridir. Bu hakikata binaen Cenâb-ı Hakk, insanlara peygamberler göndermiştir. Ta ki, hak ile batılı, doğru ile yanlışı, hakikat ile hurafeyi ayırabilsinler.

Evet, Peygamberler (A.S.), insanlara, Cenâb-ı Hakk'ın vahdaniyetini bildirmişler, kendilerine tabi olanları marifet tabakalarında terakki ettirmişler ve onları şirkten ve batıl itikatlardan kurtarmışlardır. O nurani zâtlar, Cenâb-ı Hakk'ın isim ve sıfatlarına en mükemmel ayine olmuşlar. O Zât-ı Akdes'i hakkıyla sevip, ümmetlerine de sevdirmişlerdir. Kendilerine inananları saadet-i ebediyyeye teşvik etmiş, ilâhî azaptan sakındırmışlardır. Kâinatta tecelli eden ilâhî isimleri onlara okutturmuşlar ve âlemin nasıl temaşa ve tefekkür edileceğini öğretmişlerdir. Hem kâinatın yaradılış sırrını bildirmişler, mevcudatın nereden gelip, nereye gittiğini ve vazifelerinin ne olduğunu en güzel şekilde öğretmişlerdir. Kısacası, Allah'ın rızasını nasıl kazanacaklarını, ilâhî gazabından nasıl kurtulacaklarını bildirmişlerdir.

Evet, Allahu Teala Peygamberleri (A.S.) en ulvî bir fıtratta yaratmış, onların akıl ve kalplerini bütün meleke ve hissiyatlarını en güzel bir şekille bizzat terbiye etmiş, rubûbiyet ve ubudiyet dairelerine ait hakikatleri onlara talim ettirerek, o mümtaz zâtları beşer âlemine birer mürşit ve muallim olarak göndermiştir.

Hususan Sultan-ı Enbiya olan Peygamber Efendimiz'i (S.A.V.) en ekmel bir surette terbiye etmiş, eline ezelden ebede uluhiyet ve ubudiyete ait bütün hakikatleri ihata eden bir Kur'an vermiş, O'nu bütün hakikatlerin en ince sırlarına vakıf kılmış ve insanları en yüksek mertebeye çıkartacak bütün meziyetleri O Habib-i Edib'inde cem etmiştir. O'nu güzel ahlakın bütün şubelerinde en ileri dereceye yükseltmiş, iman ve ubudiyette, kemâlat ve fazilette O'nu Âlem-i insaniyete bir rehber-i ekmel, bir sirac-ı hakikat, bir bürhan-ı Hak ve bir şems-i hidayet olarak göndermiştir.

Her biri birer hidayet yıldızı olan sahabeler; İmam-ı Azam, İmam-ı Şafii, İmam-ı Malik.ve İbn-i Hanbel, Nakşibend, Rufai ve Şazeli gibi kamil mürşitler, Kur'ân-ı Azimüşşan'ın en ince sırlarına vakıf olan Fahreddin-i Razi, Taftazani ve Seyyid-i Cürcani gibi allameler Muhyiddin-i Arabi, Mevlana, Şems-i Tebrizi gibi mutasavvıflar hep o hidayet güneşinin marifet ve imanından feyz almışlardır.

Asrımızda küfür ve inkarın cemiyetin manevi bünyesini tahrip etmesi, birçok istifham, hurafe ve safsataların insan zihninde mecra,bulması, bu hidayet güneşinin ders ve terbiyesinden, irşat ve feyzinden yeterli ölçüde istifade edilmemesinin neticesidir. Hatta bugünkü ileri seviyesine rağmen, fen ve teknolojinin ferd ve cemiyet hayatında huzuru temin edememesi, içtimâi hayattan şefkat, merhamet, muhabbet ve adalet gibi ulvî esasların çekilip, yerini zulme, tecavüze ve anarşiye terk etmesi ve hiçbir felsefi doktrinin cemiyetin bu yaraların teşhis ve tedavi edecek güce sahip olamaması, hatta bazı doktrinlerin bizzat zulüm ve tecavüze sebep olması, hep nübüvvet mektebinin kapısını çalmamaktan kaynaklanmaktadır.

5.MATERYALİST PROPAGANDA VE TELKİNLERİN TESİRİNDE KALMAK

Daha önce de bahsettiğimiz gibi, insan fıtraten müteessirdir. Yani, mutlaka bir tesirin altında kalır, telkine daima açıktır. Bu haliyle boş bir kabı andırır. İçi müspet fikir ve hakikatlerle dolmazsa, onların yerini ister istemez menfi ideolojiler, hurafe ve safsatalar alır.

Bugün gençliği sarsan ruhi bunalımların, fikri ızdırapların asıl sebebi budur. Bu manevi ızdıraplardan kurtulmalarının tek yolu, akıl, kalp ve vicdanlarını, Kur'ân’ın getirdiği ulvî hakikatlarla doyurmak iken, bir kısım gençler, ilim ve fikir yerine, aldatıcı sloganlara, sihirli reçetelere (!), daha çok meylederler. Manevi boşluklarını böylece doldurup huzura kavuşacaklarını ve ızdıraplardan kurtulacaklarını zannederler. Materyalistler onların bu halinden istifade ederek, bu safdil ve zavallıları "adalet", "eşitlik" gibi hayali slogan ve propagandalarla aldatır, kendilerine çekerler. Onları sempatizanları haline getirdikten sonra içtimâi problemler için ileri sürdükleri hayali ve vehmi reçeteler yanında yer yer bu gençlerin kafalarına maneviyatı sarsıcı şüpheler atarlar. Belli bir merhaleden sonra sürekli ve yoğun telkinlerle zavallı muhataplarının beyinlerini yıkaya yıkaya nihayet onları materyalist ve ateist düşünce dışında hiçbir hakikati kabul edemeyecek bir hale sokarlar. Artık bu gençler mantık, ve muhakemelerini kaybederek tamamen robotlaşırlar. Basit bir hanenin dahi ustasız olamayacağı kati bir hakikat iken, şu muhteşem kainat sarayını sahipsiz ve sânisiz kabul ederler. Bir harfin kâtipsiz olması muhal olduğu halde, her harfinde nihayetsiz hikmetler bulunan şu kâinat kitabını, kâtipsiz telakki ederler. Hem bütün bitkileri, hayvanları ve insan ları hayatsız, şuursuz ve iradesiz tabiatın yaptığına yahut bunların kendi kendine meydana geldiğine inanırlar. Kendilerini gayesiz, vazifesiz, başıboş ve sahipsiz zannederler, korkunç bir dalâlete düşerler. İnsanın mahiyetini elmas derecesinden kömür derecesine indiren, bütün insani meziyetleri silip süpürerek, onu hayvandan çok aşağı derecece düşüren küfrün iç yüzündeki çirkinliği ve muhaliyeti göremezler. ,

Halbuki kâinattaki büyük ve ihatalı hakikatler küfür ve inkar ile izah edilemez. Şu suallerin materyalist ve ateist felsefede hiçbir cevabı yoktur: "Bu kâinatı ve içindeki hadsiz harika mevcudatı yaratan kimdir? "Bütün sema sistemlerini mükemmel bir intizam ve hikmetle evirip çeviren kimdir?" "Zeminimizi dağ ve bağlarıyla, deniz ve nehirleriyle, toprağı, suyu ve havası ile insanlara hizmet ettiren kimdir?” "Her bir hayvanın ruhunu bedenine, bedenini de ruhuna münasip bir tarzda yaratan kimdir?" "İnsanı yüksek bir mahiyette yaratarak, ruhuna harika bir endam giydiren ve o ruha her biri cihan değerinde binlerce lâtif hissiyatı takan kimdir? "İnsan bu âleme nereden gelmiştir, bu dünyadaki vazifesi nedir ve nereye gidilecektir?" İnsan ancak bu suallerine cevap bulmakla tatmin olur, huzur bulur, dünyada rahata, ahirette saadet ve selamete kavuşur. Hem küfür; zâtında muhaldir, hakikatin zıddını kabuldür, mahiyeti kizbdir, yalandır. Meselâ; Selimiye Camii'nin mimarını inkar etmek, hakikatsiz bir safsata ve büyük bir yalandır. Evet, mükemmel plânı, harika estetiği, sanatkarane yapılışı ile akılları hayrete düşüren böyle muhteşem bir eser ortada iken, onun ustasını inkar etmek en büyük bir safsata, en dehşetli bir zulüm ve en hakikatsiz bir hurafedir. Aynen bu misal gibi, binlerce menzilleri ihtiva eden şu muhteşem kâinat sarayının Halik ve Malikini, sahip ve mutasarrıfını inkar etmek, bu misalden hadsiz derecede çirkin bir yalan, müthiş bir hezeyan, korkunç bir safsatadır.

6. ALLAHU AZÎMÜŞŞÂN'I MAHLÛKATINA KIYAS ETMEK

İnsanları dalâlete götüren bir diğer yanılma sebebi de Allahu Teâlâ'nın zâtına ve sıfatlarına dair hakikatleri, mahlukatına kıyas etmektir. Halbuki Cenâb-ı Hakk, vacib-ül vücuddur, ezelî ve ebedîdir. Bütün sıfatları nihayet derecede kemâldedir. Aczden, ihtiyaçtan, mekan ve zamandan münezzehtir. Elbette O Zât-ı Mukaddes hiçten yarattığı nihayetsiz aciz, zelil, fani mahlukatı ile hiçbir cihetle kıyasa girmez. Malumdur ki iki şeyin birbiriyle mukayese edilebilmesi için aralarında müşterek noktalar bulunması lâzımdır. Meselâ; insanın mahiyeti, nebatat ve hayvanatın mahiyetleri ile hiç bir cihetle kıyasa girmez. Farklı mahiyetteki iki mahluk dahi birbiriyle kıyasa girmezken, vacip, mümkin ile Hâlık, mahluku ile; mutlak, mukayyet ile nasıl mukayese edilebilir!

7. AKLIN, ALLAHU TEÂLÂ’NIN KUDSİ MAHÎYETİNİ ANLAYAMAYACAĞINDAN GAFLET ETMEK

Evet, her insan, aklıyla Allahu Teâlâ'nın varlığını bilebilir, "bir eser ustasız, bir bina banisiz olamayacağı gibi, ben de Hâlıksız, Maliksiz olamam; ve şu gökyüzü ve şu yeryüzü de Hâkimsiz, Sanisiz olamazlar" diyebilir. Ancak, akıl Cenâb-ı Hakk'ın Zât-ı Kudsisini anlamaktan acizdir; bu vadide bir adım dahi atamaz. Malumdur ki, bir şeyin varlığını bilmek, başka, mahiyetini bilmek başkadır. Kâinatta çok şey vardır ki akıl onların varlıklarını bildiği halde, mahiyetlerini kavrayamamaktadır. Ruh, yer çekim kanunu, elektrik, hayal, şefkat gibi nice hakikatler vardır ki, bunların varlıklarını bilmek bir hakikat olduğu gibi, mahiyetlerinin idrâk edilemeyeceğini bilmek de ayrı bir hakikattir.

Akıl ile idrâk olunamayacak mahiyetleri anlamaya zorlanmak cerbezedir, cehalettir. İnsan bu hali ile sırat-ı müstakimden sapar ve takatinin nihayetsiz derecede üstünde olan bir yükün altına, girmekle kendisini helak eder. "Eser, ustasını idrâk edemez" hakikatince, akıl da Hâlik’ının hakikatini kavrayamaz.. Çünkü, O'nun mahlukudur, masnuudur. Her mahluk gibi akıl da hudutludur. Görmenin, işitmenin hasılı bütün hislerin mahdut birer cevelan sahası olduğu gibi, aklın da belli bir idrâk sahası, muayyen bir intikal gücü vardır.

Cenâb-ı Hakk'ın kudsi mahiyetini idrâk etmek, aklın idrâk ve intikal sahası dahilinde değildir. Malumdur ki bir insan, değil Allah'ın zâtı, kendi ruhunun, hayalinin, vicdanının dahi mahiyetlerini kavrayamaz. Çünkü, bunlar cismani olmadıklarından akıl onlara bir suret giydiremez, bir şekil veremez. Meselâ; hayal için ne uzunluktan, ne kısalıktan; ne yaşlılıktan, ne kuruluktan; ne büyüklükten, ne küçüklükten söz edilemeyeceği için akıl ona bir taayyün veremez, bir hudut çizemez. Bununla birlikte hiçbir insan mahiyeti meçhul olan bu varlığı inkar da edemez. Kendi mahiyetini bilmekten aciz olan insanın, bütün akılların, hayallerin, ruhların, hislerin, vicdanların, hafızaların, meleklerin ve hadsiz ruhaniyet âleminin Halık'ı olan Allahu Azîmüşşân'ın Zât-ı Kudsi'sini anlamaya zorlanması en büyük bir cehalet ve cerbezedir, Allahu Azîmüşşân'ın bütün sıfatları nihayetsizdir, mutlaktır, ezelî ve ebedîdir. Akıl ise mahduttur, mukayyeddir, hadistir. Mukayyed olan mutlak olanı, mahdut olan nihayetsiz olanı, hadis olan ezelî ve ebedî olanı elbette kavrayamaz. İnsanın bunu bilmesi, yani Cenâb-ı Hakk'ın kudsi mahiyetini idrâkten aciz olduğunu anlaması gerçek idrâktir. Aklın, Allahu Teâlâ'nın zâtını idrâk etmesi, mantıken de tenakuzu icap ettirir. Çünkü, o takdirde mukayyedin mutlakı; mahdudun nihayetsizi; hadisin ezelîyi ihata etmesi lâzım gelir. Bu ise hakikatin zıddına inkılâbıdır ve muhaldir. Akıl, Allahu Teâlâ'yı "Varlığı vacip, kudreti hadsiz, irâdesi mutlak, ilmi muhit" olarak bilmekle mükelleftir. Zâten onun yaradılışının gayesi de budur. O halde, O Zât-ı Bârî'nin kudsi mahiyeti ne idrâk edilebilir, ne hayal edilebilir, ne de hissedilebilir. Akılla anlaşılan ve duygularla ihata edilen her şey mahluktur. Allah'ın varlığı, bu dünyada ancak aklın nuruyla görülür, kalbin ziyası ile sezilir. Hakikat bu iken, insanın Allahu Teâlâ'yı zâtiyle anlamaya zorlanması vehimden başka bir şey değildir. Evet, aklın vazifesi, Cenâb-ı Hakk 'ın kâinatta tezahür eden Kibriya ve azametini, kudret ve hâkimiyetini ve mahlukatında tecelli eden nihayetsiz maharetini, hikmetini, inayetini, lütuf ve keremini temaşa ve tefekkür etmektir. Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyan müteaddit ayetlerinde ve Peygamber Efendimiz, (S..A .V) pek çok hadis-i şeriflerinde bize bu hakikati ders vermişlerdir. İnsan için Allah'ın kudsi mahiyetini idrâk etmek, şu cihetle de imkansızdır; O Vahid-i Ehad'in misli misali yoktur ki insan, kıyas ve temsil yoluyla veya tecrübe tarikiyle yahut tahayyül ve tasavvurla, O'nun kudsi hakikatini anlamaya yol bulabilsin. Bir gül yaprağı üzerinde parlayan bir damla su, semanın genişlik ve derinliğini hakikatiyle kavrayamayacağı gibi, insanın da, o damla misal aklı, hadsiz âlemleri yoktan var eden bir Vacibü'l-Vücudun kudsi mahiyetini kavrayamaz

8-BÜTÜN VARLIK ÂLEMİNİ BEŞ DUYU ÎLE KAVRAMAYA ZORLANMAK

Bazı insanları aldatan sebeplerden biri de beş duyu ile hissedemedikleri hakikatleri inkar etmeleridir. Halbuki, varlık âlemi sadece beş duyu ile hissedilenlerden ibaret değildir. Malumdur ki, insan görme duyusu ile maddi ve cismani varlıkları görür. Dili ile tatlar âlemini, kulağıyla sesler âlemini, burnuyla kokular âlemini hisseder. Halbuki melaike, ruhaniyet, elektrik, yer çekimi, cazibe ve dafia gibi nice hakikatler vardır ki, bunlar ne görülürler, ne işitilirler. Bununla birlikte bu hakikatlerin varlıktan şüphe götürmez. Bu hakikatten gaflet eden bir kısım insanlar "Görmediğime inanmam" diyerek bütün varlık âlemini sadece gözleriyle gördüklerine münhasır kılmakla, büyük bir hayata düşmektedirler. Halbuki, görünmemek olmamaya delil olamaz. Bu âlemde görmediklerimiz, gördüklerimizden çok daha fazladır. Hatta insan vücudunda akıl, hayal, hafıza gibi görünmeyen hakikatler, görünenlerden kat kat ziyâdedir. "Görmediğim şeye inanmam" safsatasının altında aklın vazifesini göze yükleme hurafesi yatmaktadır. Halbuki, insandaki her bir duyu ayrı bir âlemin kapısını açar; birinin vazifesi diğerinden beklenemez. Meselâ; göz, kulağın; burun, dilin vazifesini göremez, însan, gözü ile ne yemeğin tadına, ne bülbülün sesine, ne de gülün kokusuna bakabilir. Göz, bu azaların vazifelerini yapmaktan aciz iken, elbette aklın vazifesini yüklenemez. Malumdur ki, herhangi bir eser göz ile görüldüğü halde, ustası akıl ile idrâk olunur. Görmediğime inanmam diyen bir kimse, bu eserin ustasını inkar durumuna düşer. Aynen Öyle de, bir insanın, kudret mucizesi olan şu muhteşem kâinatı seyr ve temaşa ettiği halde, onun sanatkarını "göremiyorum" diye inkara kalkışması büyük bir hezeyandır. Böyle bir insan, bu kâinatta her an tecelli eden ve Allah'ın varlığını güneş gibi gösteren halk, icat, rızıklandırma, hayat verme gibi hadsiz fiilleri ne ile izah edecektir? Evet, Cenâb-ı Hakk'ın görünmemesi şiddet-i zuhurundandır. Ve zıddının yokluğundandır. Meselâ; atmosferin küremizi her yandan kuşatması gibi, güneşin de bütün feza âlemini cismi ile kuşattığını farz etsek, o zaman güneşi göz ile görmek mümkün olmaz. Artık güneş, şiddet-i zuhurundan görünmez olur. Hem gece gibi bir zıddı da olmadığı için, zıddının yokluğundan güneş görülemez. Bununla beraber ziyası her yerde hazır ve nazır olan o güneşin varlığını inkar etmek nihayetsiz bir cehalet olur. Nuru'l envar olan Allahu azîmüşşânın "şiddet-i zuhurundan ve zıddının ademinden" görünmemesine bu misalin ışığında bir derece bakılabilir. Evet, "Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise maneviyatta kördür.

9-İNSANIN FITRİ VAZİFESİ OLAN İBADETİ BIRAKIP İSYANA GİRMESİ

Cenâb-ı Hakk, bu kâinatı ve idindeki bütün mevcudatı insan için yaratmış ve onu bu âleme en büyük gaye ve netice yapmıştır. Elbette insanın da kainatın fevkinde bir gayesinin olması zaruridir. Bu gaye ise ancak Allah'a iman ve O'na ibadet ve itaat etmektir, ibadet, Cenâb-ı Hakk'ın azamet ve kibriyasını teşbih ve tenzih; nihayetsiz kemâlini tazim ve takdis; hadsiz lütuf ve ihsanına şükür ve hamd etmektir. İnsan, hakiki insaniyet mertebesine ancak ibadet ile çıkabilir. Zira, ibadet, insanın hayvani arzularını kayıt altına alır. Onu Mâbud-u hakikisine yaklaştırır. Kuvve-i akliye, kuvve-i gadabiyye ve kuvve-i şeheviyesini intizam altına alır. Ruhunu inli saf ettirir, kalbini tasfiye eder. insanı yüksek ahlak ve ulvî seciye sahibi kılar. Evet, insanın fıtri vazifesi ibadettir. Bu fıtri vazifeyi terk eden insan, ahlaken sukut eder, hayvani hislerinin mahkumu olur. İçtimai hayatta hak ve hukuk dinlemez, mütecaviz olur. Ruhen tedenni eder, günahların iç yüzündeki dehşetli çirkinliği göremez, işlediği günahlar, onu adım adım inkara doğru götürebilir. Günahları işleye işleye kalbi ve vicdanı kararır. Latifeleri söner, idrâki mefluç olur. Muhakeme kabiliyetini kaybeder. Netice hayra kabiliyeti kalmaz. Malumdur ki, amirinin verdiği vazifeleri yapmayan bir memur, ona karşı önce mahcubiyet duyar. Eğer itaatsizliğe devam ederse sonunda bu mahcubiyet yerini bir nevi düşmanlığa, isyana terk eder. Aynen bu misal gibi insan da, Mâbud-u Bilhak olan Allahu Azîmüşşân’ın emir buyurduğu kulluk vazifelerini terk ettiğinde önce sıkılır, mahcup olur. Günaha devam ede ede, sonra kalbinden Allahu Teâlâ'ya karşı muhabbet ve havf silinir, yerini kin ve iğbirara terk eder. İsyanda ısrar ettikçe, ibadetten hoşlanmamaya ve nefret etmeye başlar. Kaderi tenkit eder, Cenâb-ı Hakk'ın rahmetini ittiham eder. Yaptığı isyanları müdafaa halet-i ruhiyesine girer. Artık böyle bir insan, din ve mukaddesat aleyhindeki iğfal, ifsat ve propagandalara kapılmaya hazır hale gelmiştir. Böyle bir insan uluhiyet, ahiret, kader, haşir gibi imani meselelerde küçük bir vesveseyi, adi bir vehmi kuvvetli bir delil telakki eder. Bu zan ile güya, mesuliyetten kurtulup selamete çıkacağını vehmeder, ifsat komiteleri bu tip insanları kolayca aldatıp kendilerine ram ederler.

10-DİNE AİT HUSUSLARDA İHTİSAS EHLİNE MÜRACAAT EDİLMEMESİ

Günümüz insanı ilmî ve fenni sahalarda haklı olarak, ehl-i ihtisasa müracaat etmektedir. Bu hassasiyeti dini meselelerde çok daha fazlasıyla göstermesi gerekirken, böyle yapmayıp ya kendi aklı ile iktifa etmekte, yahut bu sahada ehliyetsiz kişilerin sözlerine itibar etmektedir. Halbuki, dinde ehil olmayan kişi, başka sahalarda mütehassıs bile olsa, onun sözü dinde hüccet olamaz. Malumdur ki, bir fende mütehassıs olan bir kişi, bir başka fende cahil olabilir. Onun sözü bu fende geçerli değildir. Meselâ; bir doktor tıp ilminde ne kadar terakki ederse etsin, sözü mimarlık ilminde delil kabul edilmez. Bu sahada ona müracaat edilmez. Hakikat böyleyken, mücerret akıl ile kavranılması mümkün olmayan imani, Kur'âni ve dini hakikatlerde insan ne kendi aklına güvenebilir ve ne de bu sahada ehil olmayan kimselerin sözüyle hareket edebilir. Bu hususta ona düşen, dinde ehil zâtlara bizzat müracaat etmek, yahut onların yazdığı eserlere başvurmaktır. Bunu yapmayanlar çoğu zaman kendi arzularını, vehim ve hayallerini fikir ile iltibas etmekle aldanıp, hakikatten uzaklaşmaktadırlar. Kaynak:

Mehmed Kırkıncı Nasıl Aldanıyorlar?-EKEV yayınları Erzurum- Aralık-2000 7. Baskı

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DİĞER YAZILAR

İnsan, bizim kendisini kerih bir nutfeden yarattığımızı görmez mi ki, şimdi o apaçık bir hasım kesilmektedir.

Yasin, 77

GÜNÜN HADİSİ

Ey Allah'ın Resulü," dedim, "şayet Kadir gecesine tevafuk edersem nasıl dua edeyim?" Şu duayı okumamı söyledi: "Allahümme inneke afuvvun, tuhibbu'l-afve fa'fu anni. (Allahım! Sen affedicisin, affı seversin, beni affet.)

Tirmizi, Da'avat 89,Ravi (r.a.): Aişe

TARİHTE BU HAFTA

*Fatih Donanmayı Haliç'e İndirdi.(22 Nisan 1453) *T.B.M.M. Açıldı.(23 Nisan 1920) *Yavuz Sultan Selim Padişah Oldu.( 25 Nisan 1512) *Çernobil Nükleer Faciası.(26 Nisan 1986) *Sultan II.Abdülhamid Han Tahttan İndirildi.(27 Nisan 1909)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI