Cevaplar.Org

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-16

ISPARTA HAYATI(1953’DEN SONRA) "Üstada Isparta'da ev kiraladım" Mehmed Babacan anlatıyor; "1950 senelerinden sonra Isparta'da Fitnat Hanım'ın kocası ölünce evinin bir kısmını Üstad için kiralamıştık. Üstadı Nur Talebelerinden Nuri Benli'nin otelinden bir fayton tutarak Fitnat Hanımdan kiraladığımız eve getirdik. Üstad, Fitnat Hanımın ismine hayret etti. Bu nasıl bir isim diye hayretini belirtti. Fitnat Hanım da, Üstad için bana 'Mehmed Efendi bu zat kimdir?' diye sorunca ben de kendisine şu cevabı vermiştim.


Necmeddin Åžahiner

2016-06-23 17:34:39

ISPARTA HAYATI(1953'DEN SONRA)

"Üstada Isparta'da ev kiraladım"

Mehmed Babacan anlatıyor; "1950 senelerinden sonra Isparta'da Fitnat Hanım'ın kocası ölünce evinin bir kısmını Üstad için kiralamıştık. Üstadı Nur Talebelerinden Nuri Benli'nin otelinden bir fayton tutarak Fitnat Hanımdan kiraladığımız eve getirdik. Üstad, Fitnat Hanımın ismine hayret etti. Bu nasıl bir isim diye hayretini belirtti. Fitnat Hanım da, Üstad için bana 'Mehmed Efendi bu zat kimdir?' diye sorunca ben de kendisine şu cevabı vermiştim.

"Bu zat Bediüzzaman'dır. Hazret-i Peygamberin merkadini getirip senin evine koydular. Bu zat onun torunudur.(C:2, s: 44-45)

Tahiri Mutlu anlatıyor; "Üstadımız, Barla'ya nefyedilmişti. Bana Isparta'da bir ev kiralamamızı ve ara sıra gidip orada kalacağını söyledi.

İnsanların Üstadın ziyaretine gelmeye cesaret edemediği ve hatta selam vermekten bile korktuğu o zamanlar, Isparta'da hiç kimse korkusundan evini kiraya vermedi. Fitnat adında dul bir hanımefendi "Ben evimi üstada kiraya veririm, kimseden de korkmam. Ev benim değil mi?" diyerek, evini üstada kiraya verdi. Fitnat Hanım, Üstat'la eve bakmaya geldiğimizi duyunca iki sandalye gönderdi ve arkasından da kahve yapıp Üstada ikram etti. Üstad kahveyi içip teşekkür etti. Üstadın bir âdeti vardı. Üstad her 15 günde bir kendi parası ile 150 gram koyun eti alır, onu iki defa çektirir ve Fitnat Hanım Köfte yapar, ben de Üstada getirirdim. Bu hâl epey zaman devam etti. 

 Yine bir gün Fitnat Hanım köfteyi yaptı ben de Üstada getirdim, fakat bu kez üstad celalli bir şekilde ben o köfteyi yemem, onu geri götür dedi. Ben de köfteyi Fitnat Hanımefendi'ye geri getirdim ve durumu izah ettim. Fitnat Hanım: "Gel Tahir efendi gel, o kabahat benim." diyerek şöyle bir itirafta bulundu; "Tahir Efendi, bu kez köfte yaparken, keşke bu zat ile nikâhlansam da doğrudan onun her türlü hizmetinde bulunsam ve aracıları ortadan kaldırsam, diye içimden geçirmiştim. Demek onun için köfteyi yemeyip iade etti." (M. Kırkıncı, Hayatım Hatıralarım, s: 53-54)

Mehmed Babacan anlatıyor; "Üstad Bediüzzaman'la bir kaç kere seyahatlerimiz de olmuştu. 1950'lerden sonra Eskişehir Yıldız Oteli'nden alarak Isparta'ya getirmiştim. Daha sonra 1952 başlarında İstanbul'da açılan Gençlik Rehberi mahkemesi için İstanbul'a giderken ben de Üstada refakat etmiştim. Kendilerini Sirkeci'deki Akşehir Palas Oteli'ne indirmiştim. Kendileri otele inince, "Sen, biraz git de İstanbul'u gez' demişti.

"Eskişehir Yıldız Otelinden alıp Isparta'ya getirmek için Urgancı Hilmi ile birlikte gitmiştik. Yıldız Otelinde akşamdan sonra gördüğümde bambaşka bir ibadet halindeydi. O ulvî halleri anlatabilmem mümkün değil, akşamdan sonra odasına girdiğimde bana rahatsız ettiğim için çok kızmıştı.

***

"Üstad Hazretlerini İsmet Gülcügil'in arabasıyla İstanbul'a götürmüştüm. Üstad ismini sorduğunda şoförümüz 'İsmet' deyince, Üstad 'Bırak şu pis herifi, senin ismin Mâsum olsun bundan sonra' demişti. Ayrıca yolda İsmet Gülcügil'in arabayı durdurarak sigara içmesine de kızdı. 'Gel sigarayı burada iç, beklemeyelim, gençken ben de sigara içtim' demişti. Yine Üstad Hazretleriyle bir gün Findos köyüne gitmiştik. Üstad namazdan sonra bana 'Fatiha ile namaz tamamdır' dedi.

"Otobüs tutarak beraberce Isparta-Gölcük'e gitmiştik. Yolda otobüs bozulup da durunca Üstad Aşçı Ali'nin motosikletine binerek yola devam etmişti. Üstad Gölcük'ü çok severdi. Oradaki İlâhî güzelliğe hayrandı. Oranın güzelliğini saatlerce seyredip, tefekkür ederdi. Bir defasında: 'Bu mübarek göle günde altı damla Cennetten iniyor. Bu damlalar bu mübarek şehir Isparta'yı ihya ediyor' demişti."(C:2, s:43-44)

"Isparta'da Üstada ev aranıyor"

 Bayram Yüksel anlatıyor;"Üstadı otelin bir odasına yerleştiriyorlar. Fakat Üstad sıkılıyor. Hem beton, hem de bakırcılar çarşısı olduğundan çok fazla gürültü oluyor. 'Bana bir yer bulun' diyor.

"Terzi Mehmed Ağabey ev arıyor, fakat kimse ev vermiyor. Hususan Üstadımızın ismini duyunca korkuyorlar. Terzi Mehmed Ağabey, Tenekeci Hattat Mehmet Ağabeye gidiyor ve şöyle diyor:

"Hoca Efendi bulunduğu yerden rahatsız oluyor, 'Ben burayı terk edeceğim, bana ev bulun' diyor. Kime gittimse millet korkuyor. Ben de ne yapacağımı şaştım.'

"Bunun üzerine şöyle diyor: 'Beylerin Fıtnat Hanımın evinin üst katı boş, o yazın evi Antalyalılara kiraya veriyor, ona sor.'

"Gidiyor, Fıtnat Hanımın kapısını çalıyor, 'Yukarısı kiralık mı?' diye soruyor.

"Evet, kiralık' diyor.

"Kaç para?'

"50 lira.'

"Hemen 50 lirayı veriyor, evi tutuyor. Fıtnat Hanım, 'Kime tutacaksın' diye sormuyor. Merhumun efendisi Terzi Mehmet Ağabeyin asker arkadaşı ve komşusu olduğu için tanışıyorlarmış.

"Terzi Mehmet Ağabey eski ağabeyleri topluyor, 'Hoca Efendiye evi tuttum, fakat yatak ve yorganı yok' diyor. Ağabeylerin bazıları yatak, bazıları yorgan, kilim bazıları da somya ve hasır veriyorlar, evi hazırlıyorlar. Üstadımızı götürüyorlar. Üstadımız çok seviniyor, 'Tam, tam benim arzu ettiğim ev' diyor. O zaman oradan Antalya yolu geçmiyordu. Hep kavaklık, bahçelik idi.

"Hemen bizi çağırdılar. Ceylan Ağabey ve Abdülmuhsin'le birlikte Eskişehir'den Isparta'ya geldik. Abdülmuhsin'in yanında teksir makinası da vardı. Otuzuncu Söz ve Tiryak gibi eserleri teksir ediyorduk.

"Peygamberimizin merkadini Üstadın yattığı yerde gördüm"

"Birgün ev sahibinin dünürü, yani gelinin babası, Terzi Mehmet Ağabeye geliyor, 'Bizim kız küs, Hoca Efendi bunların arasını bulsun' diyor. Terzi Mehmet Ağabey de geldi. Üstadımıza söyledi. Üstadımız da Tahiri Ağabeyle bizi aldı, merdivenden Üstadımızla beraber kapıya kadar indik. Kapıyı çaldık. Fıtnat Hanım geldi. Üstadımız, 'Hemşire Hanım. Misafirin hatırı kırılmaz, oğlunla gelinin arasını bul' dedi. 

"O da, 'Pekiyi efendim' dedi.

"Üstadımız odasına girince, 'Bu kim?' diye sordu.

"Tahiri AÄŸabey, 'Sen bilmiyor musun?' dedi.

"O da, 'Hayır' dedi.

"Bu Bediüzzaman Hazretleri' dedi.

"O zaman Fıtnat Hanım şöyle dedi:

"Hoca Efendi buraya gelmeden bir hafta evvel, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimizin merkadını Hoca Efendinin yattığı yerde gördüm.'

"Fıtnat Hanım ondan sonra Nur Talebesi oldu.

"Üstadımız bize her zaman şöyle derdi: 'Bir kadınla bir erkek ikisi yalnız konuşmasın, konuşulduğu zaman, ya kadın iki kişi olmalı veya erkek iki kişi olmalı, şer'an caiz değil.'

 Ders baklavası

"Sabah dersinden sonra bize, ders baklavası diye bir teberrük verirdi. Yani bir elması varsa, bıçakla parçalayıp kur'a çekerdik. İlk kur'a kime isabet etse ilk sefer o alır, bazen bir salkım üzümü kaç kişi olsak kur'a çekerek paylaşırdık. Bazen Isparta'da yapılan beyaz kurabiye tatlısından aldırırdı. Dersi evvelâ Üstadımız okur, sonra sırayla hep okurduk. O zamanlar hatt-ı Kur'ân'dan ders yapardık. Yeni yazı eserler yoktu. Fakat lahika mektupları hem el yazısı, hem hatt-ı Kur'ân'la teksir edilerek çoğaltılırdı.

"O sırada Sebilürreşad gibi dindar mecmualarda Üstaddan ve Risale-i Nurdan bahisler çıkardı. Üstadımız onları bizlere yazdırırdı. Bazan güzel yazılar çıkarsa lahika olarak neşrettirirdi.

 "Nurlarla iştigale ehemmiyet verirdi"

"Üstadımız Risale-i Nurun neşri, okunup yazılması gibi bizzat Nurlarla iştigale ehemmiyet vermekte ve talebelerini daima teşvik etmekte idi. Bunun lüzum ve hikmeti ise şüphesiz izahtan varestedir.

"Risale-i Nur, Kur'ân-ı Hakîm'in bir mucize-i mâneviyesi ve bu zamanın dinsizliğine karşı mânevî bir atom bombası olarak; dinsizlik, imansızlık cereyanının maneviyat-ı kalbiyeyi tahribine mukabil, tamir edip, iman-ı tahkikiden gelen muazzam bir kudret ve kuvvete istinadı, okuyanların, yazanların kalblerine kazandırıyor. Tefekkür-ü imânî dersi ile tabiiyyunun ve maddiyunun boğulduğu aynı meselelerde tevhid nurunu gösteriyor. İman hakikatlerini madde âleminden temsiller ve deliller gösterek izah ediyor. Risale-i Nur bu asrın idrakine, zamanın anlayışına hitap eden, bu zamanın ihtiyacına en muvafık tarzı gösteren, ders veren, doğrudan doğruya feyiz ve ilham tarıkıyla gelen, Kur'ân-ı Hakîm'in bu zamanın fehmine uygun mânevî bir atom bombasıdır.

"Hem Üstadımız mektuplarında, dahilde tarafgirâne adavet ve münakaşalara vesile olan fürüatla meşgul değil, belki 'bütün nev-i beşerin en ehemmiyetli meselesi olan erkân-ı imaniyeyi ve beşerin medâr-ı saadeti ve umum İslâmın esas rabıta-yı uhuvveti bulunan Kur'ân'ın hakaik-i imaniyesini bulmak ve muhtaçlara buldurmaya diniyenin umumunu tazammun eden vüs'at ve câmiiyeti hâiz bulunduğunu, dinî hizmetlerin her nevini teyit ve teşvik ettiğini cadde-i kübrâ-yı Kur'âniye olan Risale-i Nur dersinin umum ehl-i iman ve İslâma şamil bulunduğunu ifade ediyor. Ve yine mektubunda devamla; 'Hatta değil Müslümanlarla, dindar Hıristiyanlarla dost olup adaveti bırakmaya çalışıyorum' diyor.

 Ziyaretçiler

"Üstadımız ziyaretine gelenlere, 'Kardeşim, sen bana dua et, ben de sana dua edeceğim. Hadiste var: Gıyâbî yapılan dua daha makbuldür. Ben senin ağzınla günah işlemedim. Sen de benim ağzımla günah işlemedin. Onun için gıyâbî yapılan dualar daha makbuldür. Bana ismimle dua et, ben de sana dua edeceğim' derdi. Ziyarete gelenler de, 'Üstadım bize dua et' derlerdi. Üstadımız da, 'Bize dua eden, bizim dualarımıza dâhil olur' derdi.

 Mezar taşlarının verdiği ders

"Yolculuk anında olsun, kırlarda gezerken olsun, rastgelen kabirlere dua ederdi. Birgün, 'Bu kabir taşları canlı birer muallim gibi ihtar ediyor. Bu kabir taşları, 'Sizler de buraya geleceksiniz' diye lisan-ı haliyle ders veriyor. Şimdi ise ehl-i dünya iptâl-i his nevinden kabirleri şehirlerin dışına çıkarıyorlar. Tâ ki ölümü hatırlamasınlar. Eskiden herkesin kabri evinin önünde idi. Sabahleyin kalktığında kabir taşlarını görünce Fatiha okuyordu. Kabir taşları canlı birer muallim vazifesi yapıyordu. 'Siz de buraya gideceksiniz' diye ihtar ediyordu' diyerek bize ders verdi.

 Cüz taksim ederek hatim yapma usulü

"Mübarek, muallâ Üstadımız üç aylar girdiğinde Isparda'daki Nur Talebelerine hatim için Kur'ân-ı Kerim taksim ettirir, herkese bir cüz vererek vazife taksimi yapardı. Isparta, Sav, Kuleönü, Atabey, Bozanönü gibi mübarek Nur hizmeti ile müşerref olmuş, mübarek köylere cüzleri taksim ettirir, böylece mübarek şuhur-u selasede hergün hatim indirilirdi. O zaman bütün duasını umum Nur Talebeleri namına Üstadımız yapardı. Başta Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm ve âli, ashabı olmak üzere bütün ehl-i iman ve Nur Talebelerine bağışlardı.

 "İstikbaldeki Nur Talebelerine dua ediyorum"

"Gece erken kalkar, teheccüd namazını kılardı. Evradlarını, bütün dualarını sabah namazına bir saat kala bitirirdi. Ellerini dergâh-ı İlahiyeye açar, uzun uzun dua ederdi. Bu dua bir saat devam ederdi. O anda bizler giremezdik. Ancak dua bittikten sonra girebildik. 'Hatta benim bir dua vaktim var, o anda melaike de gelse kabul etmem' demişti. 'Hem istikbaldeki Nur Talebelerine dua ediyorum' derdi.

"Üstadımız yatsı namazını kılınca fazla beklemez hemen yatardı.

 "İsmen duaya ehemmiyet verirdi"

"Mübarek Üstadımızın Isparda'daki menzilinde başucunda beş metre uzunluğunda, bir metre eninde bir şecere vardı. Peygamberimizin (s.a.v) âl-i beytinden, evradlarında ism-i şerifleri olan zatların nereden geldiğini ayrı ayrı oklarla gösteriyordu. Çok arzu etmeme rağmen saymaya bir türlü muvaffak olamadım. Üstadımız dua ederken isim üzerine çok ehemmiyet verirdi. Bazı Nur Talebeleri, Üstadımızı ziyaret ettiklerinde Üstadımız isimlerini yazdırırdı. Başucuna koyar, o ismi ezberleyinceye kadar yanında muhafaza ederdi. Ve şöyle misal verirdi: 'Nasıl ki bir yere mektup attığınızda zarfın üzerine güzel yazarsanız, gideceği yere güzel gider, dua ederken de ismiyle zikredilirse daha iyi olur' derdi.

 "Gıyâbî yapılan dua daha makbul olur"

"Üstadımız, 'Hem gıyâbî yapılan dua daha makbul olur. Çünkü ben senin ağzınla günah işlemedim, sen de benim ağzımla işlemedin. Onun için gıyâbî yapılan dualar daha makbul olur. Dua bir iksirdir, toprağı gümüş yapar, gümüşü de altın yapar' derdi.

 "Oruçta ve bayramda takvime göre amel ederdi"

"Üstadımız Türkiye takvimine göre amel ederdi. Yeni yazı takvimden hatt-ı Kur'âniyeye çevirttirir, onu başucuna astırırdı. Şimdi olduğu gibi o zaman da Ramazan'da bazen bir gün evvel oruç tutanlar, bayram edenler olurdu. Üstadımıza söylerdik. O hiç ehemmiyet vermezdi. Hattâ birgün Tahirî Ağabey, 'Bugün Arabistan'da bayram' dediğinde Üstad, takvimi göstererek; 'Kardeşim ben Türkiye'ye göre amel ediyorum' diye cevap verdi. Bilâhare bir dersinde, 'Ben de öyle yaparsam, fitneye vesile olur' demişti.

 "Camiye devam ediyordu"

"Üstadımız Emirdağ'a ilk geldiğinde hem cumaya, hem de vakit namazına camiye devam ediyordu. Sonra yeni gelen kaymakam hem vakit namazından, hem de cumaya gitmekten men etmiş.

"1953'te Isparta'ya vardığımızda her hafta Cuma günleri Ulu Cami'ye namaz kılmaya Üstadımızla beraber giderdik. Hattâ benim üzerimde Kore elbisesi vardı. Bir seneyi geçmişti. Emniyet müdürü, 'Bunun müddeti geçti, çıkar' dedi. Üstadımızsa çıkarttırmazdı. Eskiyinceye kadar çıkarttırmadı. Beni asker elbisesi ile götürürdü. Ulu Cami çok fazla kalabalık olmaya başlamıştı. Emniyet müdürü, Ceylân Ağabey ile beni çağırdı. 'Hoca Efendiden rica ediyorum, çok kalabalık oluyor. Biz burada telaş ediyoruz' dedi. Biz de aynen Üstadımıza arz ettik. Üstadımız, 'Ben zaten Hanefi mezhebini takliden cuma namazını kılıyorum. Çünkü bizim Şafiî mezhebinde imam arkasında kırk kişi Fatiha okuması gerekir' dedi. Barla'da ekseri vakitlerde Üstadımız hem vakit namazına, hem cuma namazına iştirak ediyordu.

 Üstadın yemesi ve içmesi

"Üstadımız çok az yerdi, yediği zaman da beş saat geçmeyince tekrar yemek yemezdi. Yemekten sonra da iki saat geçmeyince su içmezdi, saate bakar, on dakika da olsa, 'Daha iki saat olmadı' diye beklerdi. İki saat olduğunda su içerdi. Suyu çok soğuk içerdi. İlk zamanları malum buzdolapları yoktu. Üstadımız da çok soğuk suyu arzu ederdi. Suyun içine buz bulduğumuzda buz koyardık. Termosa çok zamanlar buz bulamıyorduk. Meselâ o zaman Isparta'da iki adet eczane vardı, birisinde buzdolabı vardı. Rica eder, parası ile ondan buz alırdık. Bol su ile yıkar, termosa doldururduk. Buzu termosa koyarken Üstadımız başımızda durur, 'Ben de size yardım edeyim, ben de iştirak edeyim, bu iştirakten beni mahrum etmeyin' derdi.

 "İçeceği suya dikkat ederdi"

"Isparta'ya ilk vardığımız zamanlar suyu Kirazlıdere yolu üzerindeki Piri Efendi çeşmesinden getirttirirdi. Çok güzel su, fakat fazla soğuk değildi. Ekseri, Üstadın çok sevdiği, yazın çok soğuk ve lezzetli, kışın da normal olan Sidre'den su getirirdik. Bazı gün akşam sabah iki sefer getirirdik. İki sene böyle devam etti.

"Sidre, Isparta'nın batısında yüksek bir yerdi. Isparta'nın meşhur evliyalarından, kırk günde bir yemek yiyen Osman Halit Efendi burada vakit geçirirmiş. O mübarek zat Üstaddan haber verirken, 'Bu asrın müceddidi bugün dünyaya geldi. Ben göremeyeceğim, fakat benim oğlum inşaallah görecek' demiş. Nitekim seneler sonra o zatın sözü tahakkuk etti. Oğlu Keçeci Mustafa, Üstadımıza talebe oldu ve onunla Eskişehir Hapishanesi'ne gitti.

"Birgün, soğuk su içmesinin, zehirin tesirinden olduğunu söyledi. Kendisine zehir enjekte edilen iğnenin yeri, göğsünde hâlâ belli idi. Uzun zaman akmış. Bizim zamanımızda kurumuş gördük.

"Üstad çayı fazla içmezdi. Hararet olduğu zamanlarda, limonlu bir bardak ancak içerdi. Limonu çok severdi. Yemeklerinde de limon kullanırdı. Limon her zaman bulunmazdı. Limon bulunmadığı zamanlar çayına çok cüz'î limon tuzu kordu.

 "Üstada nasıl yemek yapardık?"

"Üstadın yemekleri çok sade idi. Ekseri yemekleri şehriye çorbası, pirinç çorbası, sulu yemekler, yoğurt ve yumurta idi. Sulu yemeklere muhakkak yoğurt katardı. Üstadımızın hiç dişi yoktu. Son dişi 1948'de Afyon Hapishanesi'nde düşmüş.

"Üstadımız yemekleri ekseri şu şekilde pişirttirirdi:

"Meselâ küçük bir sefer tasına az su koyarız. Bir çay kaşığı tereyağı, çok cüz'î tuz, beraber kaynamaya başladığında, yumurtayı kırarız. (Üstadımız yumurtayı yıkattırırdı.) Yumurtanın beyazı pişmeye başladığında içine ekmek doğrarız. Üstadımız kat'iyen yağı yaktırmazdı.

"Şehriye çorbası olsun, pirinç çorbası olsun, onlar da biraz su ile kaynamaya başladığında yumurtayı kırarız. Yumurtanın beyazı piştiğinde içine yoğurdu koruz, karıştırırız. Hafif kaynadığında indiririz. Üstadımız afiyetle yerdi.

"Üstad, sarımsağı hiç yemezdi. Bizler soğan kullanırdık yemeklere. 

"Yarım ekmek alırdık (bazen de bütün). Bu ekmek bir hafta giderdi. Ekmeği getirirken ve alırken çok dikkat eder, beyaz torbanın içinde getirirdik. Nazardan ve zehirden çok sakınırdı. Çünkü Üstadımızı zehirlemek için çok desiselere başvururlardı.

 Üstadın et ve meyve yemesi

"Üstadım on beş günde bir et yerdi. Taze koyun eti alır, çok pişirirdik, bazen de köfte yaptırırdık. Emirdağ'da Çalışkan hanedanının evine, yâni Ceylân Ağabeyin annesine, Isparta'da ise eve sahibesi Fıtnat Anneye yaptırırdı. Aldığımız kıymayı iki üç sefer makinada çektirirdik. Yoğurtlardan da inek yoğurdu yerdi. Koyun v.s. yoğurdu yemezdi.Yemeklerden sonra da Üstadımız muhakkak, az da olsa tatlı yerdi. Meselâ Isparta'da yapılan beyaz kurabiye çok yumuşak olurdu. Onu kaşıkla ezer, toz haline getirir, kaşıkla yerdi. Üstad kavunu da sever, kaşıkla yerdi. Üzümün kabuğunu ve çekirdeğini ayırır, domatesin de kabuğunu soyardı.

 "Fıtrî uyku beş saat"

"Üstadımız, bir insana kâfi gelmeyecek kadar az yer ve az uyurdu. Bize de derdi ki: 'Fıtrî uyku beş saattir.' Geceleri sabaha kadar dua, niyaz ve ibadette bulunurdu. Yaz ve kış âdetini hiç değiştirmez, teheccüd namazını devamlı kılar, münacaat ve evradların asla terketmezlerdi. Hem Isparta'da, hem Barla'da, hem Emirdağ'da, komşuları bizlere, 'Ne zaman Üstadın evine geceleri baksak, Üstadın odasında ışık yandığını görür, hazin edasıyla dua ettiğini duyardık' derlerdi. Üstadımız her zaman abdestli olurdu. Üstad duhâ namazını da hiç geçirmezdi. Bu namazı güneş doğduktan 45 dakika sonra kılardı.

 "Boş vakit geçirmezdi"

"Hiçbir zaman mübarek vaktini boş geçirmez, ya okur, ya tashihle meşgul olur veya okutturur, dinlerdi.

 "Onunla birlikte olunca hiç yorulmazdık"

"Üstadımızın konuşmasında o kadar letafet vardı ki, o derece feyizliydi ki, sabahtan akşama kadar o vaziyette ders alsak, yol yürüsek, zahmet çeksek, aç kalsak, içimizden zerre kadar sıkılma gelmez, hattâ bazen sıkıntılı hallerimizde Üstadımızın sima-i mübareklerine baktığımız zaman içimizde bir ferahlık gelirdi.

 "Bize bir şevk, bir cevvaliyet gelir, gece-gündüz çalışsak, uyumasak yorgunlak hissetmezdik.

 "Sadece Risale-i Nurla meşgul olurdu"

"Üstadımız Risale-i Nurun hizmetini herşeye tercih ederdi. Hiçbir zaman başka kitablarla meşgul olduğunu görmedik. Daima Risale-i Nurların neşri, telifi, tashihi, okuması, yazması ve lahika mektupları gibi hizmetlerle meşgul olurdu. Bize de şu dersi verirdi:

"Bakın, ben başka kitaplarla meşgul olmuyorum. Siz de Risale-i Nurdan başka kitaplarla meşgul olmayın. Risale-i Nur size kâfidir.

"Risale-i Nurun gıda ve taam hükmündeki hakikatlarından hem akıl, hem kalb, hem ruh, hem nefis, hem his hisselerini alabilir. Yoksa yalnız akıl cüz'i bir hisse alır, ötekiler gıdasız kalabilirler. Risale-i Nur sair ilimler gibi okunmamalı. Çünkü ondaki iman-ı tahkikî ilimleri başka ilimlere ve maariflere benzemez. Akıldan başka çok letâif-i insaniyenin kût ve nurudur.'

 "Kalbimizden geçenleri bilirdi"

"Üstadımız bizim hatırat-ı kalbimizi bizden ziyade okur, bizim haberimiz olmadan ufacık bir meseleyi bahane eder, şiddetle ikaz ederdi. Günler geçtikten sonra, mübarek Üstadımızın ikaz ettiği şeyle karşılaşır, aklımız başımıza gelirdi. 'Fesübhanallah, bu meseleden dolayı bizlere ders vermişti' derdik.

 "Temiz havayı çok severdi"

"Üstadımız temiz havayı çok severdi. Hemen hemen yaz-kış temiz hava almak için dışarı çıkardı. Üstadımızın hem güneş gözlüğü, hem şemsiyesi, hem de okuma gözlüğü vardı. Dışarı çıktığında muhakkak güneş gözlüğünü takar, şemsiyesini eline alır, çok dinç yürürdü. Üstadımız bizimle beraber yürümezdi. Bizler ya elli metre önden veya elli metre arkadan yürürdük. Bazen fayton, bazen araba ile temiz hava almak için çıkardık.

"Eserlerin baskısını takip ederdi"

"Üstadımız eserlerin sıhhatine çok dikkat ederdi. Hattâ yeni harflere çevirilirken Tahiri Ağabeyle Ceylan Ağabeyi gönderir, 'Çok dikkat edin' derdi.

"Risale-i Nur Külliyatı'nın 1955'ten sonra yeni harflerle Ankara, İstanbul, Antalya ve Samsun'da basılmaya başlandığında Üstadımız âdeta bayram ediyordu. 'Risale-i Nur bayramıdır' derdi. Sözler mecmuası ilk matbaaya verildiğinde, 'Ben bunu bekliyordum. Bu bitsin, ben âhirete gideceğim' dedi. O bitti, Mektubat başladı, 'Bunu da görsem gideceğim' dedi. Ondan sonra Lem'alar, İşarâtü'l-İ'caz, Mesnevî-i Nuriye, Asâ-yı Mûsa, Şûalar, Tarihçe-i Hayat ve en son Bediüzzaman Cevap Veriyor basıldı. Her kitap baskıya verildiğinde, 'Ya Rabbi, bunu görsem gideceğim, bu günleri bekliyordum' derdi.

"Hattâ birgün Sözler mecmuası ilk çıktığında Said Özdemir kardeşimiz Üstadımıza göndermişti. Üstadımız çok sevindi. Ağabeyimize hediye etmek istedi. O da 'Üstadım, bu yeni yazıya nasıl müsaade ettin?' dediğinde Üstadımız, 'İmanı kurtarmak lâzım, bunu Maarif'le Diyanet basıyor' dedi. Said Özdemir kardeşimiz o zaman Diyanet İşlerinde memurdu. Atıf Ural Hukuk Fakültesi'nde talebe, Tahsin Tola da milletvekili idi. Bunlar beraber basıyorlardı. Üstadımız onu kastederek, 'Diyanet ve Maarif basıyor. İmanı kurtarmak lâzım' diyerek ağabeyimize ısrarla verdi. Ağabeyimiz almadı. 'Kardeşim, sizin çekirdekleriniz meyve oldu, meyveler ağaç oldu. Bunlar hep sizin hizmetiniz' dedi. Fakat mübarek ağabeyimiz yine almadı. 

"Kırmızı cildi tercih ederdi"

"Mecmualar ciltlenip geldiğinde Üstadımız bayram ediyordu. Cilt işleri İstanbul'da yapılırdı. İstanbul'daki neşriyatı Ahmet Aytimur kardeşle Mehmet Fırıncı ve Mehmet Emin Birinci kardeşlerimiz beraber yaparlardı. Ankara'daki neşriyatı ise, Said Özdemir, Atıf Ural, Mustafa Türkmenoğlu, Tahsin Tola beraber yaparlardı. Üstadımız kırmızı ciltleri tercih ederdi. Formalar gelmeye başladığında, Üstad hâtt-ı Kur'ânla takip eder, bizler de yeni yazıyla. Her mecmua matbaada basılıp ciltli olarak geldiğinde, kapağından başlar, baş sahifesinden sonuna kadar o mecmua bitinceye kadar derslerimizi ondan yapardık. O mecmua bittiğinde sırasıyla diğer mecmuaları okurduk.

Arabî Mesnevi-i Nurîye'den ders

"Risaleler yeni yazıyla basılmadan evvel 1953'te Isparta'ya vardığımızda Üstadımız Arabî Mesnevi-i Nuriye'den derse başlamıştı. Çok güzel izah ediyordu. Âdeta yirmi yaşındaki genç ve faal birisi gibi beş-altı saat derse devam ederdi. Okudukça gençleşiyordu. Bizler tahammül edemezdik. Sabah namazından sonra başlar, tâ öğle namazına kadar sürerdi. Bu derslere Tahirî, Zübeyir, Sungur ve Ceylân Ağabeylerle beraber iştirak ederdik. Arabî Mesnevi-i Nuriye'yi üç sefer okuduk. İşaratü'l-İ'caz'ı da yarısına kadar aynı şekilde okuduk. Yarısından sonrasını, Üstadımız Çamdağı'nda ve Barla'da Zübeyir ve Sungur Ağabeyle, Ziya Arun kardeşimizle bize okuttular. Isparta'da okuduğumuzda bazen Sungur Ağabey gelir, birkaç gün kalır, Üstadımız Risale-i Nur hizmetleri için, kendisini Ankara'ya gönderirdi. Mustafa Ezener Ağabey de bazen iştirak ederdi. Bu ders çok feyizli olurdu. Üstadımız, Ceylân Ağabey gelmeyince derse başlamazdı. İçimizde Arapça'yı en güzel anlayandı.

 "Eserlerin tashihine çok önem verirdi"

"Risale-i Nurlar, yeni yazıyla Ankara ve İstanbul'dan geldiğinde tashih eder, tashihten sonra, eğer elle gelmişse elden, posta ile gelmişse posta ile acele gönderdik. Gelen formaların tashih işlerin bitirip göndermeyince, hiçbir işe bakmaz ve baktırmazdı. Âdeta asker gibi veya saat gibi dakikti. Bir hizmeti anında yaptırırdı. Kırlara gittiğimizde bazen, 'Hemen döneceğiz' derdi. Bakardık ki, Ankara'dan veya İstanbul'dan bir üniversiteli kardeşimiz gelmiş, formaları getirmiş, Üstadımızı bekliyor. Hem formayı getirir, hem Üstadımızı ziyaret ederdi. Üstadımız yüksek tahsil gençliğine çok önem verir, daima onları Risale-i Nuru okumaya teşvik ederdi. Formalar tashih olduktan sonra yerlerine gönderilince posta ile gitmişse, telefon ettirir, yerine ulaştığını öğrenince rahatlarlardı. Biz de gönderdiğimizde

Üstadımıza tekmil verirdik. 'Posta veyahut filanca şahısla gönderdik, Üstadım' derdik. Hizmeti, vaktinde ifa ettiğimizden Üstad da memnun olurdu. 

"Risale-i Nurların neşrine çok sevinirdi"

"Risale-i Nur matbaalarında neşr olunmaya başladığında Üstadımız yerinde duramıyordu. Bir faaliyet, bir gayret, bir cevvaliyet... Sevincinden âdeta yerinde duramıyordu. Öyle haller oldu ki, dünyayı tayeran etmek istiyordu. Bazen yaya, bazen vasıta ile Isparta'nın gül bahçelerine, bazen Kirazlıdere, Ayazma, Gölcük, bazen Eğirdir Gölü kenarlarına, Barla bahçelerine, Karakavak, Kabristan, Karadut gibi Nur'un menzil ve menzilciklerine gider, gezer, dolaşır, dönerdik. Üstadımız Eğirdir'den Barla'ya atla giderdi. Birimiz atı çeker, birimiz Üstadı tutar, birimiz de Üstadımızın ibrik, termos, seccade gibi eşyalarını taşırdık. Barla'ya vardığımızda yorgunluk, hastalık dinlemezdi. Hiçbir zaman Üstadımızı boş dururken görmedik. 'Geliniz, biriniz bana ders okuyun, biriniz suya gidin, biriniz de yoğurt, yumurta bulun, yemek yapın' derdi.

"Bir saat mesafede Çam Dağı yolu üzerinde Güdük suyu vardı. Suyu bazen oradan, bazen de Karakavak gibi yerlerden getirirdik. Karakavak veyahut Güdük suyundan geldiğimizde bazen Üstadımız, 'Hazır olun vasıtaya bakın, Ankara, İstanbul'dan formalar gelmiştir. Hemen gideceğiz' derdi. Eğer vasıta bulmuşsak, vasıta ile Eğirdir'e kadar giderdik. Gidip gelirken yollarda Üstadımız, ders okutturur, dinlerdi. Çam Dağı'na çıkarken de okuttururdu. 'Maşaallah, çok güzel istifade ettik seyyar medresemizde' derdi.

"Ä°ÅŸlek"

"Üstadımız, Barla civarında fazla merkep kullandığı için, 'Bunlara eşek demeyin, hayvana hakaret oluyor. İşlek deyin, çünkü bunlar çok çalışkan hayvanlardır' derdi. Üstadımız hergün şemsiyesini alır çıkar, bizler de arkasından giderdik.

"Isparta'nın yakın menzillerine veya Isparta'ya nazır tepelere çıkar, oralardan Isparta'yı temaşa ederdi. Bazen yol kenarlarındaki asmaların salkımlarını saydırırdı. Ondaki sanat-ı İlâhiyeyi izah ederdi. Üzümlerin kudret helvası olduğunu söylerdi. Sidre ve Ayazma ağaçlık yerlerdir. Ispartalılar Cuma ve Pazar günleri istirahat için oralara giderlerdi. Halkın olmadığı günlerde biz de Üstadımızla oralara giderdik.

"Hocam beni affet"

"Birgün Ayazma'da Üstadımız arabanın içinde Cevşen okuyordu. Bizler de etrafında ayrı ayrı yerlerde Nurlardan okuyorduk. O anda bir sarhoş, 'Hocam beni affet, bana dua et' diye bağırarak Üstadımıza doğru yürüdü. Ben bırakmadım. Üzeri fena kokuyordu. Üstadımız, 'Bırak gelsin' dedi. Üstadın yanına beraber gittik, Üstadın ellerine sarıldı, 'Hocam beni affet, bana dua et' dedi. Hakikaten, mübarek Üstadımız da dua etti. 'Ya Rabbi, bu kardeşimizi kurtar' diyerek okşadı. 'İnşallah kurtulursun' dedi. Bir ayda onun kurtulduğunu haber aldık. Kendisi tenekecilik yapardı.

"Ä°nÅŸaallah kurtulursun"

"Yine bir gün akşamüstü Sidre'den Üstadımıza su getiriyordum. Akşam namazı olmuştu. Kapının önünde beli bükülmüş yetmiş-seksen yaşlarında iki kadın duruyordu. Kapı açık vaziyette ve biri kapının iç tarafında idi. Çok taaccüp ettim. Bizim kapı daima kapalı idi. Kapı nasıl açılmıştı da bunlar içeri girmişti? Bir sarhoşu da merdivenlerden çıkarken yakaladım. Çok hayret ettim. O saatlerde bizim kapı muhakkak kilitli olurdu. Sarhoşla münakaşamıza Tahirî, Zübeyir ve Ceylân ağabeyler geldiler, onlar da hayret ettiler. Üstadımızın odasında akşam namazı kılıyordu. O vakitlerde evimizin önünde daima polis beklerdi. Allah'tan ki, o anda onlar da yokmuş, olsaydılar kim bilir ne iftiralar uydururlardı. Kadınları dışarıya çıkardık. Sarhoşu da Üstadımıza anlattık. Üstadımız da çok taaccüp etti, şefkatle dua etti, 'İnşaallah kurtulursun' dedi. Sarhoş merdivenden bağırarak indi. 'Baba beni kurtar, baba beni kurtar' diyordu. Bir zaman sonra annesiyle, teyzesini gördüğümüzde, evlâtlarının kurtulduğunu söylediler. 'Allah razı olsun, sizden ve Hoca Efendiden, çocuğumuz kurtuldu' diye bize dua ediyorlardı.

 "Jip almaya karar verdik"

"Mübarek, muallâ Üstadımız Isparta civarında gezerken çok yorulurdu. Dönüşünde bize, 'Beni düşünemiyorsunuz, ben gıdasız yaşarım, havasız yaşayamam, vasıta bulun' derdi. Bizler de vasıtayı her zaman bulamazdık. Mübarek Üstadımız ise, hergün gezmek istiyor. Bazı günler vasıta buluyoruz, bazı günler de bulamıyoruz, yani parasızlıktan bulamıyoruz. Bulduğumuz vasıtaların yarısını da, Allah rahmet eylesin, kahraman Tahirî Ağabeyimiz temin ederdi.

"Üstadımızın ruhunda bir cevvaliyet vardı. En uzak yerlere gitmek ister, yüksek tepelere, tenha yaylalara, ağaçlık yerlere gitmek arzu ederdi. Bazen, 'Emirdağ'a gideceğim' derdi. Otomobilciler de fazla para isterdi. Üstadımıza, bu kadar para istiyor dediğimizde iktisadına muhalif olduğu için müteessir olurdu. Gezmezse rahatsız oluyor, gezmeyi çok arzuluyordu. Çoğu zaman ayakları ağrıyordu. Bizler de Üstadımızın dizlerini, ayağını ovalıyorduk. Mübarek, muazzez Üstadımızın gözlerinden yaşlar geliyordu. Üstadımızın bu hali bizleri fazlasıyla müteessir ediyordu, ne yapacağımızı şaşırıyorduk. Üstadımızın bu hallerine tahammül edemedik.

"Merhum Zübeyir Ağabey, merhum Tahirî Ağabey, merhum Ceylân Ağabeyle beraber meşveret ettik. Emirdağ'dan Osman Çalışkan Ağabey ve Mehmet Çalışkan Ağabey, İnebolu'dan Çelebi Ağabey, Isparta'dan Rüştü Ağabey, Çolak Nuri Ağabeylerle beraber konuştuk. En ucuzundan bir araba almaya karar verildi. Bu kararı Üstadımıza söylersek kabul etmezdi. Ağabeyler şöyle bir karar verdiler. 'Üstadımıza şimdilik bir jip alalım' dediler.

"Emirdağ, İnebolu ve Isparta Nur Talebelerini himmeti ile on sekiz bin liraya bir jip alındı. Emirdağlı Mahmud Çalışkan kardeşimiz de şofördü. Onu Isparta'ya getirdik. Arabayı Mahmud'un üzerine yaptırdık. Mahmud hem piyasada çalışıyor, hem de Üstadımıza hizmet ediyordu. Kendine hizmeti esnasında Üstadımız benzin parasını verirdi. Ehl-i dünya da fazla şüphelenmedi. Çünkü Mahmud piyasaya da çalışıyordu. Üstadımıza rica ettik. Üstadım Mahmut Isparta'da çalışacak, sizi de istediğiniz zaman gezdirecek. Mahmut bizim yanımızda kalsın' dediğimizde 'Üstadımız kabul etti ve Mahmud da bizimle beraber kalmaya başladı. O zaman Üstadımız biraz rahatladı. Bu jiple bir sene devam ettik.

 "Arabayı değiştirdik"

"Türkiye'de o zaman, malûm, yollar çok bozuktu. Asfalt filan yoktu, yine aynı ağabeylerle meşveret edildi. Jipi satıp bir taksi almaya karar verildi. Jipi on dokuz bin liraya sattık. On bin lira da ödünç para bulduk. Yirmi dokuz bin liraya 53 model Chevrolet araba aldık. (Boyacı Hüsnü Efendi, Mahmud ve Ceylân kardeşlerle beraber, Ankara'dan aldık.) Araba yine Mahmud Çalışkan'ın üstünde idi. Bilahare Ceylân Ağabey şoför oldu. 1958'de Ankara hapsinden çıktıktan sonra Üstadımız bana, 'Keçeli, keçeli, benim şoförüm sen olman lâzımdı' dedi. Ben de 'Üstadım on beş gün izin ver, ben şoförlüğü öğrenirim' dedim. Üstadımız da, 'Sana bir ay izin veririm, öğren' dedi. Ben de Samsun'a gittim. Samsun ve Bafra'da çalıştım. Bir ayda şoförlüğü öğrendim. Sinop'tan ehliyet aldım. Bir kaç sefer imtihana girdim. Direksiyondan verememiştim. Son gün Üstadımı rüyamda gördüm. Bana yarım bir ehliyet verdi ve ertesi gün çok güzel muvaffak oldum.

"1958'de Hüsnü kardeşimiz de askerlik yaparken şoförlüğü öğrendi. Ceylân Ağabey de şofördü. Ceylân Ağabey çok şakacı, latifeci ve zeki idi. Isparta'dan Emirdağ'a gelirken, 'Ben sizden hem eskiyim, hem de şoförlükten ustayım, yolun yarısına kadar ben kullanacağım, yarısından sonra da siz kullanacaksınız' diye latife etti. Ben de yeni öğrenmiştim.

 "Seni şoförlükten men ettim"

"Birgün Emirdağ'dan Çifteler'e kadar arabayı ben kullandım. Çifteler'e Üstadımıza kar almaya gitmiştim. Arabayı şehrin ortasına koymuştum. Arabada Zübeyir Ağabey, Ceylân Ağabey, Hüsnü kardeşimiz Üstadımızın yanında idi. Ben gelinceye kadar, halk toplanmış, fazla kalabalık olmuş, ben geldiğimde Üstad hiddet etti. 'Bu halkı niye böyle topladın? Bu kalabalıktan ben çok sıkılıyorum. Seni şoförlükten men ettim. Sana şoförlüğe izin yok' dedi.

"Mahmudiye'yi geçtikten sonra Sakarya Nehrinin kenarında yeşillik, ağaçlık bir yerde söğütlerin altında Üstadımız, bana hususî olarak bir saat ders verdi. Hüsnü ile Ceylân Ağabeyi Eskişehir'e gönderdi. Zübeyir Ağabeyi de ayrı bir yere gönderdi. Bana o zaman hususî olarak 'Evlâdım ben seni şoförlükten men ediyorum, ben sana şahsım için şoförlüğe izin vermiştim' dedi. Üstadımızın şu sözü bana çok tesir etti: 'Evlâdım, Adnan Menderes gelse, 'Said, Bayram'ı bana şoför ver de Risale-i Nur Külliyatını bastırırım' dese yine izin yok' dedi. 'İleride küçük bir araba alacağım, beraber gezeceğiz' diye beni teselli etti. Bu sözleri ile bana çok iltifat etti. Ben de çok fazla üzülmüştüm. Üstadımızdan Allah ebediyen razı olsun. Kim bilir şoförlük yapsaydım, belki de kendimi muhafaza edemeyecektim. Çünkü şoförlüğe karşı çok zafiyetim vardı. Üstadımız, 'Seni şoförlükten men ediyorum. İleride Ceylân'la Hüsnü'yü de men edeceğim' dedi. Üstadımızın vefat etmesine birkaç ay kala Ceylân Ağabeyin babası araba almıştı, oraya gitmişti. Hüsnü kardeşimiz Üstadımızın şoförlüğünü yapıyordu. Hattâ en son Urfa'ya Hüsnü kardeşimiz götürdü.

 Halk Partililerin dedikodusu

"Sırası gelmişken şurasını da belirteyim ki: O zamanlar Halk Partililer çok dedikodu yaptılar. Bu arabayı kim aldı? Bediüzzaman'a Menderes araba aldı. Hediye etti gibi... Çok yollardan dedikodu yaptılar ve çoklarına sorarlar ve sordururlardı. Bu arabayı kim aldı? v.s.

"O zamanlar bizi, emniyetten çok sık takip ederlerdi. Emniyetin eski bir jipi vardı. Bizi bir türlü takip edemezdi. Birçok zaman tehdit ederlerdi. 'Fazla süratli gitmeyin ve bize gideceğiniz yeri söyleyin, yola çıkmadan evvel bize haber verin' gibi ikazlarda bulunurlardı. Biz hiç ehemmiyet vermezdik.

 "Karşılıksız hediye kabul etmezdi"

"Mübarek, muazzez Üstadımızın en yakın hallerini bizler görüyorduk. İktisat düsturunu harfiyen tatbik ederdi. İstiğna düsturunu hiç bozmazdı. Çünkü, 'Benim mesleğim sahabe mesleği, aç kalmak var, hapislik var, zahmet var, var, var...' derdi. Mübarek, muazzez Üstad hiç kimseden hediye almazdı. Çok sevdiği talebesi dahi bir kilo üzüm getirse veyahut bir teberrük getirse, mukabilini muhakkak verirdi. 'Benim kaidem bozulur, bana dokunur' derdi. Bizler mukabilini vermeden hiç hediye aldığını görmedik. Bizlerden dahi almazdı. Üstadımızın bu hallerini görenler, 'Kimseden hediye almıyor da nasıl geçiniyor' diye soruyorlardı. İktisat ve bereket-i İlâhiyeye mazhar oluşunun çok hikmetleri vardı.

 "Kâğıt para taşımazdı"

"Üstad kâğıt para taşımazdı. Bir krem kutusu içinde bozuk para bulundururdu. Bizler su getirsek dahi mukabilini verirdi. Çok basit giyinir, ucuz dokumaları tercih ederdi. Onun için masrafı olmazdı. Bizlere günde otuz kuruş tayinat verirdi. Bunlar eserlerinden alınan te'lif hakkından idi. Bu âdet, Üstadımızın vasiyetlerinde vardı. O zaman ekmek otuz kuruştu. Üstadımızın vasiyetleri üzerine inşaallah bu devam edecektir.

 "Kâinatı tefekkür ederdi"

"Üstadımız kırları gezerken kitâb-ı kebiri mütalaa ederdi. Bizlere de hem arabada giderken ve gelirken 'Keçeli, keçeli siz de şu kitab-ı kebir-i kâinatı okuyun' derdi. Bütün mahlûklarla alakası vardı. Ağaçlara, taşlara ve hayvanlara çok acîb şefkati vardı. Hattâ yollarda köpek görse bize der; 'Bunlar çok sadık hayvanlardır. Bunların koşmaları, ulumaları sadakatlerinin iktizasıdır' derdi. Kırlarda gezerken kaplumbağa görürse onunla çok ciddi alakadar olur, 'Maşaallah, bârekallah ne güzel yapılmış, şundaki san'atı sizlerden geri görmüyorum' derdi.

 "Hayvanlara karşı çok müşfikti"

"Bazen karıncaları görse veyahut bizler bir taş kaldırsak ve altından karınca çıksa, taşları gelip koydurur, 'Hayvancıkların rahatını bozmayın' derdi. Kırlarda avcıları gördüğünde, 'Tavşanları ve keklikleri vurmayın' derdi. Ve, 'Diğer hayvanları incitmeyin' der ve nasihatte bulunurdu. Hattâ çok kişileri avcılıktan menetti.

"Kırlarda çobanlara rast geldiğinde onları çağırır, konuşurdu. 'Beş vakit namazınızı kıldığınız zaman, sizin her vakit saatiniz ibadet yerine geçer. Bu da beşeriyete hizmettir. Bundan hâsıl olan eti, yünü, sütü, yoğurdu her kim yerse yesin, size sadaka hükmüne geçer. Bu hayvancıkları incitmeyin' diye çobanlarla çok şefkatli konuşurdu.

 "Cemaatle namazda imamlık ederdi"

"Kırlara gittiğimizde hiç boş durmazdı. Daima Cevşen, Evrad-ı Bahaiye, Delail-i Nur, Hülasatü'l-Hülâsa, Hizbi'n-Nuriye, Tahmidiye ve hususan Sekine'yi hiç bırakmazdı. Onu hergün okurdu. Hattâ bazen çay içerken bile okurdu. Risale-i Nurları ya tashih ederdi veya bizlere Risale-i Nurlardan okutur, kendisi dinlerdi. Tefekkür ederdi.

Kırlara gittiğimizde en yüksek yerlere çıkardı. Bazen yüksek ağaçların ve taşların başına çıkardı. Namaz kılarken de yüksek taşların başını tercih ederdi. Kırlarda cemaatle namaz kıldığımızda bizlere imamlık ederdi. Namaz vakti girdiğinde muhakkak ezan okuturdu. Üstadımız bizlere, 'Sizlerdeki gençlik bende olsa, şu dağlardan inmem' derdi. Daima kitab-ı kebir-i kâinatı mütalaa ederdi. Kırlarda kuşları, böcekleri hiç incitmez ve incittirmezdi.

 "Ağaçları kesmeyin, onlar da zikrediyor"

"Çam Dağında bazen ağaç lâzım olurdu. Bu ağaçları, Karaağaç köşkündeki menzilinin tamiri için kullanırdık. Üstadımız rastgele ağaçları kesmemize mani olurdu, 'Ağaçları kesmeyin, onlar da zikrediyor' derdi.

 "Fareler Nurları yemezdi"

"Isparta'daki evde, tavanda eserler vardı. El lambası ile eserlere bakıyordum. Fareler eserlere zarar vermesin diye, bir de baktım Üstadımız da tavana geldi. Tavan yüksek olup, merdivenlerle çıkılırdı. Üstad 'Keçeli, keçeli, ne yapıyorsun?' dedi. Ben de, 'Üstadım, fareler eserlere ilişmesin diye bakıyorum' dedim. Üstadımız, 'Onlar bize ilişmez. Eğer bizde bir kabahat olmazsa bize ilişmezler' dedi. Hakikaten fareler eserlere hiç ilişmezdi. Bazen Nurların yanında başka mecmular ve gazete filan olurdu, fareler onları parça parça ederdi, fakat Nurlara hiç ilişmezlerdi. Bu neviden çok hâdiseye şahit olduk. Üstadımız bu nevi kerametleri istemediği için bu hâdiseleri yazmıyorum.

 "Dindar öğretmenlere çok ehemmiyet verirdi"

"Üstadımız, muallimler ziyarete geldiklerinde onlarla çok fazla alâkadar olurdu. 'Şu zamanın dindar bir muallime eski zamanın velileri nazarı ile bakıyorum, çünkü eski zamanda dinî terbiye ebeveyne verilmişti, bu zamanda o vazife muallimlere verilmiş, muallimin iyisi çok iyi, fenası da çok fena. Çünkü masum çocuklar muallimlerine çok dikkat ederler, âdeta mıknatıs gibi hocalarından ne görürse iyiyi de fenayı da çekerler. Muallimin iyisi minare başında, kötüsü kuyu dibindedir. Muallimler için ortası yoktur, ya âlay-ı illiyyinde veya esfel-i safilindedirler. Ortası yok' derdi.

"Onun için dindar muallimlere çok ehemmiyet veriyordu. 'Eğer vaktim olsa, hergün dindar bir muallime on altın lira veririm. Çünkü dünyada benim çocuğum olmadığından, bütün dünyadaki çocuklara şefkat cihetiyle alâkadarım' derdi. Muallimlere ders verirken merhum Hasan Feyzi, Mustafa Sungur, Abdurrahman Yüksel gibi zatları misal verirdi ve 'Sizleri de onlar gibi kabul ettim' derdi. Hem, 'Mustaf Sungur'un okuması mânâ-yı ismîden mânâ-yı harfi hükmüne geçti, onun okuması maarif-i İlâhî hükmüne geçti' derdi.

 Mektuplar

"1953'e kadar Üstadımız Emirdağ'da iken muhabereyi Hüsrev Ağabey yapardı. Mektupları Üstadımız Isparta'ya gönderir, Hüsrev Ağabey de mumlu kâğıda yazar, Sav'a gönderir, Sav'da teksir olur, muhabere edilen merkezlere Isparta'dan gönderilir veyahut Eğirdir vesaire yakın postanelerden gönderilir. O zamanlar çok sıkı takibat vardı. Hattâ mübarek Hüsrev Ağabey, risaleleri teksire yazarken, yatak dolaplarında sabahlara kadar mumlu kâğıda yazar, gece gündüz dâmia tarassut altında çalışırdı. Hüsrev Ağabeyin yanına gelen-gidene çok dikkat ederdi. 

1953'te Isparta'ya vardığımızda Hüsrev Ağabey mumlu kâğıda yazar, Abdülmuhsin, Tahirî Ağabey, Ceylân Ağabey, Zübeyir Ağabeyle birlikte teksirle çoğaltırdık. Bu bir kış devam etti. Bazı mecmuaları neşrettik. Ekseri büyük mecmualar Sav'da teksir oldu. Sav'dan sandıklarla İstanbul'a cilde gönderirlerdi. Ciltten geldiğinde de hiç bilinmedik adreslere gelirdi, o zamanlar açıkta kitap gezdiremezdik. Hem de her yerde okuyamazdık, daima Nur Talebeleri tarassut altında idi.

"Risale-i Nurlar matbaalarda Latin harfleri ile neşriyata başladığında (1954-1957), hergün bir vesile ile Üstadımız ders verirdi. Hiç boş durmuyordu.

 "Siyasilere ders verirdi"

"Hayat-ı içtimaiyeye dair mektuplar, siyasilerle muharebeler, lahika mektupları devamlı neşrediliyordu. Isparta'ya vardığımızda hem teksir, hem neşriyat, hem o zamanki particelerle merhum Tahirî Ağabey, Tenekeci Mehmet Efendi, Terzi Mehmet Efendi, merhum Zübeyir Ağabey, merhum Rüştü Ağabeyler o zaman parti başkanı olan Mehmet Tokalar ve parti ileri gelenlerinden Süreyya Demiralay, Hilmi Dolmacı, Celâl Bey gibi zatlarla temas ediyorlardı.

"Üstadımız onlara Risale-i Nurdan dersler verirdi. Hem hayat-ı içtimaiyeye dair mektup lahika olduğundan, onlara bir bahane ile verdirir, okuttururdu. Üstadımız Üçüncü Said devrinde hayat-ı içtimaiye ile meşgul olurdu. Çok zaman, sabah namazından sonra 'Bana ihtar olundu,' diyerek, 'kalem kağıt getirin' der, çok süratli söylerdi. Ekseri Tahirî Ağabey, Ceylân Ağabey yazarlardı. Bağdat Paktı meselesinde Üstadımız çok sevindi. Başbakan ve Reis-i Cumhura mektuplar yazdı. O mektupları aynı zamanda lahika olarak neşretti. Üstadımız kendisini ziyarete gelenlere Bağdat Paktı meselesini anlatıyordu.

 "Erzurum Üniversitesi ile çok alâkadardı"

"Erzurum Üniversitesinin açılışı ile çok fazla alakadar oldu. Üstadımız, 'O üniversiteye benim ismim verilmesi lâzım. Fakat Mustafa Kemal'le beni barıştırmak için, onun ismini verdiler' demişti. Meselâ Reis-i Cumhura yazdığı mektupta şöyle diyordu:

"Madem Reis-i Cumhur gayet mühim mesail-i siyasiye içinde Şark Üniversitesini en ehemmiyetli bir mesele yapıp, hattâ harika bir tarzda altmış milyon liranın o üniversiteyi sarfı için bir kanun çıkarmak derecesinde fevkalâde bir hizmet ile medresenin medar-ı iftiharı ve kendisine büyük şeref verdiren bu medrese-i İslâmiyeye hocalık hissiyatıyla başlaması, bütün Şark hocalırın minnettar etmiş. Ve şimdi Orta Şarkta sulh-u umuminin temel taşı ve birinci kal'ası olan bu üniversiteyi yine mesail-i azime-i siyasiye içinde yeniden nazara alması, elbette bu vatan ve devlete, bu millete bu azim faideli hizmeti netice verecek. Ulûm-u diniye o üniversitede esas olacaktır. Çünkü hariçteki kuvvet tahribât-ı mânevidir. O mânevî tahribata karşı atom bombası ancak mânevî cihetinde, mâneviyattan kuvvet alıp tahribatı durdurabilir. Madem elli beş sene bu meseleye bütün hayatını sarfetmiş ve bütün dekaiki ile ve neticeleri ile tetkik etmiş bir adamın bu meselede reyini almak ve fikrini sormak lâzım gelirken, Amerika'da Avrupa'da bu meseleye dair istişareye mecbur bildiğimizden... Elbette benim de bu meselede söz söylemeye hakkım var. Hamiyetkâr olan bütün bir millet namına sizlerden bekliyoruz.'

"O zamanki müsbet siyasilerle konuştuğunda, 'Size kat'iyen ve çok emarelerle beyan ediyorum ki; gelecek yakın bir zamanda bu vatan, bu millet ve bu memleketteki hükümet, âlem-i İslâma ve dünyaya karşı gayet şiddetle Risale-i Nur gibi eserlere muhtaç olacak, mevcudiyetini, haysiyetini, şerefini, mefahir-i tarihiyesini onun ibraziyle gösterecektir' diye ders verirdi.

 "Bizi daima ikaz ederdi"

"Üstadımız bizlere her vesile ile, sadakat ve dikkat hususunda daima tahşidat yapardı. 'Dikkat edin, ben sizlerin nefsinizi itham etmiyorum, ama aldanabilirsiniz. Sizler herkesten ziyade çok dikkat etmeniz lâzım ve elzem. Hususan Risale-i Nurun meslek ve meşrebine, benim tarz ve meşrebime sadık kalacaksınız' derdi. Bizlere bu hususta çok tahşidat yapardı. Sık sık ders verirdi. Bilhassa merhum Ceylân Ağabeye, Zübeyir Ağabeye ve bana mükerrer ders verirdi.

 Polislere nasihat

"Polisler, Üstadımızı ziyarete geldiklerinde, veyahut taharri için geldiklerinde, bir vesile ile muhakkak onlara ders verirdi. Dindar bir polis memurunun, eski zamandaki çok mübarek zatlar gibi hayr-ı azim kazandıklarını; bilhassa farz namazını kılan bir polis memuruna, eskisinden çok fazla ihtiyaç olduğunu söylerdi: 'Ben derim: Bu zamanda hocalardan hattâ sofilerden ziyade zabıta efradı ehl-i takva olup kebâirden kendilerin muhafaza ve feraizi yapmasını, vazifeleri iktiza ediyor. Ve ona ihtiyac-ı şedid var. Tâ ki karşısındaki mânevî tahribatçılara karşı âsâyiş ve emniyet-i umumiyeye ait vazifeleri tam yapabilsinler.' (Emirdağ Lahikası c. II, sahife 76-77)

 "Karşılığını vermezsem olmaz"

"Üstadımız, bazen yaya gittiğinde yollarda şoförler rastlarlardı. Hemen dururlar, ısrar ederler, 'Hocam, buyurun arabamıza' derlerdi. Bindirmek için ısrar ederlerdi. Üstadımız da biner ve 'Mukabilini vermezsem olmaz, benim kaidem bozulur' derdi. Muhakkak ücretini verirdi. Ve, 'Şoförlük de beşeriyete hizmettir, yalnız siz farz namazınızı kılarsanız, çalışmanız da ibadet yerine geçer' derlerdi.

"Bazen kırlarda, bahçe kenarlarından geçerken bahçe sahipleri meyve getirirlerdi, ısrar ederlerdi. Üstadımız bazen hatırlarını kırmazdı, çok az alır, mukabil parasını verirdi. 'Mukabil parasını vermezsem, bana dokunur, benim kaidemi bozmayın' derdi.

"Hattâ bizden birşey alsa, muhakkak mukabilini verir, bizimle pazarlık ederdi. 'Bunu bu fiyata bana sattınız mı?' diye sorar, biz de, 'Sattık' derdik. Yemek, içmek, yatmak hususlarında Sünnet-i Seniyyeye harfiyen ittiba ederdi. Çok sâde yerdi.

 "Çok temiz giyinirdi"

"Ekseri beyaz giyinirdi. Temizliğe çok riayet ederdi. Bizler çamaşırının hangisi yıkanmış, hangisi yıkanacak olduğunu anlayamazdık. Çoğu zaman tereddüde düşerdik. Haftada bir yıkanırdı. Çamaşırlarını sık sık değiştirir, fazla elbise bulundurmazdı. Fazla olan neyi varsa, sattırırdı. 'Hediye almayan, hediye vermez' derdi. Eşyalarının namaz kalına satılmasını söylerdi. Fazla fiyata da sattırmazdı.

"Kokulardan gül yağını kullanırdı. Başka koku kullanmazdı. Sarımsağı kendisi hiç yemediği gibi, bizlere de yedirmezdi. Hattâ yirmi dört saat önce yemiş olsak dahi anlar, yanına almazdı. Yün çorap ve lâstik pabuç giyerdi.

"Çok zayıf olduğu için, kışın çok üşürdü. Pamuklu giyerdi. Yemeklerinde kullandığı kaplarına çok dikkat ederdi. Meselâ; biz, kendi yemek ve çaydanlığımızın kapağını ters koymuş olsak veya kaşığımızı yere koysak, Üstadımız da görse, darılır, 'Kendine bakmayan, bana bakamaz' derdi.

"Üstad, Şafiî olduğu için çamaşır yıkadığımızda ıslak çamaşıra başamız veya elimiz değse tekrar yıkatırdı.

"Çok zayıf olduğundan ekseri sobasını yakardık. Temiz havayı çok severdi. Akşam ve sabah pencereleri muhakkak açtırır, evi havalandırırdı.

 "Namazı, vaktinde ve huşu içinde kılardı"

"Üstadımız, namazı çok huşu içinde kılardı. Sûreleri okurken tane tane okurdu. Namaza dururken, tam huzura vardığında, niyet ederken, 'Allahü Ekber' dediği zaman, bizler arkasında korkardık. Mübalağa olmasın, ahşap bina sarsılırdı.

"Üstadımız namaz vaktinde çok dikkat ederdi. Namazı vaktinde kılardı. Meselâ, Isparta'dan çıktığımızda, Emirdağ'a beş dakika sonra varacak olsak bile, Üstadımız saate bakar, kış, fırtına olsa beklemez, hemen namazı vaktinde kılardı. Kırlarda olsun, yolculukta olsun, namazı vaktin evvelinde kılardı. Bu mevzuda şöyle buyuruyor:

"Namazı vaktinde kılmanın ne derece tükenmez, uhrevî bir sermaye olduğu anlaşılıyor ki, her namaz vaktinde âlem-i İslâm denilen muazzam camide, yüz milyondan fazla cemaat-ı kübra namaz kılıyor. O cemaatte herbir adam umum cemaate dua ediyor.

"İhdine's-sırata'l-müstakim' (Bizi doğru yola hidayet eyle) diyor. Herbiri umum cemaate hem şefaatçi, hem duacı olur.

"O vakit, namaza iştirak etmeyen hissesine alamaz. Kaynayan mirî ve askerî kazanına karavanasını götürmeyen, tayinatını alamadığı gibi, cemaat-ı kübrânın mânevî matbahında kaynayan, mânevî erzakını alamaz. Belki namaza iştirakle o cemaatın ordusuna iştirak etmiş olmakla ve dualarına âmin demek olan namazı vaktinde kılmakla alabilir.'

 "Hayrınız büyük, hatanız da..."

"Bazen hatalarımız olurdu. Yine bir hatamız olmuştu. "Sidre mevkiinde Zübeyir Ağabeyle suya gitmiştik. Üstadımız da okuyordu. Biraz geç kalmışız. Üstad da merak etmiş. Baktık ki şemsiyesini eline almış geliyor. Bize, 'Niye geç kaldınız?' diye hiddet etti, bizi ikaz etti, dersler verdi:

"Ben sizin hatırınız için kırk senelik kaidemi bozdum. Ben siz yokken kimseyi devamlı yanımda bulundurmuyordum. Kimseyi yanımda yatırmazdım. Akşam kapıyı içten ve dıştan kilitleyip, sabah açıyordum. Sizin hatırınız için kaidemi bozdum. Eğer siz benim hizmetimden giderseniz, ben eski hayatıma döneceğim. Siz mecbursunuz, benim meslek ve meşrebimi ve Risale-i Nurun meslek ve meşrebini benden gördüğünüz gibi muhafaza etmeye. Ben sizinle iktifa ediyorum. Siz de Risale-i Nura kanaat ediniz. Siz zaten dünyada ücretinizi almışsınız. Başta Müslüman olduğunuz için, ikincisi Risale-i Nur Talebesi olduğunuz için, bana hizmetkâr olduğunuz için...

Bilhassa çok dikkat etmeniz lâzım. Sizin hayrınız da çok azim, hatanız da... Onun için sizin daha çok dikkat etmeniz lâzım.'

 "Nur dersinde dost düşman ayırt edilmez"

"Üstadımız her gelen siyasilere veya hayat-ı içtimaiye ile meşgul olanlara şu tarzda ders verirdi: 'Nur Risalelerinin ve Nurcuların siyasetle alakaları yok. Ehl-i dünya Nur Talebelerinden hiç evham etmesinler. Çünkü bizim hizmetimiz dünyevî değil, uhrevîdir. Risale-i Nur, rıza-i İlâhiden başka hiçbir şeye âlet edilmediğinden mümkün olduğu kadar Risale-i Nurun mensubları içtimaî ve siyasî cereyanlara karışmak istemiyorlar. Çünkü iman dersi için gelenlere, tarafgirlik nazarıyla bakılmaz. Dost düşman, derste farketmez.'

Hattâ bir gün bize, 'M. Kemal'in oğlu da olsa, Abdülmecid'in oğlu ile Nur dersinde beraber hissesini alırlar, hiçbir zaman tefrik olunmaz. Hâlbuki siyaset tarafgirlik, bu mânâyı zedeler. İhlâs kırılır. Onun içindir ki Nurcular, emsalsiz işkencelere ve sıkıntılara tahammül edip Nuru hiçbir şeye alet etmediler. Siyaset topuzuna el atmadılar. Hem Nur Risaleleri küfr-ü mutlakı kırdığı için, küfr-ü mutlakın altındaki anarşiliği ve üstündeki istibdad-ı mutlakı kırdığı cihetle bir nevi siyasete teması var' demiştir. Bir tek mesele-i imaniyeyi dünya saltanatına değişmediğini, mahkemelerde dava edip yirmi beş sene tarz-ı hayatıyla ve emarelerle ispat etmiştir.

 "Küfür ile iman ortası yoktur"

"Bir zaman İstanbul Üniversitesi'nin profesörlerinden birisi Üniversitenin açılışında o zamanki Maarif Vekiline -Anadolu'daki Nurcuları kastederek- 'Din lehinde kuvvetli bir cereyan var. Onlara da solcular gibi bir derece meydan vermeyeceğiz' demesine mukabil, o zamanki Maarif Vekili Tevfik İleri, 'Eğer dediğin, o cereyan Nurcular ise, ne siz, ne de Avrupa onun mağlup edemez' demişti. Üstadımız bu söz üzerine meslek ve meşrebine muhalif olarak, 'Eski Said'in kafasını bir-iki dakika başıma alarak diyorum ki:

"Küfür ile iman ortası yoktur. Bu memlekette İslâmiyete karşı komünist mücadelesi ortası olamaz. Sağ ve sol ortası üç meslek icap ettirir. Eğer İngiliz, Fransız deseler hakları var. Sağ İslâmiyet, sol komünistlik, ortası Nasraniyet diyebilirler. Fakat bu vatanda küfr-ü mutlaka karşı iman ve İslâmiyetten başka bir din, bir mezhep olamaz. Olsa dini bırakıp, komünistliğe girmektir. Çünkü hakiki bir Müslüman, hiçbir zaman Yahudi ve Nasranî olamıyor. Olsa olsa dinsiz olup, tam anarşist olur.

"İnşaallah Maarif ve Adliye Vekilleri gibi sair erkân da blu ehemmiyetli hakikatı tam anlayacaklar, sağ ve sol tabiri yerine hak ve hakikat, Kur'ân ve iman kuvvetine dayanıp bu vatanı küfr-ü mutlakadan ve anarşilikten, zındıkadan ve onların dehşetli tahribatlarından kurtarmaya çalışmalarını rahmet-i İlâhiyeden bütün ruh-u canımızla niyaz ve rica ediyoruz' şeklinde beyanatta bulunmuştur.

 "Reyimizi kime verelim?"

"Nur Talebeleri gelip, Üstadımızdan soruyorlardı:

"Üstadım reyimizi kime vereceğiz?'

"Üstad Hazretleri de bunlara şu cevabı veriyordu:

"Demokratlar parmak kesiyor, Halk Partisi ise bilek kesiyor. Nur Talebeleri ehven-i şer olarak Demokratlarla rey veriyorlar' derdi. Bu meseleye böylece işaret ediyordu. Akla kapı açıyor, fakat ihtiyarı elden almıyordu. Fikre hürmet ediyordu, böyle yapın demezdi, ama Üstadın ne demek istediğini ferasetli olanlar anlarlardı.

"1954 yılında Vanlı Seyyid Abdülvahhap, Isparta'ya Üstadımızın ziyaretlerine gelmişti. Kendisi Nuri Benli'nin otelinde kalıyordu. Kızının hastalığı için Isparta'nın havasının iyi geldiğini söylüyordu. Üstadımız da ziyarete geldiğinde kabul eder, alâkadar olurdu ve Seyyid derdi, çok ehemmiyet verildi. Bu zat sonradan Van'a gidip, orada, 'Ben Üstadın yanında kaldım, buradan adaylığımı koyacağım' demiş. Sonradan Halk Partisinden milletvekili olmuştu. Üstad bunu duyunca çok üzüldü ve kızdı.

"Biçare, Halk Partisinden milletvekili olmuş' diye sık sık üzüntüsünü belirtirdi.

 "Ben Halk Partisi milletvekiliyim"

"Yine Isparta'da, kulağında bir kulaklık bulunan Halk Partili bir ihtiyar zat gelmişti. Üstad bu adamı kabul edip kendisiyle görüştü. Ziyaret anında ben de yanlarında bulundum. Adam:

"Hocam, ben Halk Partisi Malatya Milletvekiliyim. Eğer sen istersen ben oradan ayrılırım.' Üstad cevaben:

"Hayır, ayrılma sen orada bulun, bizi müdafaa edersin, sen bizi görüyorsun, bizim siyasetle alâkamız yoktur.' İnönü demiş ki, 'Biz Said'i anlayamadık. Eğer bir fırsat bize gelirse, artık ona ilişmeyeceğiz' diye karşılık verdi.

"Adam Üstadımızdan memnun olarak ayrıldı. Sonra biz anladık ki, adamı Halkçılar ve İnönü hususî göndermişler.

"Üstadımız ziyaretçilerle görüşürken, onları katiyyen rencide etmezdi. Siyasîlere, 'Siz dinsizsiniz' gibi sözleri asla söylemezdi. İslâmiyet aleyhindeki din düşmanları diye umumî konuşurdu.

"Bir gün Ağrı Halk Partisi Milletvekili Ahmet Alparslan ziyaretine gelmişti. Üstadı çok seven bir zattı. Üstad, Halk Partisinin içinde bulunan din düşmanlarına mani olmasını söyledi. Adamı hiç incitmeden çok güzel dersler verdi. Halk Partisini yaptıkları zulümleri anlattıç Ahmet Bey; 'Üstadım, eğer istersen ben Halk Partisinden ayrılırım' deyince, Üstadımız da, 'Hayır ayrılma, orada bizi müdafaa edersin' dedi.

 "Biz Nurcular sizi destekliyoruz"

"Demokrat milletvekilleri de Üstadın ziyaretine gelirlerdi. Üstadın onlarla görüşmesi ise daha farklıydı. Onlara, 'Biz Nurcular, sizi destekliyoruz. Ben sizi tutuyorum' derdi. Misaller verirdi. 'Hamza Emek benim talebemdir, hem de Demokrattır' diye Demokratlara anlatırdı.

"Eskiden Halk Partisinin yaptığı zulümleri anlatırdı. Bir kimsenin hatasıyla başkalarının, akraba ve yakınlarının mes'ul olmayacaklarını söylerdi. Halkçıların Şarktaki zulümlerinden bahsederken; bir köyü olduğu gibi imha ettiklerini, hattâ bir kadının karnından çocuğunu çıkarttıklarını, kadını öldürdüklerini, çocuğun ise hâlâ sağ olduğunu söylemişti.

"Emirdağ'da gezmeye çıktığımız zaman, Halk Partililerin hal ve hatırlarını da sorardı.

"Emirdağ'da Halim Yüksel isimli Halk Partili bir zata nasihat eder, incitmeden dersler verirdi. Hattâ adama risale bile yazdırmıştır. Daima yazardı. "Halk Partisinin yaptığı zulüm ve haksızlıkların mesuliyetini baştakilere verirdi, 'Sizin kabahatiniz yoktur' derdi.

 "Alevîye nasihatı"

"Barla'da Alevî bir öğretmen vardı, hem de Halk Partiliydi. Üstad bazen kendisini çağırtır, saatlerce kendisiyle konuşurdu. İltifat eder, şefkatle tokatlardı. Adama:

"Siz Hazret-i Ali'ye hürmetsizlik ediyorsunuz. Hazret-i Ali yatsı namazının abdestiyle sabah namazını eda ederdi. Eğer siz Hazret-i Ali'yi seviyorsanız namazlarınızı kılın' diyordu.

"Bu öğretmenle daima konuşurdu. İltifat eder, Risalelerden okuturdu. Bizler de yanında merakla dinlerdik. Biz, 'Üstad bu adama niçin bu kadar değer veriyor?' diye merak ederdik. Üstad bize cevaben:

"Ben onun zararını azaltıyorum' derdi. Sonra o adamla Barla'nın müdürlüğüne de baktı. Bize hiçbir zararı olmadı. Onun zamanında hiçbir hâdise olmadı. Fakat ihtilâl olduğunda, o adam ilk sefer mübarek çınar ağacındaki köşkü kendi eliyle yıktı, ne olduğunu gösterdi.

 Tarikat dersi

"Bazan tarikat dersi almaya gelenlere şöyle derdi: 'Hem Risale-i Nurun mesleği tarikat değil, hakikattır. Sahabe mesleğinin bir cilvesidir. Bu zaman tarikat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır. Risale-i Nur bu hizmeti lillâhilhamd en müşkül ve ağır zamanlarda yapmış ve yapıyor. Risale-i Nur dairesi Hazret-i Ali (r.a.) ve Hasan ve Hüseyin'in ve Gavs-ı Âzamın ihbar-ı gaybiyetleriyle şakirtlerinin bu zamanda bir dairesidir. Çünkü, Hazret-i Ali (r.a.) üç keramet-i gaybiyesiyle Risale-i Nurdan haber verdiği gibi, Gavs-ı Âzam da (k.s.) kuvvetli bir surette Risale-i Nurdan haber verip tercümanını teşci etmiş. Zaten Üveysî bir surette, doğrudan doğruya hakikat dersimi Gavs-ı Âzam'dan (r.a.) ve Zeynelâbidin (r.a.) ve Hasan (r.a.) ve Hüseyin (r.a.) vasıtasıyla İmam-ı Ali'den (r.a.) almışım. Onun için hizmet ettiğimiz daire onun dairesidir.'

 Sakal meselesi

"Bazı ziyaretçilere şu şekilde ders verirdi:

"Belki hatırınıza gelir, neden sakalsız olduğum. Bunu size izah edeyim de tereddüdünüz gitsin. Bu sünneti işlemediğimin sebebi, benim milyonlarca talabem var. Ben sakal bıraksam onlar da genç ihtiyar hep sakal bırakacaklar. Gençlerdeki sakal ise akranları arasında istihza mevzuu olacaktır. Bu sebepten ben bu sünneti terk ettim.'

 "Sebepsiz eser yazmadım"

"Eserleri hakkında:

"Ben hiçbir zaman boşuna sebebsiz eser yazmadım. Mutlaka bir delile ve bir sebebe binaen yazdım. Bir ihtiyaca binaen yazdım. Hem sizler bilerek çalışıyorsunuz. Ben şuurum taalluk etmeden istihdam ediliyorum. Risaleler Cenab-ı Hakkın bu zamanın ihtiyacına binaen bir lütfu ve ihsanıdır' derdi.

"Emirdağ Lahikalarındaki içtimaî mektupların birçoğu 1950 senesinden sonra yazılmıştı. Bu mektupları Üstad siyasî ve içtimaî hayatla alâkadar olanlara gönderirdi.

"Bu mektupları Isparta'da Nur Talebeleri ve Hüsrev Ağabeyler teksir derek çoğaltırlardı. Üstad Isparta'ya gelince mektupların teksir edilmesi ve gönderilmesiyle bizzat kendisi ilgilenirdi.

"Yanındaki hizmetçileri vasıtasıyla lâhikaları hiç kesintisiz devam ettirirdi. Aynı zamanda Nur Talebeleri ile haberleşme, müjdeli mektupla tebriklerini gönderirdi.

 Acîb bir hâdise

"O günlerde hava almak ve gezmek için Eğirdir'e gitmişti. Eğirdir'in Halk Partili kaymakamı Üstadı Eğirdir'e sokmak istemedi. Üstadın kıyafetine ilişmek istemişti. Üstad çok üzülmüş ve hiddetlenmişti. Bu hâdise Emirdağ Lahikalarında 'Acîb bir hâdise' başlığı altında aynen şöyle beyan edilmektedir.

"Bugün yine Eğirdir'e gitmişti. Tam evinin önünde birisi rast geldi ve bize hitaben 'Derhal Isparta'ya dönmenizi emrediyorum' dedi. Biz önce kim olduğunu bilemedik, sonra anladık ki, Eğirdir'e bir kaç gün evvel Van vilayetinin bir kazasından gelen yeni kaymakam imiş. Biz 'Hangi kanun veya hangi talimat ve nizamnameye istinaden arabamızın önüne geçip şehre gitmeyi men ediyorsunuz?' diye bu keyfî ve kanunsuz harekete mukavemet edeceğimiz anda, Üstadımız Said Nursî bizi bundan men'etti. Hem de Said Nursî'ye sarsılmaz bir bağlılık ve büyük bir hürmetleri olan şehirli ve köylü ahalinin, hususan pazar münasebetiyle bugün kalabalık olması ile kanun hilafına hareket ettirilen bir kimsenin yüzünden çıkacak herhangi bir hâdiseyi önlemek için geriye dönülmüştür.

"Şöyle kanaatimiz geldi ki: Üstadımız Said Nursî katiyen siyasete karışmadığı ve insanlarla görüşmediği halde, Risale-i Nur'un Anadolu ve Şark vilayetlerinde ve hattâ âlem-i İslâmda fevkalâde bir hüsn-ü kabul görmesi ve Ankara'da hükümetin müsaade ve teyidiyle büyük mecmuaların resmen tab edilmesi ve bütün mahkemelerden beraat kazanması sebebiyle Risale-i Nur'la alâkadar olan çok büyük bir kitle Demokrat lehinde olarak hareket ettiklerinden ve bilhassa bu vaziyet Şark vilayetlerinde pek zahir müşahede edildiğinden Nur Talebeleriyle hükümetin mabeynini bozmak için bazı gizli zındıklar ve eksi parti taraftarlarının plânıyla bu yeni kaymakamı, asayiş ve din aleyhinde olan böyle muameleye vesile yapmışlar. "Demokrat Nur Talebeleri adına: Rüştü Çakın, Mehmet Sözer, Mehmet Babacan, Tahirî Mutlu, Ziver Gündüzalp.

"Düşüncelerinin hâlisane olduğunu ben de bilmekteyim:

"Demokrat Milletvekili Kemal Demiralay."

 "Isparta'ya çok ehemmiyet verirdi"

"Üstadımız Isparta'ya çok ehemmiyet veriyordu. 'Benim son hayatımı Isparta havalisinde geçirmek büyük bir arzumdu. Isparta taşıyla, toprağıyla benim için mübarektir. Hattâ yirmi beş seneden beri beni işkence ile tazib eden eski hükümete, kalben ne vakit hiddet etmişsem, hiçbir zaman Isparta Hükümetine hiddet etmeyip, o mübarek vatandaki hükümetin hatırı için ötekileri de unutuyordum. Hususan orada eski tahribatı tâmirata başlayan hakikî vatanperverler olan Demokrat namında hamiyetli ahrarlar yani hürriyetperverler, Nur ve Nurcuları takdir etmelerine çok minnetdarım, onların muvaffakiyetlerine çok dua ediyorum. İnşaallah o ahrarlar istibdad-ı mutlakı kaldırıp tam bir hürriyet-i şer'iyeye vesile olacaklar' diyordu.

 Uzun sabah dersleri

"1954'te Isparta'da Üstad Hazretleri Arabî Mesnevî-i Nuriye'den derse başladı. Merhum Tahirî Ağabey, Merhum Zübeyir Ağabey ve Merhum Ceylân Ağabeylerle beraber geldik. Mustafa Sungur Ağabey de arasıra gelir, birkaç gün kalırdı. Üstadımız ekseriyetle onu bazı hizmetler için Ankara'ya gönderirdi. Üstadımız sabah namazından sonra derse başlıyordu. Ders beş-altı saat devam ediyordu. Adeta on yedi yaşında bir genç gibi çok hareketli idi. Bizler Arapçayı bilmiyorduk, ama Üstadımız yine derse muntazaman devam ediyordu. Ceylân Ağabey çok güzel anlıyordu. Tam öğle ezanı okununcaya kadar ders devam ederdi. Yorgunluktan uykumuz gelirdi. Üstadımızın başucundaki saate bakardık, Üstadımız saati ters çevirirdi. Aklımızın, kalbimizin, ruhumuzun ve bütünü lâtifelerimizin derse verilmesini temin ederdi. Zübeyir Ağabey vücuduna iğne batırarak dersleri takip ederdi.

"Üstad birgün, 'Evlâtlarım, bu ders yalnız bizi değil, bütün kâinatı alâkadar eden bir derstir. Bu dersi mele-i âlânın sakinleri de dinliyorlar. Bu ders çok mühimdir' dedi. Hakikaten bizlere de acaip bir hal oldu.

"Yine birgün dersten sonra, 'Evlatlarım, siz zannediyor musunuz ki, biz beş altı kişi ders yapıyoruz? Biz bu dersimizle Anadoluda binler ders yapan cemaatlerin arasına mânen giriyoruz, beraber ders yapıyoruz' demişti.

"Hiç Arapça bilmediğimiz halde, çok mükemmel anlamaya başlamıştık. Bu şekilde Arabî Mesnevî-i Nuriye'yi iki defa bitirdik. Bundan sonra da İşârâtü'l-İ'caz'ın yüzüncü sahifesine kadar Isparta'da; gerisini Çam Dağında Ceylân Ağabey, Zübeyir Ağabey, Ziya Arun ve Sungur Ağabeylere okuttu.

"Üstadımız en cebbar firavunlara karşı bile izzet-i İslâmiyeyi muhafaza edip baş eğmediği ve hattâ esareti vaktinde Rus'un başkumandanına kıyam etmeyerek idamla alay edecek derecede bir izzet-i diniyeyi taşıdığı halde, bu mübarek vatanda asayişe zarar gelmemek için en küçük bir jandarmanın dahi hürmetsiz muamelesine ses çıkarmıyor, sabır ile karşılıyordu. Sebebi de; Kur'ân'ın bir kanun-u esasîsi olan (Velâ tezirü vâziretün vizre uhra) sırrıyla, 'Bir adamın cinayetiyle başkası mes'ul olamaz, kardeşi de olsa..' âyetinin hükmüne tabi olmasıdır.

"Said Nursî Risale-i Nur'u okuyanlara, hususan bütün vilayat-ı Şarkiyedekilere Nur dersleriyle demiştir ki, 'Dahilî asayişe ilişmek, yüzde on cani yüzünden doksan masuma zulüm ve zarar etmektir. Onun için Risale-i Nur'u okuyanlara ilişmek değil, muhafaza etsinler.' İşte bu sır için siyasete ilişmiyor, asayişi bütün kuvvetiyle muhafazaya çalışıyordu. Asayiş lehinde izzetini ve milletin âhireti için dünyasını ve hattâ lüzum olsa âhiretini feda eden böyle bir İslâm kahramanı, muhterem bir ihtiyar misafirin hukukunu müdafaa kadirşinaslığı herkesten evvel misafir bulunduğu Isparta vilayetinin hükümetine ve Demokratına düşmektedir.

"Üstadımız diyordu : 'Üçüncü Said, maşaallah barekallah, Eski Said'de yanlış bulamıyor. Maşaallah Eski Said'i tebrik ediyorum.'

"Üstadımızın bu sevinçlerini tarif edemem. Üstadımıza öyle bir hal oldu ki, hiç duramıyordu. Öğleye kadar ders yapıyor, öğleden sonra da temiz hava almak için kırlara çıkıyordu. Bir iki saat temiz hava alıp gelir, çalışmaya hemen başlardı.

 "Anladığın kadarı yeter"

"Birgün yine Üstadımızın Arabî dersinde Hizbünnuriye'yi okuyorduk. Üstadımız benden anlayıp-anlamadığımı sorduğunda, anlamadığımı söyleyince izah etti ve ben de çok güzel anladım. Ve içimden, 'Artık ben oldum, Arapçayı güzel anlamaya başladım' dedim. O anda kafam makine gibi çalışıyordu. Bir de Üstadın odasından çıktım, hiçbir şey kalmamıştı.

"Yine birgün dersten sonra Üstadımız yapılan dersi anlayıp-anlamadığımı sordu. Ben anlamadığımı söyleyince, Üstadımız bana bir tokat aşketti. 'Keçeli, keçeli, sen mükemmel anladın. Anladığın kadarı yeter sana. Eğer daha çok anlasan, 'Bu bana yeter artık,' dersin, 'Yetiştim' diye gidersin. Böyle istihdam olamayacaktın. Bir bahçeye girenler boyları nisbetinde meyvelerden istifade ederler. Boyu uzun olan yüksek dallardan, kısa olanlar ise aşağıdaki dallardan koparıp yerler. Bir kısmı da koparamaz, meyveleri çiğner. Sen koklasan bu sana yeter. Kanaat et, şükret' diye bana ders vermişti.

 "Her yerde dershane açın"

"Matbaalarda yeni harflerle neşriyat başlamıştı. Aynı zamanda hatt-ı Kur'ân'la Isparta'da teksir devam ediyordu. Üstadımız Nur Talebelerinin her yerde dershaneler açmalarını teşvik ediyordu. Isparta'nın köylerinde dershaneler açmaya başladılar. Üstadımızı davet ediyorlardı. Üstadımız da ya bizleri gönderiyor yahut da kendisi gidiyordu. Dershane açanlar, 15-20 anahtar bizlere teslim etmişlerdi.

"Üstadımız Isparta'nın köylerinden gelen Nur dershanelerinin anahtarlarını bana vermişti. Ben muhafaza ediyordum.

 "Yeni bir alet çıkmış: Risale-i Nur hafızı"

"Biz Üstadımızın yanında kaldığımız uzun seneler boş oturduğunu görmedik. Ya okur, ya tashih eder, veyahut okutur, dinlerdi. Hatta son zamanlarda teybe Risale-i Nur okuyorduk. Üstadımız da dinliyordu. Üstadımız, ziyarete gelenlere, 'Yeni bir âlet çıkmış Risale-i Nur hafızı, Risale-i Nur'u çok güzel okuyor' diyor ve alıp dinlemeye teşvik ediyordu.

 "Bugün kaç sayfa okudunuz?"

"Üstadımız bazen diyordu: 'Bugün kaç sahife okudunuz?' Biz de üç veya beş dediğimiz zaman, 'Ben iki yüz sahife okudum. Hem benim kalemim yok, çok ağır yazıyorum. Hem de sizin gibi gazete gibi okuyup geçmiyorum. Ben manasını da anlayarak okuyorum. Hem de bakın ne kadar tashih ettim' derdi. Risaleleri açarken sahifeleri hiç incitmeden, elini ağzı ile ıslatmadan çok itina ile açardı.

"Elhamdülillah ben bugün bu kadar okudum, çok istifade ettim. Bugün imanım çok inkişaf etti' derdi. Hayretler içinde bize gösteriyordu. 'Fesübhanallah bu eseri hiç görmemiş gibi istifade ettim' derdi. 'Nasıl mübarek günlerde camilerde tecdid-i iman ederler; biz de Risale-i Nur'u okumakla tecdid-i iman ediyoruz" derdi. 'Kardaşlarım, bakın ben bu kadar yer okudum, hiç yanlış bulamadım. Risale-i Nur'un telifinde inayet-i İlâhiye ve hıfz-ı Rabbanî bize yardım ettiler. Bizim bu ne hünerimiz, ne de kabiliyetimiz. Bu tamamen Cenab-ı Hakkın ihsan ve kereminden, biz acizlere bir lütf-u ihsanıdır' derdi.

"Risale-i Nur'un telifinde tayy-ı zaman, tayy-ı mekân karışmış, az zaman içinde çok işler yapmışız' derdi. 'Kardaşlarım, nasıl geldi ise öyle yazıyorum. Hiç değiştirmeye cesaret edemiyorum. Hiç fikrimi de karıştırmıyorum' derdi.

"1954'te Ceylân Ağabey ile ikimiz iki ay Barla'da kaldık. Üstadımız Emirdağ'a gitmişti. Ev sahibinin küçük oğlu askerden gelmişti. Polisler kandırdı, bize 'İlla çıkın' dedi. Biz de Üstada haber gönderdik. Üstadımız da haber verdi. 'Sungur askere gitsin, Ceylan'la Bayramda Barla'ya gitsin.' İki ay Barla'da kaldık. (C:3, s: 43-74)

"Radyo bir nimet-i ilâhiyedir"

Bayram Yüksel anlatıyor; "Üstadımız radyoyu dinliyordu. İstanbul'da genç Üniversite talebeleri ile gezerken bir taksi içindeki radyoyu dinliyor, ondan sonra 'Nur Âleminin Bir Anahtarı' namında küçük bir risaleyi yazıyor. Üstadımız radyoyu kudret-i İlâhiyenin bir eseri olarak tefekkürle dinlerdi.

"Radyo bir nimet-i ilâhiyedir. Elbette ve elbette beşer bu büyük nimete karşı umumî şükür olarak o radyoları herşeyden evvel kelime-i tayyibe olan başta Kur'ân-ı Hakim, onun hakikatları, iman ve güzel ahlâk dersleri ve beşere lüzumlu ve zarurî menfaatlarına dair kelamatları olmalı ki o nimete şükür olsun. Yoksa nimet böyle şükür görmezse beşere zararlı düşer. Evet, beşer hakikate muhtaç olduğu gibi bazı keyifli hevesata da ihtiyacı vardır. Fakat bu keyifli hevesat beşte birisi olmalı, yoksa havanın sırr-ı hikmetine münafi olur. Hem beşerin tembelliğine ve sefahatine ve lüzumlu vazifelerinin noksan bırakılmasına sebebiyet verip beşere büyük bir nimet iken büyük bir nıkmet olur. Beşere lâzım olsa sa'ye şevki kırar.'

 Lahika mektubu neşrederdi

"Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri şuhur-u selase girdiğinde muhakkak lâhika neşreder, talebelerinin mübarek ay ve günlerini tebrik eder, vesile ile muharebeyi devam ettirirdi. Talebeleriyle devamlı irtibat halinde idi.

Ramazan geceleri

"Üstadımız Ramazan'ın on beşinden sonra kendisi yatmazdı, bizi de yatırmazdı. Hattâ çok gece kontrol ederdi. Eğer uyurken yakalarsa, bize su döker, uyandırırdı. Bizleri uyumamaya alıştırırdı. Mübarek geceleri ihya ettiğimiz zaman sabah namazı olduğnda kılar, yatardık.

"Hem rivayet-i sahiha ile Leyl-i Kadri nısf-ı âhirde, hususan aşr-ı âhirde arayınız' ferman etmesiyle bu gelecek seksen küsür sene bir ibadet ömrünü kazandıran Leyl-i Kadrin gelecek gecelerde ihtimali pek kavi olmasından istifadeye çalışmak böyle sevaplı yerlerde bir saadettir' diye bize dersler verirdi.

"Üstadımız mübarek Ramazan'da daima evrad ve ezkarıyla meşgul olurdu, hergün bir cüz okurdu. Bizleri de teşvik ederdi. Bizler Ramazan'da muhakkak cüzlerimizi okurduk. Üstad fitresini bize verirdi. Bizlere de 'Siz talebe-i ulumsunuz, fitrenizi birbirinize devredebilirsiniz' derdi. Biz de birbirimize devrederdik, o parayla buğday alırdık. Sav'da, bazen Kuleönü'nde ekmek yaptırırdık, nafakmızı iktisatlı olarak harcardık.

"Üstadımız arabaya bindiğinde şu Âyet-i Kerimeyi okurdu. 'Sübhanellezi sehhare lena hâzâ ve ma künna lehü mukrinîn.' Ayrıca yedi defa Ayetü'-Kürsî'yi okurdu. İki öne, iki sağa, iki sola, bir arkaya.(C: 3, s: 92-93)

İhlâs - Uhuvvet

Bayram Yüksel anlatıyor; "Hususan Üstadımız daima derslerinde ihlâs ve uhuvvetten bahsederdi. 'Bu zaman enaniyet zamanıdır' derdi. Hattâ birgün Zübeyir Ağabey 'Üstadım ben enaniyetten çok korkuyorum' dediğinde, mübarek Üstadımız Zübeyir Ağabeye, 'Evet kork, titre' demişti. (C: 3, s: 96)

 "Sabah dersi, ders baklavası ve kur'a

Ahmed Gümüş anlatıyor; "Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin bir usulüydü ki, sabah derslerinden sonra talebelerine ikramda bulunurdu. Kendisinin 'ders baklavası' tabir ettiği bu ikramlar umumiyetle kurabiye, elma, üzüm, baklava gibi şeylerden olurdu. Bu ikramı yaparken kur'a çektirir ve kendisi de talebeler gibi kur'aya dahil olurdu. Kendisine kur'a isabet eden talebe önce alırdı. Böylelikle kendisinin de Risale-i Nur talebesi olduğunu açıkça ifade etmek istiyordu.

"Takdir hissimize tekdiri"

"Kendisine içimizden gelen bir takdir hissiyle baksak, hemen tekdir eder, 'Niçin yüzüme bakıyorsunuz? Ben kendimi sevmiyorum. Bana haddimden fazla makam vereni de sevmiyorum' derdi.

"Birgün, 'Bu kitapların müellifi olan zât elbette büyük bir zâttır' diye içimden geçti. Bunun üzerine, 'Bana makam veriyorsun' diye beni azarladı, tekdir etti ve bu tavrı her zaman devam ederdi.

 "Yüzüme bakarak içimdeki soruya cevap verişi"

"Birgün Tarihçe-i Hayat'tan, Eskişehir Ak Cami'de namaz kılması mes'elesini okumuştuk. Ben içimden, 'Ya buna ne diyeceksin?' gibilerinden yüzüne baktığımda, 'Kardeşim! İlm-i Kelâma göre evliyanın kerameti haktır. Bu hâdise doğrudur, fakat ben değilim. Bu öyle yüksek bir makam değildir. O zaman Kur'ân'a, Risale-i Nur'a hizmet etmek isteyen birisidir. Her Risale-i Nur talebesi hizmet esnasında bunun gibi iltifâtât-ı Rabbaniyeye mazhar olur' buyurdu.

 "Ben öyle talebe isterim ki..."

"Birgün Zübeyir Ağabey rahatsızlanmıştı ve derse iştirak edemeyecek durumda idi. Bizden kendisini idare etmemizi istedi. Sungur Ağabey ile beraber ders için Üstadın yanına girdik. Zübeyir Ağabeyi sordu. Çarşıya filân gitti diye geçiştirmeye çalıştıksa da muvaffak olamadık. Ciddî bir tavır takındı. 'Zübeyir olmayınca ders yapmıyorum. Zübeyir'i bulup getiriniz' dedi. Sonra Zübeyir Ağabeyi bulup getirdiğimizde öyle bir hiddetlendi ki...

"Ben Zübeyir'i öyle zannederim ki; değil parmak, kellesi gitse başsız gövdesiyle 'Risale-i Nur... Risale-i Nur... ' diye koşacak bilirdim. Bir parmak rahatsızlığı ile benim ümidimi kırdı. Ben öyle fedakâr talebe istiyorum ki, değil parmak, kol gitmiş aldırış etmeyecek. Böyle şeyler için kudsî davada tembellik gösterilmez. Said hak için hiçbir zaman kelleyi vermekten çekinmemiştir. Risale-i Nur'lara herşeyini feda edecek, fedakâr talebe lâzımdır... ' Ben o esnada kalbimden geçirdim ki, 'Hey Üstadım! Siz Zübeyir Ağabeye bu derece itab ediyorsunuz. Demek Risale-i Nur, talebesini bulmamıştır, ne gariptir.' Bunun üzerine Üstad, 'Risale-i Nur ve ben talebemizi bulmuşuz' dedi.

"Esasen Zübeyir Ağabeyin şahsında bütün talebelerine ders vermek istiyordu.

 "Üstad basını takip ederdi"

"Üstad Bediüzzaman Hazretleri basını takip eder, Risale-i Nur'la ilgili yazılarla ilgilenirdi. Gazete okuma işini Zübeyir Gündüzalp ile yaptığı gibi içtimaî meseleleri de yalnız onunla konuşurdu. Zübeyir Ağabeye olan alâkası bambaşkaydı.'

 "Menderes samimi bir Müslümandır"

"Birgün Adnan Menderes'i çok övdü. Ben o zamanki kafamla hayret ettim. 'Bu şahsın, Üstad ile faziletli bir zat tarafından övülmesi lâyık mıdır?' İçimden böyle geçirmiştim ki, Üstad bana dönerek, 'İslâmiyet için samimidir, fakat yalnızdır. Menderes İslâmiyetin ulviyetini anlayan samimi bir Müslümandır. Sen bilmiyorsun, senin konuştuğun o şahıslar da bilmiyor.'

"Hakikaten ben o zamanlar Konya'da Millet Partililerle oturup kalkardım. Onlar da Milliyetçiler Derneği'ni kapattı diye Menderes'e kızarlardı. Üstad herhalde onları kastetmiş olacaktı.

 "30 kuruş mu çok, 700 lira mı çok?"

"Üstadımız Hazretleri bir gün beni çağırdı. Zübeyir Ağabey için, 'Bu senin hemşehrin çok ahmak, benim için herşeyini terketti, görüyorsun çok dövüyorum, kovuyorum, bir türlü gitmiyor, hem de maaş ve ticarî geliri 700 lira idi. Onları da bıraktı, şimdi ben hemşehrine 30 kuruş veriyorum, hiç sesini çıkarmıyor. Senin bu hemşehrin ahmak değil mi?'

"Üstadım, değil.'

"Neden? Bak babasını anasını terk etti, memuriyetini terk etti, üstelik bir de benden dayak yer. 30 kuruş gibi pek cüz'î bir para veriyorum... 30 kuruş mu çok, 700 lira mı çok?'

"Üstadım sizin o 30 kuruş çoktur.'

"Sen mekteplisin, hiç hesap okumadınız mı? 30 kuruş 700 liradan nasıl çok olur?'

"Üstadım Zübeyir Ağabey en iyisini yapmıştır, sizin verdiğiniz o 30 kuruş 700 liradan çok daha iyidir.'

"Nasıl iyi olur, anlaşıldı sen hemşehrini tutuyorsun, sen de ahmaksın. Hemşehrini benim yanımda müdafaa ediyorsun, anlaşıldı. Ondan sana ahmaklık bulaşmış ve seni kandırmış' diye lâtife etmişti.

 İnönü: "Beni Said Nursî yıktı"

"O sıralarda Sikke-i Tasdik-i Gaybî Risalesi yeni basılıyordu. Tashih için kolonlar gelir, Üstadımız aslı ile karşılaştırırdı. Birgün Mustafa Sungur Ağabey okurken, Üstadımız:

"Bu âyet-i kerime, işârî mânasıyla yedi sene sonra Kur'ân'ın küfrü mağlûp etmesini ve İslâmiyetin şaşaalı günlerinin haberini veriyor. Ben o günleri görmeyeceğim. Sizin aldığınız süruru, Cenab-ı Allah da bana kabrimde aynen sizin gibi ihsan edecektir. Ben de aynen sizin gibi toprak altında o zevki tadacağım. O müjdeli günleri, Mustafa Sungur kabrimin başucunda bana anlatır, ben de mânen mesrûrane dinlerim.'

"Ben ise içimden, 'Böyle birşeyin olabilmesi için meclisin üçte ikisi Nurcu ve İslâmiyete kanaatkâr olması lâzımdır. Halbuki şimdi bir Nurcu mebus dahi yok, bu sözler gerçekleşir mi?' gibi sözler ediyordum.

"Üstadımız Hazretleri bana, 'Niçin yüzüme bakıyorsun, senin Kur'ân'a itikadın var mı? Ben kendimden söylemiyorum. Kur'ân haber veriyor. Bu tarihler kat'îdir, altı ay ya ileri ya geri olabilir, zaman bunu en iyi tefsir edecektir' dedi.

"Hakikaten yedi sene sonra, o tarihten iki ay geçince 1966 Senato seçimleri esnasında ki Adalet Partisi'nin çoğunluğu alması karşısında Cumhuriyet Halk Partisi mağlûp oldu. Bu mağlûbiyet üzerine İsmet İnönü, 'Beni Said Nursî mağlûp etti' diye radyolardan ilân etti."(C. 4, s:158-162)

Tarihçe-i Hayat'ın neşri

M. Emin Birinci anlatıyor; "Bu sefer büyük Üstadın Tarihçe-i Hayat'ı basılıyordu. Onu gören, Onu bilen, Onu tanıyan ve hizmetinde bulunan sadık talebeleri Aziz Üstadlarının tarihçe-i hayatını, meslek ve meşrebini kaleme almışlar. Risale-i Nur'un müellifini yüksek vasıflarını nazara vermek istiyorlardı. Hazret-i Üstad ise kendi hususî hayatı ile ilgili çoğu yerleri çıkarmış ve nazarları tamamiyle Risale-i Nur'a tevcih ettirmişti. O, 'Ben kendimi beğenmiyorum, beni beğenenleri de beğenmiyorum, herşey Risale-i Nur'a aittir' düsturunu benimsetmeye çalışıyordu ve bu açıdan meseleye bakıyordu. Risalelerden yazdığı hakikatleri önce nefsinde tatbik etmeyi bilen ve her haliyle yaşayan Aziz Üstadın bu Tarihçe-i Hayat'ı tab edilirken Üstada ait fotoğrafların esere girip girmemesi bahis konusu oldu. Şark'tan bir kısım talebeleri fotoğrafların girmemesi taraftarıydılar.

"Eserin baskısı hitama erince yine ciltletmek için Ankara'dan İstanbul'a götürdük. İlk ciltlenenlerden bir miktar alıp o zaman Emirdağ'da bulunan Hazret-i Üstada götürdüm. Büyük bir memnuniyetle karşıladı. Kitabı eline alarak biraz karıştırdı. Ve bana dönerek: "Bu kitap kaç panganottur' diye sordu.

"Yirmi beş liradır efendim' dedim. O zaman Üstad:

"En az kırk panganot olmalı... Çünkü ucuz olan ucuz bakar. Hem burada Eski Said'in resimleri de yok' (niye konmadı mânasında) diye bazı tavsiyeler de bulunduktan sonra Asâ-yı Mûsa'dan bir miktar ders okuttu. Sonra müsaade isteyip ayrıldım. O anda hizmetinde rahmetli Zübeyir Ağabeyle Ceylan Ağabey vardı. Bir müddet onların yanlarında kaldım. Ayrılırken Mustafa Acet'e yeni yazdırılan 'Hizbü'l Envar-ı Hakaik-ı Nuriye'yi bastırmak için alarak İstanbul'a getirdim.

"Ankara'da Tarihçe-i Hayat'ın baskısı bitince İstanbul'a geldim.(C: 4, s: 402)

Yüzüne bakılmasını istemezdi"

Bayram Yüksel anlatıyor; "Bizler Üstadımıza başka bir nazarla baksak, derhal rengi değişir, sıkılır, bizden istiskal eder; ihtiyar ve bakıma ihtiyacı olan bir kimse nazarıyla sırf lillah için baktığımız zaman çok memnun olurdu. Hattâ yemek yaparken, çay yaparken şahsî meseleleriyle fazla meşgul etmek istemezdi. Daima nazarları Risale-i Nur'a ve Nur'un hizmetlerine tevcih ederdi. Yemek yerken yalnız yer, bizler yanında olsak, bizlere muhakkak ikram ederdi. Biz ise almak istemezdik. 'Vermezsem, ikram etmezsem bana dokunur' derdi. Üstadımız yemeğini rahatla yesin diye yemek yerken dışarı çıkardık. Bazen yemeğini yedi, zannı ile sofrayı kaldırmak için habersiz girdiğimiz zaman; 'Keçeli, keçeli midenin kerameti var' der, yemeğini bize verirdi.

"Üstadımıza hizmet ederken yüzüne baksam, yani mübarek, veli bir zat sıfatıyla baksam hemen sıkılırdı. Hizmet ederken Üstadın yüzüne değil de, yere bakarak hizmet ederdik.

"Üstad, rahatsız olduğu, sesinin az çıktığı zamanlarda, ben yüzüne baksam, ne demek istediğini hemen anlardım. Bu hususta meleke kesbetmiştim. En küçük bir hareketinin mânasını, Üstadın yüzüne bakmakla anlıyordum. Üstad da, 'Keçeli, kulağı gözünde, bakma' derdi. Bazen de kulunç değneği ile döverdi. Üstadımız bizlere latife ederdi. Hattâ bazen 'Benim şarklı talebelerim lâtife eder beni eğlendirirlerdi. Siz de beni ferahlandırıcı sözler söyleyin' derdi. Hattâ araba ile seyahate giderken Ceylân Ağabeyle beraber şu kasideyi(Annem beni yetiştirdi) söylerdik, Üstadımız da memnun olurdu. (C: 3, s: 96)

"Üstadın rahatsızlığı kulunçtu"

Bayram Yüksel "Üstadımız bunu dinlerken çok memnun olur ve ferahlardı. Üstadımız rahatsız olduğu zaman daima ferahlandırıcı, müjdeli havadisler söylerdik. 'Söyleyin,' derdi, 'Benim vücudum çok hassas olmuş, en ufak bir şeyden fazla üzülüyorum' derdi. Bizler de çok dikkat ederdik. Üstadımızın üzüleceği birşey olursa tehir ederdik. Üstadımızın maddî hastalığı yoktu. Yalnız kulunç hastalığı vardı. Üstadın hastalığı mânevî idi. Âlem-i İslâmın aleyhinde bir şey olsa, Üstad derhal radar gibi hisseder, rahatsız olur, rengi değişir, sesi çıkmaz, bir asabî hal alırdı. O anda hizmeti çok zor olurdu. Türkiye'nin neresinde bir hâdise olsa, Üstad derhal hisseder, bizler de anlardık ki, muhakkak bir yerde Risale-i Nur'un veyahut Nur Talebelerinin aleyhinde bir plân hazırlanıyor. Bunların yüzlercesine şahit olmuşuz. Üstadımız yine son zamanlarda daima, 'Bana merak edici şeyler söylemeyin, benim vücudum çok hassas olmuş, çok fazla üzülüyorum. Daima bana ferahlandırıcı, müjdeli havadisleri söyleyin' derdi.

"1954'te Sungur Ağabey Samsun'da hapiste idi. Üstadımız çok fazla alâkadar oluyordu. Daima sorardı. Her zaman Sungur Ağabeyden bahsederdi. Birgün Üstadımız Ceylân ve Zübeyir Ağabeyle Barla'ya gitmişti. Sungur Ağabeyin tahliye olduğuna dair Samsun'dan telgraf geldi. Üstadımız da bir saat sonra Barla'dan geldi. Ben Üstadımıza müjde verdim. Üstadımız çok sevindi, benim müjdemi ziyafet olarak verdi.

 "Sen benim aramı açacaksın"

"Üstadımız katiyyen gıybet ettirmezdi. 'Üstadım, falan böyle söyledi' desek, 'Siz yanlış anlamışsınız, o benim dostumdur, o Risale-i Nur'a dosttur. O öyle söylemez, sen benim kardeşlerimle aramı açacaksın' derdi. Bazı yerlerden, 'Filan hoca Risale-i Nur'un aleyhinde, Üstadımızın aleyhinde' diye mektup gelirdi. Bazen de gelir, söylerlerdi. Üstadımız da, 'O zat ehl-i ilmdir. Bize dosttur' der, sustururdu. Daima hüsn-ü tevile çalışır ve 'Biz hüsn-ü zanna memuruz' derdi.

Hattâ Konya'dan Nur Talebelerinden iki grup geldi. Üstadımızı ziyaret ettiler. Bir grup diğer grubu şikâyet etti. 'Tedbirli hareket etmiyorlar, camide ders yapıyorlar' diye.

"Diğer grup da öbür grubu şikâyet etti. Üstadımız onlara demişti: 'Kardeşim, sizin hizmetinize ihtiyaç yoktur. Aranızda tesanüdünüze ihtiyaç vardır. Sizler ara sıra İhlas ve Uhuvvet ve Hücumat-ı Sitte risalelerin mabeyninizde beraber okumalısınız. Sizin şimdiye kadar fevkâlede sebat ve metanet ve tesanüd ve ittifakınız bu memlekete medar-ı iftihar olacak.' Üstadımız fedâkarlık dersi verirken, eski Şark talebelerinden misaller verirdi. Hattâ Ermeni Taşnaklarından misaller verirdi. 'Onları ateşe atarlar, gözleri patlar, davalarından ve şecaatlerinden vazgeçmezler. Siz benim yeni talebelerim de öyle olmanız lâzımdır. Ben size gidin Rus kumandanını öldürün desem, siz de hiç tereddüt etmeden gitmeniz lâzımdır. Ve sizleri de öyle biliyorum' derdi.

 "Zararı yok"

"Ankara'da Tarihçe-i Hayat neşrolunduğunda bir mektup geldi. Mektupta resmin caiz olmadığından bahsediliyordu. Mektubu Üstadımıza okuduk. Üstadımız tebessüm etti, 'Bir kurşun kalem ile resmin boynunu çizdi. 'Zararı yok. Yarım insan yaşamaz ve böyle mektup yazın' dedi. Mektubu yazan zata aynen Üstadımızın cevabını gönderdik.

"Buna benzer başka bir mesele: Üstadımız Afyon hapsinden çıktığında Zübeyir Ağabey ile bir evde kalıyordu. Tahirî Ağabey Isparta'dan Üstadımızı ziyarete gelip bir akşam misafir kalıyor. Namaz kılarken resimli para olduğu için cüzdanını çıkarıyor. Sabahleyin Üstadımıza, 'Allah'a ısmarladık' deyip çıkıyor. Garaja geldiği zaman bilet almak için cüzdanını arıyor, bulamıyor. Hemen geriye dönüyor, Üstadın yanına geliyor. Zile basıyor. Zübeyir Ağabey çıkıyor, cüzdanını getiriyor. O anda Üstadımız Tahirî Ağabeyi görünce, 'Niye geldin?' diye soruyor, Tahirî Ağabey de, 'Resimli para olduğu için cüzdanımı çıkartmıştım. Unutmuşum, onu almaya geldim' diyor. Üstadımız, Tahirî Ağabeye darılıyor, 'Bir daha böyle yapma, zararı yok, yarım insan yaşamaz' diyor.

"Rüya ile amel edilmez"

Üstadımız bize bu hususlarda çok mükerrer ders verirdi. Bazen bizler de cüzdanımızı korduk, yatağın üzerinde filan unuturduk. Üstadımız gördüğünde bize 'Emniyete sadakatsizlik ediyorsunuz. Böyle yapmayın' derdi. 'Çünkü sizin hatırınıza gelmez, fakat diğer kardeşinizin hatırına gelir; acaba bu kardeşimiz parayı kaybetti, benden mi şüpheleniyor?' diye...

"Yine birgün Diyarbakır'dan bir mübarek zat mektup yazmıştı Üstadımıza. Orada birisi rüya görmüş, rüyasında Peygamber-i Zişan Efendimiz ve Hülefa-yı Raşidînin ve Gavs-ı Azam gibi zatların bulunduğu meclise Cibril Alehisselâm gelip, artık hizmetin, neşriyatın sona erdiğini ve bundan böyle maddî cihad lâzım olduğunu söylemiş. Bunu Üstadımıza yazmışlardı, biz de okuduk. Üstadımız hemen kağıt kalem istedi. Cevap yazdırdı. 'O rüyanız mübarektir, yalnız te'vile ve tabire muhtaçtır. Oradaki cihad maddî değil, mânevî iman hizmetidi, düşmana galebe çalmak silâh ile değil, Nur'un iman bürhanlarının küfr-ü mutlaka mânevî galabesine işarettir. Sakın maddî cihad zannedilmesin. Ve ben rüya ile amel etmem' demişti.

"Üstadımız, Ankara Beyrut Palas Oteline geldiğinde, bazı mühim zatlar kendisini ziyarete gelmişlerdi. Üstad burada, vasiyetnamesi hükmünde olan bir mektubu kaleme aldı. Bu mektup, 'Nur Talebelerinin müsbet hareket tarzını bir kanun gibi ilelebet devam ettirmeleri... ' mânâsında idi.(C:3, s: 98-101)

"Bu resim benim deÄŸil"

"Tahliye olur olmaz Tarihçe-i Hayat'ın basılması istendi. Bu arada ben Üstadı ziyaret ettim. Fakülteyi de bitirmiştim. İçimde makam ve mevki sahibi olma arzusu belirmişti. Üstad ziyaretim sırasında bana, 'Kardeşim sana mebusluk, valilik, Diyanet İşleri Başkanlığı verilse bunları mı kabul edersin? Hem de serbest hareket edeceksin, yalnız cüz'i şeylerde onlara ittiba edeceksin. Kabul etmediğin takdirde hem seni hem de kardeşlerini hapse atacaklar. Bunu mu kabul edersin' dedi.

"Ben hiç ses çıkarmadım. Üstad, 'Ben ikincisini tercih ederim' dedi.

"Tarihçe-i Hayat basılırken (Bütün başladığımız kitaplarda olduğu gibi, tüm formaları Üstada gönderiyorduk.) ben bastığımız Tarihçe'nin 1-2 formasını alıp Üstada gittim. Üstad getirdiğim formaları verdim.

"Üstad Hazretleri Sofya ateşemiliterliği tarafından verilen pasaporttaki resmine baktı, (Resim pala bıyıklı Üstada benzemeyen birisinindi) resmi göstererek 'Bu ben değilim' dedi. Yanlış fotoğraf bastığımızı anlamıştım. Ankara'ya döner dönmez yanlış resmi havi formadaki iki yaprağı yırtıp Üstadın resmi olan kalpaklı fotoğrafı havi yapraklara bastık.

"Tarihçe-i Hayat'ta basılan resmi bilmeyerek Said Özdemir kardeş bana vermişti. Ben de iki resim de Üstada ait diye o yanlış resmi koymuşum. Basılan Tarihçe'nin adedi 5000 idi. Her forma basılınca bütün formaları matbaadan alırdık. Sebebi de formalar kitap haline gelince emniyet kitapları elimizden almasın diye. Bastığımız Tarihçe'nin 20-30 formasındaki resimleri her nasılsa değiştirememişiz. 20-30 Tarihçe Üstada ait olmayan resimleri havi olarak piyasa çıkmış.

"Tarihçe-i Hayat'ın basımı Üstad Hazretlerini çok memnun etmişti. 'Bu eserin yirmi Risale kadar ehemmiyeti var' derdi. Tarihçe'de Üstadın boy resimlerini havi fotoğraflar da vardı. Üstad bu konuda bize hiçbir şey söylemedi. Yalnız onun hakkı olan kitaplardaki resimlere kurşun kalemle boyunlarında bir çizgi çekmiş. Bunu ben sonradan Üstadın hizmetkârlarından öğrendim.

"Birgün Üstad Hazretlerini Emirdağ'daki ziyaretimde (o zamanki ziyaretimde bir gün Üstad Hazretlerinin misafiri olarak evinde kalmıştım) mevzuun nasıl açıldığını hatırlamıyorum. 'Kardeşim, istesem Menderes'i buraya getiririm, ama ihlâsıma zarar gelir!' demişti.

"Yine bir seferinde Üstadı Emirdağ'da ziyâret etmiştim. Üstad bana kitapların basım ve cildi için 2500 lira para verdi. 'Bu parayı hizmete ebeveynin verdi' dedi. O gün Üstadı Emirdağ'da ziyaret ettikten sonra Ankara'ya dönmek için O gün Eskişehir'e geldim. Eskişehir'de yedek subaylığını Ankara'da yaparken sık sık yanımıza gelen Erhan Arbatlı'ya uğradım. Erhan bana, 'Bu gece burada kal, yarın gidersin' dedi. Ben de o gece Eskişehir'de kaldım. Sabah namazından sonra Üstad'ın Eskişehir'e geldiğini öğrendik. Erhan'la beraber Eskişehir'deki odun pazarında bulunan Abdülvahit Ağabeyin evine giden Üstadı ziyarete gittik. Kapıyı çaldık, açtılar. Üstada talebelerinden biri, 'Türkmenoğlu ziyârete geldi' dedi. Üstad tanımadığını beyan etti. Şaşırmıştım. Oda kapısı açıktı, yavaşça içeri girdim. Üstadın elini öpmek için yanına yaklaştım ve elini öpmek için eğildiğimde, enseme bir tokat indi.

Üzülmüştüm, olduğum yerde yere çöktüm. Üstad üzüldüğümü hissetti. Hatamı anladım. Ankara'ya bir gün gitmemekle hizmeti aksatmış, dolayısı ile Risalelerin çıkmasının gecikmesine sebep olmuştum. Üstad Hazretleri Risalelerin bir an önce çıkmasını herşeyden ehemmiyetli görüyordu.

"Ankara'daki matbaa işi ekseriyetle üzerimde idi. M. Emin Birinci hapisten sonra Ankara'ya dönmemişti. Rahmetli Atıf Ural da bazı sebeplerden dolayı hizmetini iyice azaltmıştı.

"Benim de Ankara'ya bir gün geç dönmem hizmetin aksamasına neden olabilirdi. Ondan dolayı Üstadın tokadına maruz kalmıştım. Üstad çok üzüldüğümü görünce benim gönlümü aldı.

"Benim dört Mustafam var' diye bana taltifli sözler söyledi.

"Üzüntüm zail olmuştu. Konuşma biter bitmez, 'Hemen Ankara'ya dön' dedi.

 "Büyük risalelerin hepsi Üstad hayatta iken basıldı"

"Ben Üstadın yanından çıktıktan sonra Ankara'ya döndüm. Ankara'da küçük bir matbaada Kastamonu Lahikasını bastık. Doğuş Matbaasında İşârâtü'l-İcaz'ı basmaya başladık. Said Özdemir, vaizliğe geçtiği için tüm para işleri ile beraber matbaa işlerinde de bize yardım etmeye başladı. İşârâtü'l-İcaz'ın basımı bitince sene de 1959 olmuştu...

"Okul biteli iki sene geçmişti, askere gitmem icap ediyordu. Gerçi askerlik için beni arayan soran olmamıştı. Bütün büyük kitaplar yeni yazı ile basılmıştı. Risale-i Nur eserlerinin arka arkaya basımı ve piyasaya çıkışı, Üstadı çok memnun etmişti. Kendisini ziyarete gelenlere 'Risale-i Nur'un bayramını yaşıyoruz' diye memnuniyetini izhar ediyordu. Eserleri yeni yazı ile basıldıktan sonra üniversite talebeleri arasında eserleri okuyanların adedi gün geçtikçe artıyordu.

"Risale-i Nur'lar artık her tarafa yayılmıştı. Bizden sonra gelenlerin bu eserlerin basımını daha iyi devam ettirecekleri huzuru içinde son defa Üstadı ziyârette gittim. Üstada işe girmek istediğimi söyledim. Bana 'Seni muallime bırakırım' dedi. Fakat askerlik işi ve bazı Risale-i Nur hizmetleri nedeni ile Üstadımın müsaade ettiği muallimlik görevine gidemedim. 1959 ortalarına doğru askere gittim. Bu şekilde

Üstadımın sağlığındaki neşriyat hizmetini kapamış oldum."

Mustafa Türkmenoğlu Ağabeyimiz Nur manzumesini isimsiz ihlâs kahramanlarından bir mübarek şahsiyettir. 1977'de bize anlattığı o bergüzâr hatıralarının sonunu böyle bağlamıştı:

"Biz onun davasına gönül verdik. Bu dâva İlâhî mukaddes bir dâvâdır. Kur'âna ve imana hizmet verme yolunda çok sıkıntılar çektik. Helâl olsun. Onun dersine lâyık olabilmişsek, benim için en büyük mutluluktur?"(C: 4, s: 471-474)

Üstadı arıyorum"

Mehmet Emin Er anlatıyor;"1954 tarihinde Üstadı ziyeret için Isparta'ya gittim. Üstadın bir gün evvel Eğirdir'e gittiği ve ne zaman döneceğinin malum olmadığını söyleyince adres aldım, hemen Eğirdir'e hareket ettim. Çilingir Ali Efendinin evine vardım. Üstadı sorduğumda şunları anlattı:

"Üstad geçen gece bizdeydi. Sabahleyin motorla Barla'ya gitti. Hareket etmeden evvel abdest aldım. Başımda şapka olduğu halde iki rekât abdest sünneti kıldım. Üstad bana döndü ve dedi ki: 'Ali, şapkayla kıldığının ziyanını ben veremem. Fakat bizimle meşgul olduğundan dolayı ziyanın neyse vereyim.' Ben de cevaben, 'Hayır, benim sizden ötürü bir ziyanım olmamıştır. Bir miktarcık başım açık dolaşırım' dedim.

"Sonra yemek duasından bahsedilirken Ali Efendiye sordum: 'Üstad sizinle yemek duası okudu mu?'

"Ali Efendi cevaben, 'O bize misafir olur, ama yemek yediğini görmeyiz, o ancak gece bir iki lokma yer' dedi.

"Ali Efendi hizmetle meşgul iken yanımıza gelen arkadaşlar şöyle konuştular. 'Ali talebe olmazdan önce namaz kılmazdı, içki içerdi, daha sonra namaza başladı, içkiyi de terk etti. Eski Türkçe risalelerin okumasını ve yazmasını öğrendi.'

"Eğirdir müftüsünden bahsedilirken cemaatten bazıları 'Müftü, Ali'nin dostudur' dediler ve bu hususta Üstadın şöyle konuştuğunu naklettiler. 'Müftü, Ali'nin dostudur, Ali de benim dostumdur. Benim dostumun dostu, dostumdur. İman şartı ile hakkımı herkese helâl ediyorum. Hatta bana zehir içirenlere de.'

"Hülasa sabahleyin Ali Efendi torbaya bir francala ekmeği koydu ve dedi: 'Üstad lokantaya gitmez ve kimsenin ekmeğini yemez. Bunu Üstada verirsin, o sana parasını verir, sen al.'

"Sonra benimle beraber geldi, beni motora bindirdi ve kendisi evine döndü. Barla'ya gittim, fakat Üstadın karadan Barla'dan döndüğünü işitince hemen aynı motorla Eğirdir'e döndüm.

"Benimle motora binen bir hoca hemen şöyle sohbete başladı. 'Memleketimizin geliri kifayetsizdi, 55 seneden beri bize yetmiyordu. Bu mübarek zat geldiğinden bu yana Allahu Teâlâ memleketimize bereket ihsan etti. Şimdi biz fazlasını dışarıya satıyoruz. Bazen Üstadla birlikte bağımıza giderdik. İki habbeyi koparır ve der: 'Hoca, bunların parası ne kadardır, vereyim.'

"Estağfurullah hocam, onun ne kıymeti var ki veresiniz, ben yemenizden şeref duyarım. 'Fakat sonra çıkarır bir risale hediye eder. Eğer o hediye kabul etseydi, bu Barla nahiyesi kendisinin mülkü olurdu. Fakat kabul etmez. Bazen bana gideriz, çiçekleri çok sever, bazılarına dikkatli dikkatli bakar, görürüm ki, gözlerinden yaş akar.

 "Üstadın huzurundayım"

"Sonra Eğirdir'e geldim. Francalayı Ali Efendiye verdim ve aynı günde Isparta'ya döndüm. Ceylan'ı gördüm. 'Beni uzaktan takip eyle' dedi, 'Zira tarassud var, kimseye hissettirme, hafiyeler seni görürlerse tutarlar.'

"Ben de uzaktan kendisini takip ettim. Bir müddet yürüdükten sonra bir kapı önünde durdu. Etrafa baktıktan sonra içeri girdi. Kapıyı yarım açık bıraktı ve kapının ardında beni bekledi. Beraber yukarıya çıktık, sağımdaki odaya girdi. Zübeyir de geldi, beni soldaki odaya götürdü.

"Hemen yere ve duvarlara nazar ettim. Asılı veya serili hiçbir şey görmedim. Yalnız Hazret-i Üstadı; bir sedir, bir yorgan ve bir de yastığı gördüm. Hazret-i Üstad sedir üstünde oturmuş, yorgan altından ayaklarını uzatmış idi. Yorganı göğsüne çekmişti. Hasta olduğu belli idi. Başında uzunca bir külah, üzerinde de renkli bir kefye kat kat yukarıya doğru sarılmıştı. Gömleğin kollarını yukarıya doğru kaldırmıştı. Sakalı yoktu, parmakları uzun, vücutları iri, fakat zayıftı. Saçı iki üç parmak kadar külahtan dışarı sarkmıştı. Bakışı heybetli, sesi hasta olmakla beraber yüksek ve şiddetli idi.

"Bana 'Nerelisin?' diye sordu.

"Diyarbakırlıyım' dedim.

"Birçok kişiyi, valiyi ve Mehmet Kayalar'ı sordu. Daha sonra da 'Niçin geldin?' dedi.

"Ziyaret ve bazı soruları sormak için geldim' dedim

"Üstad, 'Hastayım, sorulara cevap vermeye vaktim yoktur' dedi.

"Sonra Zübeyir'e hitaben 'Bir minder getir' dedi. Minderi getirdi, hemen yanına sermesini işaret etti ve bana 'Otur' dedi.

"Oturdum. Zübeyir'e, 'Sen de otur, sesim çıkmazsa sen anlat' dedi.

"Zübeyir'le beraber Üstadın yanında yan yana diz çöküp oturduktan sonra, Üstad, 'Soruların nedir?' dedi.

"İmamlığı zekâtla yapıyorlar. Bu durum hoşuma gitmiyor. İmamlığı böyle mi yapalım, yoksa ücretle mi yapalım? Veya başka birşeyle mi meşgul olalım?' dedim.

"Üstad, 'Ücrette minnet vardır. Zekâtsa minnetsizdir, mal Allah'ındır, zenginler birer vekildir. Siz zekâtla imamlık yapın. Fakat pazarlık etmeyin. Günlüğünü de onlara bağlamayın, çünkü ihlâsı zedeler, Rızık veren Allah'tır, yalnız onların eliyle gönderir. İktisat edin.'

"Üstad, başka sorularımın neler olduğunu sordu.

 "Nakşi tarikatinin halifesi olayım mı?"

"Nakşibendi tarikatında beni halife ettiler. Ben kendimi buna layık görmüyorum. Manevî mes'uliyetten korkuyorum. Eğer bunun bana zararı varsa terk edeyim' dedim.

"Ãœstad, 'Åžeyhin kimdir?' diye sordu.

"Şeyh Seyda'dır.'

"Åžeyh Seyda kimin oÄŸludur?'

"Şeyh Ömer Zerğani'nin oğludur.'

"AÅŸiretine ne diyorlar?'

" Arap aÅŸireti diyorlar.'

"Aslen nereden gelmedir?'

"Aslen BaÄŸdat'tan gelmedir.'

"Åžeyh Seyda kimin halifesidir?'

"Dayısı Şeyh Mehmed Nuri'nin halifesidir.'

"Şeyh Mehmed Nuri tarikatı kimlerden almıştır?'

"Şeyh Mehmed Nuri, Şeyh Ömer Zenğani'den; Şeyh Ömer de Şeyh Hüseyin Basri'den; Şeyh Hüseyin de Şeyh Salih Sübki'den; Şeyh Salih de Şeyh Muhammed Ayni'den; Şeyh Muhammed Ayni de Şeyh Halid Cezeri'den; Şeyh Halid de Mevlana Halid'den almıştır.'

"Cizre şimdi Türkiye'de mi Suriye'de mi?'

" Türkiye'dedir.

"Åžeyh Seyda Risale-i Nur'u okuyor mu?'

"Şeyh Seyda Türkçeyi bilmez. Fakat sizin ne kadar Arapça risaleniz varsa hepsi yanında mevcuttur.'

"Şeyh Seyda irşada çıkıyor mu?'

"Evet, irşada çıkıyor.'

"Ehl-i tarikat daha ziyade imanla alakadardırlar, sen almış olduğun vazifene devam et. Yalnız hediye kabul etme. Hediye hilafü'ş-şer' değildir. Fakat ihlâs yoktur. Ben iki cihetle Şeyh Seyda ile alakadarım. Hem selam, hem tebrik ederim.'

"Zübeyir sordu: 'Alakaları biliyor musun?'

"Hayır, bilmiyorum.'

"Zübeyir: 'Alakalar manevîdir.'

"Üstada tekrar sordum: 'Ben medrese ilimlerini bitirdim ve icazet aldım. Bundan sonra ne yapayım?'

"Üstad: 'Risale-i Nur'u oku, okut. Risale-i Nur bana ihtiyaç bırakmamıştır. Seni on beş gün kadar misafir etmek isterdim, fakat üzerimizde tarassudatlar vardır. Eğer bilseler ki sizin gibi bir âlimin geldiğini, hemen hemen inceden inceye takibat açarlar. Biz yatakta hasta olduğumuz halde bizden korkuyorlar. Biz ziyaretçileri kabul etmiyoruz. Hatta geçenlerde Menderes Isparta'ya geldi. Vali ile beraber ziyaretimize gelmeleri için müsaade istedi. Ben kabul etmedim. Ben seni talebelerimden kabul ettim. Hemen memlekete avdet et. Sana soran olursa, 'Ziyarete gelmişim deme, ticarete gelmişim' de. Paran yoksa sana vereyim.'

"Benim param vardır' dedim.

"Mübarek elini öptüm. O da faziletinden fakirin elini öptü. Göz yaşlarımı dökerek ayrıldım. Saatime baktım. Gördüm ki, Üstadla mülakatımız tam 45 dakika olmuş.

"Trene geldim. Bir gün iki gecede Diyarbakır'a yetiştim. Mehmet Kayalar'ın yanına vardım. Mehmet Kayalar beni görünce: 'Konya'da indin mi?' dedi. Ben, 'Hayır, inmedim' dedim.

"Mehmet Kayalar, 'Üstadın mektubu gelmiş sizden bahsetmiş' dedi.

 "Şeyh Seyda: O, Firavunların Musa'sıdır"

"Hazret-i Üstadın selâm ve tebriklerini evvela mektupla, sonra Cizre'ye gittiğimde Şeyh Seyda'ya tebliğ ettim.

"Cemaatten birisinin suali dolayısıyla Şeyh Seyda, Üstad hakkında şunları söyledi:

"Bediüzzaman'ı bu asırda Allah Teâla bize göndermiştir. Daha genç yaşlarda iken Cizre'ye gelmiştir. En büyük âlim ve mürşidlerinden sayılan dayılarımız ve ağabeylerimiz onun ilmini, fazlını, büyüklüğünü kabul ve itiraf etmişlerdir. O inancı olmayanların, Firavunların Musa'sıdır. Onun vazifesi öyledir. Bizimki de böyledir. Eğer bir mani olmasa idi ziyaretine gider, elini öper, dua talep ederdim. Kitapları hakikattırlar. Bizde mevcutturlar. Eğer rast gelse, mani de olmazsa, ben de medreseye gider Risaleleri dinlerdim."(C:4, s: 186-190)

"Zamanın kutbudur Bediüzzaman!"

Ali Tayyar anlatıyor; "Üstadı son ziyarete giderken yanımda Halıcı Fehmi Sürmeci Ağabey vardı. Eskişehir'in Muttalip köyünden hafız yetiştiren Hacı Hilmi Efendiyi ziyaret ettik. Bu zat, Fehmi Ağabeyin şeyhiydi. Birkaç yeğenimiz orada hafızlığa çalışıyordu.

"Müsaade isteyip ayrılırken 'Şimdi siz nereye gidiyorsunuz?' diye sordu. Biz de,

'Bediüzzaman Hazretlerini ziyaret edeceğiz' deyince, oturduğu yerden ayağa kalktı. Sanki Üstad yanındaymış gibi kollarını iki yana açarak boşlukta kucakladı. Ve 'Kardeşim, ' dedi, 'zamanın kutbudur Bediüzzaman. Selâmımı söyleyin. Bana da dua etsin' diyerek kitaplarını iyi okuyup gösterdiği yoldan kat'iyyen ayrılmamamızı tavsiye etti.

"Eskişehir'den ayrıldık. Üstad Bediüzzaman Hazretlerini Isparta'da aynı evde birlikte ziyaret ettik. Üstad çok rahatsızdı. Sesi boğuk çıkıyordu. Konuştuğunu Zübeyir Ağabeyin tercüman olması ile anlıyabiliyorduk.

"Hz. Üstada Kur'ân hattıyla yazdığım bir adet Beşinci Şua götürmüştüm. Zübeyir Ağabey, 'Üstadım. Bu kardeşimiz Beşinci Şua'yı yazıp getirmiş' dedi. Üstad, yaslanmış olduğu yastıktan, bir delikanlı çevikliği ile doğrularak 'Getirin bakayım!' dedi ve 'Beşinci Şua'yı biraz karıştırdıktan sonra, Tahiri ve Zübeyir Ağabeylere gösterip, 'Tashih edilmiş mi?' diye sordu. 'Tashih olmuş Üstadım' cevabını alınca, Zübeyir Ağabeye işaret ederek bir kalem getirmesini istedi. Sonuna benim için dua buyurdular. Kalemi Üstad eline aldı. Üstadın bileğinden Zübeyir Ağabey tuttu ve duayı öylelikle yazdılar. Bizzat Üstadın kendi el yazısının bulunduğu 'Beşinci Şua'yı hassasiyetle muhafaza ediyorum.(C.4, s: 211)

Haydi, Ãœstada gidelim

 Bahri Çağlar anlatıyor; "1950'den sonra bir yaz günü Üstad Barla'ya şoförü Mahmud Çalışkan'la gelmişti. Yanında başka kimse yoktu. Çünkü diğer kardeşler hep tevkif edilmişti. Köyde herkes işinde gücünde olduğundan kimse yoktu. Mahmut kardeş ise Barla'ya ilk defa geliyormuş. Arabayı yukarıdaki medresenin yanına koymuşlar.

"Üstad, Mahmut kardeşe bir miktar para vererek yoğurt almaya göndermiş: 'Süleyman Efendinin evini sor. Eğer o yoksa evi medreseye bitişik olan Marangoz Mustafa Çavuşun kızını bul, şu parayı ona ver, yoğurt bulsun. Onları bulamazsan Bahri'yi bul"

"Medresenin yanına geliyor, fakat civarda kimse yok. Kendisini yaşlı bir kadın görüyor, 'Kimi arıyorsun?' diyor.

"Süleyman efendiyi."

"İşte şu karşıki ev."

"Bakmış kapı kilitli. Bu sefer Mustafa Çavuşu soruyor. Fakat 'Kızı' kelimesini unutmuş.

"Kadın, 'Mustafa Çavuş yok. Biraz yukarıda Mustafa Çavuş vardı, ama öleli çok oldu' diyor.

"Oradan sorarak Mahmut kardeş bizim eve geliyor. Vakit öğle saati. Yemek yiyorduk. Bütün çocuklar sofrada idi. Cümle kapısı tıkırdadı. En küçük kızım, 'Şu kapının çalınması Üstadın talebelerinin çalmasına benziyor' dedi. Hepimiz merdivenin başına koştuk. Baktım ki kapıdaki Mahmut kardeş. Hemen aşağı indim. 'Ben sokakta kaldım' dedi. 'Süleyman Efendi yok, Mustafa Çavuş yok. Haydi, Üstadın yanına gidelim.' Kalktık yukarı medreseye gittik. Üstadı bir sandalyede oturmuş halde gördüm. Üstad çok neşeli idi. Öyle neşeli halini daha önce hiç görmemiştim.(C:1, s: 415)

"Tasannu ve gösterişten çok çekinirdi"

Bayram Yüksel anlatıyor; "Üstadımız tasannu ve gösterişten çok çekinirdi. İhlâsın zirvesine çıkmıştı. Üstadı tam manasıyla anlatmaya benim ifadem, kabiliyetim ve kalemim müsait değildir.

"Üstad her yaşta, anlayışta ve meslekteki kimselerin seviyesine ve durumuna göre konuşur, görüşür hepsini de memnun ederdi. İlkokul talebesinden üniversite talebesine, mualliminden profesörüne kadar, herkesle alâkadar olur, onların durumlarına göre Risale-i Nurlardan ders verir, muhakkak tatmin ederdi. Biz onun karşısında hiç itiraz edenini görmedik. Hattâ çıktıktan sonra çokları, 'Biz bu sualleri soracaktık, Allah razı olsun, hiç sormaya ihtiyaç kalmadı, hattâ kalbimizde ne varsa hepsinin de cevabını verdi' derlerdi.

"Bir gün İzmir'den başka yerlerden doktorlar gelmişti. Onlara doktorluk hakkında gayet güzel dersler verince, doktorlar hayret içinde kaldılar. 'Tıpta bunların biz bir kısmını okuduk. Bu kadar tahsil yaptığımız halde, bu anlattıklarını yeni duyuyoruz. Acaba bunları nereden okumuş? Doğrusu Üstadın otuz senedir tatbik ettiği meseleleri, tıp, bugün yeni yeni keşfediyor' demişlerdi.

"Herkesin seviyesine göre konuşurdu"

"Üstad avamın da seviyesine göre konuşurdu, havassın da. Öyle olurdu ki bir köylünün, bir çobanın, bir rençberin seviyesine iner, alçak gönüllülükle ve tam onların anlayacağı bir lisanla konuşuyor, onları memnun ve mesrur ederdi. Bir profesörle konuşurken kâh kozmoğrafyadan bahseder, dünyanın kaç saniyede döndüğü, dakikada kaç yağmur tanesi düştüğünü hesaplar, bu nevi şeylerden konuşurdu. Onlar da, 'Bunların nereden öğrenmiş, biz bunları okumadık, bir kısmını yeni okuyoruz. Dünyanın yaratılışından kıyamete kadar ömrünü biliyor' derlerdi.

"Dinlerken sevinçlerinden yerlerinde oturamazlar, kalkarlar, otururlar, hayretler içinde kalırlar, 'Allahü Ekber' derlerdi.

"Bir zaman Profesör Ali Fuat Başgil, 'Üstadın ilmine hayranım. Bizim tahsil ettiğimiz ilimle, Üstadın ilmi mukayese edilemez. Üstada Cenab-ı Hak öyle bir ilim nasib etmiş ki; umman gibi, aştıkça kabarıyor. Bir deniz ki içine girdikçe giriliyor. Bundaki ilmin ucu bucağı yoktur. Diğer eserleri, ilimleri müstesna, yalnız Türkiye'de Osmanlı lisanını muhafaza ettiği kâfidir. Çünkü onun eserleri aynı zamanda Osmanlı lisanını muhafaza ediyor' demişti.

Çantay: "Bizler Bediüzzaman sayesinde eser verdik."

"1961'de Mustafa Polat'la merhum Hasan Basri Çantay'ı ziyarete gitmiştik. Mustafa Polat sordu: 'Neden Üstad tarzında eser yazmadınız.'

"Kardeşim,' dedi. 'Sizler Üstadın nasıl bir insan olduğunu bilmiyorsunuz. Kimse Üstadla mukayese edilemez. Onun kulağına üfleyen vardı. Onun fiş takacağı yeri vardı. Bizim fiş takacak yerimiz yok.

"Kardeşim, sizi tebrik ederim. Bizler Üstadın sayesinde müellif olduk. Bizler korkumuzdan ne eser yazabiliyorduk ve ne de kimseye anlatabiliyorduk. Üstad Hazretleri Risale-i Nurları te'lif etmeye başladı; hem Türkiye'de okuma çığırı açtı, hem de hapishanelerde dayak, kelepçe, açlık, susuzluk her zulme tahammül etti. Fakat onun ihlası, onun şefkati, onun merhameti, onun tevazuu, onun şecaati ve kahramanlığı herşeye galip geldi. Türkiye'de herşey onun peşinde; emniyeti, polisi, bekçisi, İslâmiyetten mahrum kalmış halkı, İslâmiyetten uzaklaşmış insanları hep aleyhinde. Onun kimsesi yok. Ne ordusu var, ne polisi, ne jandarması, ne bekçisi. Yalnız onun Allah'ı var. Yalnız Allah'a dayanmıştı, yalnız Peygamberine.'

"Siz Üstadı anlayamazsınız"

"Bir gün eski alay müftüsü Osman Nuri Efendi:

"Kardeşlerim! Sizler Üstadı tek taraflı anlıyorsunuz. Üstadı sizin hafızalarınız anlamaz. Üstad acaip bir insan. Sizler Risale-i Nur'u anlayarak okuyun. Ben eserlerinin hepsini mütalaa edemedim. Fakat çok kitaplarını tetebbu ettim. Hususan işte görüyorsunuz. Fevzi Çakmak'la her gün beraberiz. Çeşitli mevzuları, hattâ dünya ahvalini görüşüyoruz. Sizin Üstadınızda öyle bir deha, öyle bir kabiliyet var ki, dünyadaki devletlerin siyaseti Üstada verilse hepsini idare edebilecek bir kabiliyet var. Ben öyle görüyorum ve hakikaten de öyledir' demişti.

"Üstadı on yedi defa zehirlediler"

"Üstadımız aynı zamanda yemek yerken yalnız yer, bizler yanında olsak bize verir, 'Vermezsem bana dokunur' derdi. Hattâ Üstadımıza haftada bir ekmek alırdık, ekmeği fırından veya bakkaldan alırken çok dikkat ederdik. Çünkü bizim etrafımızda çeşitli dessaslar vardı. Fırıncılardan ekmek alırken, fırıncını verdiği ekmeği almaz, bir tedbir olarak kendimiz seçer alırdık. Hattâ mandradan olarak yoğurt alırken yüzlerce kâsenin içinden biz kendimiz seçerdik. Çünkü Üstadın aleyhinde çok plânlar döndürüyolardı. On yedi sefer zehirlediler.

"Bizler çok dikkat ediyorduk. Hattâ Üstadımıza su getirirken, suya giderken ve sudan gelirken erkek ve kadın, çoluk çocuk hep bizimle meşgul olmak isterlerdi. Üstadımızın hizmetinde olduğumuz için su getirirken bize yardım etmek isterlerdi. Biz katiyyen kimse ile konuşmazdık. O anda su getirirken Üstadımızın hizmetkârları da olsa birbirimize termosu vermezdik.

"Üstadımıza ekmek ve yoğurt gibi ne alırsak kapalı bir kap içinde getirirdik. Zehirlenme hâdiselerinden başka, Üstadımız isabet-i nazardan da çekinirdi. Su getirdimizde dahi Üstadımız kendisine dokunmasın diye bize yirmi beş kuruş para verirdi.

"Hizmetindekilere ÅŸefkatle muamele ederdi"

"Üstadımız hizmetine yeni gelenlere bir-iki sene iltifat eder, okşar, fazla sıkmaz, ağır ağır derslere başlar, fedakârlık, sadakat, tedbir ve ihlâs dersleri verirdi. Çok şefkatli muamele ederdi. Hususi hizmetlerini de tedricen yaptırdı. Bu hususlarda her bakımdan en fedakâr, bir kale gibi imanı olan Zübeyir Ağabey idi. Acaip bir fedakârlık vardı kendisinde. Hattâ Üstadımız bizlere darılsa, kızsa Zübeyir Ağabeyi döverdi. Üstadımız Zübeyir Ağabeyin nefsini tam terbiye etmişti. Zübeyir Ağabeye, 'Bu taştır, bu ağaçtır, topraktır, bu meyyittir' gibi sözlerle nefsini rencide edecek şeyleri söylerdi. Zübeyir Ağabey de, 'Evet Üstadım' derdi, katiyyen nefsinden dahi itiraz gelmezdi. Allah rahmet eylesin, şefaatına mazhar eylesin.(C:3, s: 103-106)

"Üstadı ziyaret et"

Gıyaseddin Emre anlatıyor; "1954'te bağımsız milletvekili olarak seçildikten sonra Ankara'ya gitmek üzere pederime veda ederken bana ilk tavsiyesi, 'Gittiğin zaman mutlaka benim yerime Bediüzzaman'ı ziyaret et ve benim yerime elini öp, hürmetlerimi bildir' demesi oldu. Ben de hemen Ankara'ya geldikten birkaç gün sonra, daha evvel kendisiyle tanıştığım Said Köker ve Gümüşhane Milletvekili Ekrem Ocaklı ile dostluk kurmuştum. Bir gün kendilerine, 'Ben Bediüzzaman Hazretlerini ziyarete gideceğim, sizler de teşrif eder misiniz?' dedim. 'Hay hay, memnuniyetle' dediler. İlk ziyaretimiz böyle oldu.

 "Ekrem Ocaklı ve Said Köker'le birlikte Üstada gidiyoruz"

"Üçümüz beraber gittik. Kendisi Emirdağ'daydı. Emirdağ'da bakkal bir kardeş vardı. Aklımda kaldığına göre, ancak onlar vasıtasıyla kendilerini ziyaret edebileceğimizi söylemişlerdi.

"Taksiye bindik, şoförle de sabah gidip akşam döneceğiz, diye konuşmuştuk. Sabahleyin kalktık, Eskişehir yolu üzerinden, öğle namazından evvel, Emirdağ'a yetiştik. Bediüzzaman Hazretlerinin evi çarşının ortasındaydı. Bakkal kardeşler biraz daha yukarıdaydılar. Bakkalların kapısında durduk. Kim olduğumuzu söylemeden içeriye girdik. Nereden geldiğimizi söylemeden, ben konuşmaya başladım: 'Efendim, biz misafiriz. Bediüzzaman'la görüşmek imkânını bize sağlar mısınız?'

"Onlar da, 'On beş günden beri rahatsız olduklarından kimseyle görüşmüyorlar' dediler. Daha cevaplarını bitirmeden başında beyaz takkeyle bir genç talebe içeri girdi ve 'Bediüzzaman Hazretleri misafirlerini bekliyor' dedi. Tabiî bu hali görünce biz de şaşırdık, adamcağızlar da şaşırdı. Fakat adamlar daha önce Üstadın bu gibi harikulâde hasletlerini, meziyetlerini bildikleri için bizim kadar şaşırmadılar. Yani şaşkınlık dediğimiz, sevinç şaşkınlığı, muhabbet şaşkınlığı desem, daha doğru olur. Kapısının önüne vardığımız zaman onlar benden yaşlı oldukları için, 'Buyurun, siz önde gidin' dedim, fakat Ekrem Bey, 'Hayır bu devlet, dedeniz sayesinde oldu. Sen önde git! On beş günden beri misafir kabul etmediği halde, şimdi âniden bizi kabul ettiğine göre, dedenizden okuduğu için, onun yüzü suyu hürmetine bizi kabul etti. Sen önde git, size belki iltifatları olur, biz de sayenizde iltifatlarına mazhar oluruz' dedi.

 "Üstad, 'Gıyas Gıyas' diye beni kucakladı"

"Ben önde olmak üzere içeriye girdik. Bir karyolanın üzerinde oturuyordu. Mekke ve Medine'de büyük zatların giydiği ve Libâde denilen bir beyaz elbisesi, başında bir amamesi (sarığı) vardı. İçeri girer girmez aniden kalktı, geldi ve beni kucakladı:

"Ben çoktan beri rahatsızdım. Sabahtan beri, bir ferahlık duymuştum, ama nereden bileyim ki, benim üstadımın torunu gelip, beni ziyaret edecek.' Ondan sonra 'Gıyas Gıyas!' diye beni kucakladı.

"Sonra Ekrem Bey ziyaret etti. '(İnne ekremeküm indallahi etkâküm) İnşaallah Ekrem, muttakilerdendir' dedi. Hakikaten rahmetli Ekrem Bey, muttaki bir zattı. İsmini de böylece belirtti. Sonra Said Bey ziyaret etti. (Fe minhüm şakiyyun ve said) âyet-i kerimesini okudu. 'İnşaallah Said'im de, Saidlerdendir...' dedi. Tabiî o anda bu şekilde bir hitaba mazhar olduğumuz için, kendimizden geçmiş bir şekilde oturduk.

 "Peş peşe arabanını lâstiği patladı"

"Başladı sohbet etmeye, öğle namazının vakti geldi. Öğle namazını kıldık, ondan sonra tekrar sohbet ettik. İkindi namazına kadar. İkindi namazından sonra, 'Allah'a ısmarladık' diyerek ayrılmak istedik.

"Dediler: 'Gitmezseniz, eğer bu gece burada kalırsanız (otelin ismini şu anda hatırlayamıyorum) yolun üzerinde iyi bir otel var. Milletvekilleri de o otelde kalıyorlar. Orada kalabilirsiniz.' Müsaade isteyip ayrılırken, tekrar, 'Şayet gitmezseniz, o otelde kalabilirsiniz' deyiverdiler. Ama biz kalmak niyetinde değildik tabiî... Elini öptük, ayrıldık. Arabayla otelin önüne kadar geldik. Otel, yolun üzerindeydi. Biz Eskişehir'den Ankara'ya gidecektik. Orada arabanın lastiği patladı. Şoför, uğraşa uğraşa bir saatte zor yaptı. Güneş de batmak üzereydi. Tam arabaya bindik. Anahtarı çevirmeden ikinci lastik patladı. Ekrem Bey,

'Biz çok aptal insanlarız. Zat-ı Muhterem, şayet gitmezseniz bu otelde kalın, sabahleyin Gıyaseddin beni görsün, ziyaret etsin!' dedi. Bize kalacağımız otelin ismini bile söyledi, araba otelin önünden gitmiyor, biz zorla arabayı götürmek istiyoruz. Arabaya emir etmiş, gidemeyiz. Eğer yola yaya revan olacaksak gidelim. Ama ben gelmeyeceğim, imkânı yok!' dedi. Böylece o gece orada kaldık. Sabah namazından sonra bir talebe beni otelden alarak Üstadın huzuruna götürdü.

 "İlâhiyat Dekanı Mehmed Karasan'la birlikte Üstada gidiyoruz"

"Bundan sonra ziyaretlerim devam etti. Hatta bir defasında Mehmed Karasan vardı. İlâhiyat Fakültesi dekanı idi. Sonradan Denizli milletvekili oldu, kendisiyle çok samimi olduk. O sıralarda Tanci Bey isimli Tunuslu bir profesör vardı. O izne ayrılınca yerine ben derslere girdiğim sıralarda, bir ara Karasan'ın odasında oturuyordum, birkaç profesör daha oradaydı. Mehmed Karasan, Bediüzzaman'dan yobaz-mobaz diye bahsetti. O zaman kendisine döndüm ve:

"Siz onun eserlerini okudunuz veya kendisini gördükten sonra mı bu kanaate vardınız? Yoksa başkasının telkini ile mi bu kanaate vardınız? Ama siz bir ilim adamı, müsbet ilim erbabı olarak (kendisi felsefe profesörü idi) tetkikler sonucu bu kanaate varmışsanız mesele yok. Felsefî nokta-i nazardan olabilir, tabii... ' dedim.

"Adam, benim Bediüzzaman'la münasebetimin olduğunu bilmiyordu. Fakat mebus olduğumu biliyordu.

"Siz,' dedi, 'tanır mısınız Bediüzzaman'ı?'

"Tabii mübalağasız, hâiz olduğu faziletlerini ve vasıflarını izah ettim. 'Bu vasıflara sahip bir din âlimimizdir' dedim.

"Öyle ise ziyaretine gittiğiniz zaman, beni de götürün' dedi.

"Hay hay' dedim.

"Mehmed Beyi götürdüğüm zamanı çok iyi hatırlıyorum. Çok dikkat etmiştim. Mehmed Beyle elini öpüp oturduk. Âdeta ben kendisine önceden söylemişim gibi Mehmed Bey felsefe profesörüdür, diye ilk olarak felsefeden başladı, deryalar gibi dalgalandı. Hıristiyan felsefesi ve Maddiyun felsefesinden bahsetti. Sonra felsefeden tasavvufa, İslâm tasavvufuna geçti. Tasavvuftan da tarikata geçti, üç bahsi (tasavvuf-tarikat-felsefe) birbirine bağladı. Biz yanından ayrıldığımız zaman Mehmed Beyin itirafı şu olmuştu:

"Allah senden razı olsun, bizi öyle bir âlimin yanına götürdün ki, bizim bildiklerimizi bizden çok daha iyi biliyor. Bizim bilmediğimiz çok şey var ki, o biliyor, fakat bizim bildiklerimizi sahih olarak, bizim branşımızdan daha iyi biliyor.'

"Mehmed Beyin bu sözlerine mukabil, Efendim, o zaman kabul ediyorsunuz ki, başkalarının yanlış telkini ile menfî kanaata sahip olmuşsunuz' dediğimde, 'Evet! Kabul ediyorum' dedi.

 "Bediüzzaman'ı gören ve konuşan, materyalist bile olsa, menfi fikilerden kurtulurdu"

"Herhangi bir kimse, materyalist de olsa, Bediüzzaman Hazretlerini görmek teşebbüsünde bulunup, kendilerini görseydi, mutlaka o menfi fikirlerden kurtulurdu. Mükemmel, dört başı mamur bir insan olurdu. Uzaktan onun aleyhinde konuşanlar vardı, onlara bir diyeceğim yoktur. Böylesine büyük bir din âlimi, tabii çok çabuk ve vakitsiz bir zamanda gitti. Yani daha arzu ettiği nesil yetişmemişti.

Bilirsiniz Merhum Abdülhamid'in hal'inden sonra, hatta büyük Mustafa Reşid Paşadan bu yana Avrupada dinsiz bir nesil yetişmişti. Halk Partisi ise bunları iş başına getirmek yani devletin idaresini bunların eline vermek suretiyle, bu işin tatbikatçısı olmuştu.

"1946'dan sonra İslâmî hayat biraz serbest olmuştur. Bir çocuk dinî terbiyeyi ailesinden alır, çevresinden alır, neşriyatından alır. Çocuklar bu üç yeri de kaybetmişlerdir. Binde bir dinî terbiyeyi ailesinden alanlar dahi, bu terbiyeyi sokağında, mektebinde ve neşriyatında kaybetmiştir. Böylesne bir milleti bu şekilde İslâmdan uzuklaştırırken, diğer taraftan cebir kullanarak da İslâmdan koparmaya çalışmışlardır. Bu din düşmanlığı döneminde maneviyatını, dinini kurtaranlar, bütün kuvvetini Bediüzzaman Hazretlerinin yazmış olduğu kitaplardan almışlardır. Çünkü o zaman ne maddî, ne de manevî hiçbir imkân yoktu. Fakat çok partili hayata geçtikten sonra, biraz müsamaha gösterildi ve o kitaplar da nisbeten serbest okunmaya başlandı. Diğer sahalarda da dinî tedrisat başladı ve hamd olsun bugün 50 yaşından aşağı, yüksek tahsil yapmış birçok dindar insanlar mevcuttur.

 "Nur talebelerinin hizmetleri bitmeyecektir"

"Bediüzzaman'ın bu konuda çok müjdesi vardır. Bu bakımdan ne kadar kötü cereyanlar olursa olsun yine ümitvarız. Malûm, zaman zaman, bilhassa 1960'dan sonraki bu kötü cereyanları gördüğümüz zaman, bazen ümitsizliğe düşüyorduk. Fakat Bediüzzaman'ın bir sözü vardı, bana söylemişti, onu hatırladığım zaman tekrar bir ümidin içine giriyorum.

"Risale-i Nur talebelerinin hizmetleri bitmeyecektir. Mutlaka Türkiye'de din-i mübine hizmet edecek bir idâre iş başına gelecektir. Nur talebeleri bunda muvaffak olacaklardır!'

"Bunu hatırladığım zaman teselli buluyor, ümitvar oluyorum.

 "Bediüzzaman Menderes'e, 'Din kahramanı' derdi"

"Bediüzzaman Hazretlerinin Adnan Menderes'e müteaddit defa, 'Din kahramanı' diye buyurduklarına şahid olmuşumdur.

"Adnan Menderes bir din kahramanıdır. Dine büyük hizmetleri olmuştur ve olacaktır. Fakat Adnan Bey arzu ettiği hizmetinin semeresini göremeyecektir. Benim de dine hizmetim olmuştur, ketm etmeyeyim... Ama ben de hizmetimin semeresini, Adnan Bey gibi göremeyeceğim. Her ikimizin de hizmetlerimizin semeresi, ileride görülecektir' demişlerdi.

"Bunu hatırladığım zaman bir inşirah, bir ferahlık duyuyorum. Bir kere Risale-i Nur talebeleri, yani Bediüzzaman'dan ilham almış olanların hizmetleri başkalarınkinden farklıdır.

 "Nur talebelerinde riya yok"

"Şöyle ki: Bir defa maddî bir menfaat yok, ihlâs var. Hizmetlerinde benlik yok... Hani bir hizmet yaptıkları zaman, 'Bu hizmeti, ben yaptım' diye ucbe düşmüyorlar. Bediüzzaman'ın talebelerinde riya yok, Riya, ucb ve maddî menfaat hırsı olmadığı için, üstelik ihlâs da olduğundan, hizmetleri tesirli ve faydalı oluyor. Bu hizmet, o günden bu güne kadar olduğu gibi, inşaallah bu günden sonra da devam ve inkişaf edecektir. Hangi tarafta ve hangi sahada hizmet etmişlerse o sahada ve o tarafta muvaffak olmuşlardır, Nur talebeleri vurucu, kırıcı bir zümre değildirler ve bu gibi hallerden tamağlûf etmek hevesi içinde de değildirler ve bu gibi hallerden tamamen uzaktırlar. Bütün bunlara rağmen, yalnız manevî bir kuvvetle, ihlâs kuvveti ile bütün rakiplerini de mağlûp ediyorlar.

 "Üstad Ankara'ya gelince İnönü ortalığı ayağa kaldırmıştı"

"Üstad Ankara'ya geldiğinde Beyrut Palas Otelinde, 22 numaralı odada kalıyordu.

"İsmet Paşa, Bediüzzaman'ın Ankara'ya geldiğini duymuştu. Ama nasıl gelmişti, amamesiyle, sarığıyla... O zamanlar dindar nesil pek yoktu. Yeni bir nesil oluşmaya başlamıştı. Bediüzzaman'ın Ankara'ya gelmesinden Cumhuriyet, Milliyet gazetelerinde oldukça telaşlı bir şekilde bahsedilmişti. Bediüzzaman, Beyrut Palas Otelinde bulunduğu bir sırada İsmet Paşa Meclis'te bir konuşma yaptı: 'Siz Şeriatı hortlatıyorsunuz, irticayı hortlatıyorsunuz. Bediüzzaman'ı gezdiriyorsunuz...' Sonra Adnan Menderes bu iddialara şöyle cevap vermişti:

 "Menderes'in Üstadı müdafaası"

"Allah aşkına, Paşa niçin bu kadar dinden, dindarlardan rahatsız oluyor, öleceğini bilmiyor mu? Şimdiye kadar kendisine ne zararları dokunmuş? Bütün hayatını dine vakfetmiş bir pir-i fâniden ne istiyor? Niçin eziyetinden hoşlanıyor, niçin meşakkat çekmesinden hoşlanıyor, niye bu kadar dine ve dindarlara karşıdır, anlayamıyorum?'

"Bundan sonra Paşa ikinci defa kürsüye çıktı ve:

"Efendim siz, Atatürkçülerle istihza ediyorsunuz. Öyle zaman gelecek ki, sizi ben dahi kurtaramayacağım' dedi. Bunun üzerine DP grubu galeyana gelmişti.

"Menderes, Üstada tazimatlarını arzetmemi istedi"

"Ben Üstadın ziyaretine gittiğim zamanlar, Kim ve Akis dergileri vardı. Benim resmimi kapak kısmına koymuşlardı...

"Üstad o zaman Dr. Tahsin Tola'nın evine gitmiş, otelden ayrılmışlardı. Tabiî cereyan eden hâdiseler üzerine biz de çok müteessir olduk. Üstadı ziyarete gitmek üzere bulunuyordum ki, Adnan Beyin beni çağırdığını söylediler, yanına gittim.

"Menderes:

"Tâzimatlarımı kendilerine arz et. Bu adamların çıkardığı hâdiseleri biliyorsunuz. Bu hengâmeler bitsin. Ben bizzat seyahatlarına devam etmesi için, kendilerine haber gönderirim' dedi.

 "O din kahramanı için, bu sefer gideceğim"

"Üstadı ziyarete gittiğimde, yataklarında uzanmış, hâdiseleri duymuş ve müteessir olmuşlardı.

"Kapıyı açar açmaz kalktı, yine, 'Gıyas! Gıyas!' diye hitap etti ve beni kucakladı.

"Dedim: 'Kurban! Adnan Beyin selâmları var, ellerinden öper ve ricaen: O bizden daha iyi biliyor. Bu Halk Partililer, bir hayli hâdise çıkardılar, Üstad Hazretlerini de rahatsız ettiler. Teşrif etsinler, istirahat etsinler, hava sükûnet bulsun, ben kendilerine haber veririm, derler.'

"Baktım, Üstadın gözleri pırıl pırıl nur saçıyordu, ayağa kalktı: 'Bak Gıyaseddin! Sana söylüyorum. Türkiye'yi başlarına yıkarım, yalnız o din kahramanı için bu sefer gideceğim' dedi. Tabii ben, onun o heybetinden hiç konuşmadım artık. Menderes'in ricalarını kabul etmişti. Saat bir olmuştu, Başbakanlığa gittim. Adnan Bey beni bekliyordu. Üstadın ne dediğini sorunca, ben, 'Beni kızdırmasınlar, yoksa Türkiye'yi başlarına yıkarım; yalnız o din kahramanı için bu sefer döneceğim' dediğini kendisine söyledim, Adnan Bey memnun oldu.

"Üstad, doğru Isparta'ya gitti. O zaman da, zaten 'Doğuya ölmek için gidiyorum' demişti. Birkaç gün sonra malûm seferini yaptı, Urfa'da vefat etti.(C: 3, s: 272-279)

 "Üstad her hadiseden ibret dersi verirdi"

Ahmed Özyazar anlatıyor: "Eskişehir-Sivrihisar yolu üzerinde bir Nalbant Camii vardır. Üstad bu camiin müezzininin ezanını işitmiş ve bana şöyle demişti:

"Bu müezzinler için çok sevap vardır. Seslerinin gittiği yere kadarki olan daire içinde bulunan melekler, o müezzin için dua ederler.

"Birgün havadan geçmekte olan uçakları göstererek Üstad şöyle dedi: 'Bakın, uçaklar geçiyor. Bana, 'Said sen havada uçacaksın' deseler, kabul etmem. Risale-i Nur ile meşgul olurum.'

 "Üstadın fedakârlık dersi"

"Polisler Hafız Abdullah Toprak'ın evini aramışlar. Ancak masanın üzerindeki risaleyi görememişler. Polisler gidince de, Hafız Abdullah tekrar geri gelip arama yapabilirler endişesiyle risaleyi yakmış. Üzgün üzgün Üstadın yanına gelmiş. Hiç hadiseden bahsetmediği halde Üstad ona, 'Üzülme, kardeşim, o zaman öyle icap etmiş, sön öyle yapmışsın' demiş.,

"Hafız Abdullah Toprak'ın bulunduğu bir sırada Üstad bana, 'Kur'ân hakkı için söyle, kardeşim. Sana deseler ki, 'Said'i terk et, sana istediğinizi vereceğiz. Terk etmezsen sana en ağır işkenceleri yapacağız.' Hangisini yaparsın?' dedi.

"Risale-i Nur'u tercih ederim, efendim' dedim.

"Üstad iki dizinin üstünde heyecanla şöyle dedi:

"Ben dahi bunlar için ahiretimi terk ederim. Ben sizden daha fedakâr değilim. Sizlerin çoluk çocuğunuz var, benim yok.'

"Sonra beni göstererek, 'Bak, bunun beş tane çocuğu var. Ben bunlara yetişmeye çalışıyorum' dedi."(C: 3, s: 352-353)

Üstadı ziyaret

Mehmed Kırkıncı Hocaefendi, 1956'da Üstad'ı ziyaret ve izlenimlerini şöyle anlatıyor; "Sonunda, Rüştü Efendi bir evin önünde durdu, bize bir baş işareti yaptı ve kapıyı çaldı. Adımlarımızı yavaşlattık. O, kapı açılır açılmaz içeri daldı. Biz vardığımızda aralık bırakılan kapıdan kendimizi hemen içeri attık ve bizi beklemekte olan Rüştü Efendi ile birlikte bir merdiveni tırmandık. Merdiven başında, bizi gür kaşlı, heybetli biri karşıladı. Rüştü Efendi bizi tanıştırdı. Bu zât, gıyaben çok iyi bildiğimiz meşhur Tahir Ağabey'di. Siyah ve gür kaşları aşağıya doğru sarkıktı. Heybetli ve celâdetliydi. Bir o kadar da tevazu ve mahviyet sahibiydi. Fevkalâde edebliydi. Celâl ve cemâl, sanki onda birlikte tecelli etmişti. Ankara'dan getirdiğimiz formayı kendisine takdim ettik. Formayla beraber bir de mektup verdim. Mektubu yolda yazmıştım. Görüştüğümüzde, heyecanlanıp sıkılarak huzurunda bir şey konuşamam endişesiyle Üstad'a bu mektubu yazmış ve kendisinden Risale-i Nur'u anlama ve son nefesime kadar ona ihlâs ve sadakatla hizmet etme hususunda dua istirhamında bulunmuştum. Tahir Ağabey, elinde forma ve mektupla Üstad'ın odasına girdi. Birkaç dakika sonra geri döndü. Bizi bir salona aldı ve;

- Üstad'a söyledim, sizinle görüşmeyi kabul etti. Biraz bekleyin kendisi teşrif edecekler, dedi.

Beklemeye koyulduk. Salon oldukça sadeydi. Yere serilen kilimler, tahta zemini tam örtememişti. Hayalimde canlandırdığım -zemini Isparta halılarıyla örtülü ve kıymetli eşyalarla süslü- salondan hiç eser yoktu. Duvarın dibinde bir tahta sedirden başka üzerinde oturulabilecek bir eşya göze çalmıyordu. Duvarlar çıplaktı. Kısacası salon çok mütevazıyâne döşenmişti. Fakat bu mütevazı odada insana huzur ve ferahlık veren ve sultan saraylarında bile emsali bulunmayan bir derûnî hava vardı. Yorgunluklarımı, endişelerimi ve bütün sıkıntılarımı unutmuştum. Şimdi, hayatımın en bahtiyar ve nûranî, en huzurlu bir anındayım. İşte, ben böyle mes'ud bir halet-i ruhiye içerisindeyken, kapı hafifçe aralandı ve mâvera-i ufuktan gönlümün semasına bir bedr-i münir doğdu ve işte Bediüzzaman Hazretleri salona teşrif buyurmuştu.

Ayağa fırladık. Elini öptük. Tebessümle taltif buyurdu ve "hoşgeldiniz" dedi. Oturduk. Mektubu, okuması için Tahir Ağabeye verdi. Tahir Ağabey mektubu açarken, Üstad'ımız Erzurum'a Cihan Harbi'nden önce geldiğini, Kurşunlu Camii Medresesi'nde bir ay kadar kaldığını, âlimlerle sohbetlerde bulunduğunu anlattı. Daha sonra Tahirî Ağabey mektubumu Üstad'a okudu. Üstad'ımız mütebessimâne dinlediler ve duada bulundular.

"Risale-i Nur, Yakın Bir Zamanda Başlara Tâc Olacak"

Daha sonra, Üstadımız Ankara'dan getirdiğimiz formayı sayfa sayfa çevirmeye başladı. O anki sürürü, memnuniyeti, tavsife sığacak gibi değildi. Forma, O'nun için bir zafer sancağı gibiydi. Seksen küsur senelik bereketli bir ömrün hârika meyvesini seyretmenin neş'esini yaşıyordu. Marifetinin matbuat âlemindeki bir intişarını derin bir hazla seyrediyordu. Bize dönerek:

- Risale-i Nur, çok yakın bir zamanda başlara tâç olacaktır. Öyle zaman gelecek ki, satırı altınla yazılacaktır. Radyo lisaniyle, bütün dünyaya neşrolunacaktır, diye beşaretlerde bulundu.

Daha sonra, Risale-i Nur'u okumanın ehemmiyeti üzerinde çok tahşidat yaptı. Nazarları daima eserlere tevcih ettiriyordu.

- Uzaklardan buraya kadar gelmenize hiç lüzum yok. Risale-i Nur'u okuyan benimle görüşmüş ve benden ders almış gibidir. Sizler buraya gelince ben minnet altında kalıyorum. Lâzım geliyor ki, sizlerin hiç olmazsa yol paralaranızı vereyim, dedi.

Üstad'ı hem büyük bir dikkatle dinliyor, hem de kendisini hayran hayran seyrediyordum. Konuşurken sağ elini yer yer sol dizine hafifçe vuruyordu. Her hareketi bir zerafet ve nezaket içindeydi. Tecessüm etmiş bir nûr gibiydi. Sanki insanları tenvir için âlem-i Nûr'dan rûy-i zemine inmiş bir cism-i lâtif idi. Mübarek çehrelerinden tecelli eden letafet nurunu görünce basiretim öyle açıldı ki, hissiyatım üzerine çöken gaflet bulutları birdenbire zail oldu. Üstad'a dikkatle baktım. Sermedi bir nûr ile tenevvür eden bu çehrede cihanı tenvir edecek bir güç, bir kuvve-i kudsiyye açıkça, hissediliyordu. O anda, vücuduma bir hiffet, ruhuma bir inşirah, idrakime bir intibah geldi.

Vücuduma bir nesim-i hayât esti. Sanki hikmet ve marifet ziyaları Üstad'ı hâle gibi ihata etmişti. Evet, O'nda öyle bir nûraniyet, öyle bir letafet vardı ki, gönlümü; feyziyle vecde ve ruhumu, şevki ile ihtizaza getirmişti.

Yaşlı olmasına rağmen bir delikanlı kadar zindeydi. Kendinde yorgunluktan hiçbir eser görülmüyordu. Rengi hafif pembeydi. Boyu, ortanın üstündeydi. Zarif bir endamı vardı. Başındaki sarık âdeta bir saadet tacı, bir marifet sembolüydü.

Bu helâket ve felâket asrının, O'nun yaşlanmış omuzlarına yüklediği, onca ızdırap ve meşakkat, belini bükmemiş, endamını eğememişti. Dudaklarında tatlı bir tebessüm, gözlerinde şefkat pırıltıları vardı. Kaşlarında ise, heybetli bir celâdet hâkimdi Ensesinde ve şakaklarından aşağı doğru dökülen gür ve beyaz saçları dikkatimi çekti.

O'nun bir asra yakın çektiği çileler, ızdıraplar ve meşakkatler vücudundaki mevzun insicamı zedeleyememiş, sadece saçlarını ağartmıştı. O beyaz saçları görünce, çok müteessir oldum ve teselliyi yine O'nun bir şairden naklettiği şu sözlerde buldum:

"Sakalımın beyazlanmakla parlaması seni korkutmasın. Zira, nûr-u mütecessim gibi dimağdan erimiş sakaldan mecra bulup kendini gösteren fikir ve edebin tebessümüdür".

Ağaran saçlarına rağmen, simasında öylesine duru bir letafet vardı ki, insana, "karınca geçse iz yapar" hissini veriyordu.

Sade ve tertemiz elbisesi sanki seher bulutlarından dokunmuştu. O'nu seyrederken hayalimden ister istemez:

"Yâ Rab! Nedir bu cism-i rûşen,

Mehtap gibi nûr akıyor yüzünden."

beyti geçiyordu.

Formayı bir diğer talabesine uzatarak:

- Zübeyr, oku! diye emretti. Zübeyr Ağabey, Üstad'ın uzattığı formayı büyük bir edeble aldı ve okumaya başladı:

"Şu kâinata dikkat edilse görünüyor ki: İçinde iki unsur var ki, her tarafa uzanmış, kök atmış. Hayır şer, güzel çirkin, nef zarar, kemâl noksan, ziya zulmet, hidâyet dalâlet, nûr nâr, îman küfür, tâat isyan, havf muhabbet gibi âsârlariyle, meyveleriyle şu kâinatta ezdad, birbiriyle çarpışıyor. Daima tagayyür ve tebeddülata mazhar oluyor. Başka bir âlemin mahsulâtının tezgâhı hükmünde çarkları dönüyor. Elbette o iki unsurun birbirine zıd olan dalları ve neticeleri, ebede gidecek; temerküz edip birbirinden ayrılacak. O vakit; Cennet- Cehennem suretinde tezahür edecektir. Madem âlem-i beka, şu âlem-i fenadan yapılacaktır. Elbette anasır-ı esasiyyesi, bekaya ve ebede gidecektir. Evet, Cennet-Cehennem; şecere-i hilkatten ebed tarafına uzanıp eğilerek giden dalının iki meyvesidir ve şu silsile-i kâinatın iki neticesidir ve şu seyl-i şuûnatın iki mahzenidir ve ebede karşı cereyan eden ve dalgalanan mevcudatın iki havzıdır ve lütuf ve kahrın iki tecelligâhıdır ki; dest-i kudret bir hareket-i şedide ile, kâinatı çalkaladığı vakit, o iki havuz, münasip maddelerle dolacaktır".

Okunan bu parça, sanki benim az önce sokaklardan geçerken yaşadığım halet-i ruhiyeme, suallerime ve istifhamlarıma kerametvârî bir cevap oldu; beni bir derece teselli etti. Zübeyr Ağabey'in, cümleleri, mânâlarıyla bütünleşen bir ahenkle okuyuşu, bende apayrı bir te'sir uyandırdı. Büyük bir coşkunlukla okuyordu. Kelimeler sanki içinden kaynayarak dudaklarından dökülüyordu. Yüzünde binbir mânâ içice panldıyordu. Okurken, yer yer başını hafifçe kaldırıyor. Nazarlarını bizlere tevcih ediyordu. Bakışları temiz ve berakktı. Yeşilimsi gözlerinde ulvî mânâlar dolaşıyordu. Zekâ ve deha O'nda içiçeydi. Okuduğu marifet nurlarının, iliğine kadar işlediği anlaşılıyordu.

İçim tarifsiz bir heyecana kapılmış, hissiyatımda coşkun dalgalar husule gelmişti.

Hiçbir Kuvvet Risale-i Nur'u Anadolu'nun Sinesinden Çıkaramaz

Daha sonra, Üstad'ın bize müteveccihen okuttuğu şu önemli dersini hiç unutamıyorum:

"Risale-i Nur, yalnız bir cüz'i tahribatı, bir küçük haneyi tamir etmiyor; belki, küllî bir tahribatı ve İslâmiyeti içine alan ve dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhît kal'ayı tamir ediyor; ve yalnız hususî bir kalbi ve has bir vicdanı ıslâha çalışmıyor; belki, bin seneden beri tedârik ve teraküm edilen müfsit âletler ile dehşetli rahnelenen kalb-i umûmî ve efkâr-ı âmmeyi; ve umumun ve bahusus avâm-ı mü'minînin istinadgâhları olan İslâmî esaslar ve cereyanlar ve şeâirler kırılmasiyle, bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umûmîyi, Kur'an'ın i'caziyle.. o geniş yaralarını, Kur'an'ın ve îmanın ilaçları ile tedavi etmeye çalışıyor. Elbette böyle küllî ve dehşetli rahnelere ve yaralara hakkalyakîn derecesinde ve dağlar kuvvetinde hüccetler, cihazlar ve bin tiryak hasiyetinde mücerreb ilâçlar, hadsiz edviyeler bulunmak gerektir ki; bu zamanda Kur'an-ı Mu'cizü'l-Beyan'ın i'caz-ı manevîsinden çıkan Risale-i Nur o vazifeyi görmekle beraber, îmanın hadsiz mertebelerinde terakkiyat ve inkişafata medardır".

"Risale-i Nur'un şimdiye kadar fütuhatı ve zındıkların ve dalâletlerin savletlerini kırması ve yüzbinler biçârelerin imanlarını kurtarması ve herbiri yüze ve bine mukabil yüzer ve binler hakiki mü'min talebeleri yetiştirmesi Muhbir-i Sâdık'ın ihbarını aynen tasdik etmiş ve vukuat ile isbat etmiş; ve ediyor; inşâallah daha edecek. Ve öyle kökleşmiş ki; inşâallah hiçbir kuvvet Anadolu'nun sinesinden onu çıkaramaz..."

"Risale-i Nur kökleşiyor. İnşâallah onu hiçbir şey koparamayacak Ensâl-i Âtiye'de de devam edip gidecek".

'Tesadüf, şirk ve tabiattan teşekkül eden fesat şebekesinin âlem-i İslâm'dan nefiy ve ihracına Risale-i Nur'ca verilen karar infaz edilmiştir".

Üstad kalktı ve bir nazar-ı tebessümle başımı okşayıp dua ederek taltif buyurdu. Selâm vererek yanımızdan odasına doğru uzaklaşırken, maddîmânevî varlığımı da peşinden sürüklüyordu."(M. Kırkıncı, Bediüzzaman'ı Nasıl Tanıdım?)

"Herkese itimat edemezdik"

Bayram Yüksel anlatıyor; "Üstad kimsenin yemeğini yemediği halde, Ceylân Ağabeyin annesini yaptığı yemeği yerdi. Hususan köfte gibi yemekleri daima Ceylân Ağabeyin annesi Fethiye Hanıma yaptırırdı ve onun yemeğini yerdi, ona dua ederdi. Bir de Firdevs Hanım vardı, çok ihlâslı idi. O da Üstada yoğurt yapardı, hem ineği bereketliydi. Üstad Emridağ'a gelmeden Üstadın geleceğini hisseder, yoğurt hazırlardı. Herkesten yoğurt alamazdık, çünkü zehir vermek için daima çalışanlar vardı. Hattâ bir defasında yukarıdan emir geliyor ve ne yapın yapın Bediüzzaman'ı hastaneye yatırın, ona bakan bir hizmetçi koyun ve para da almayın deniliyordu. Tabiî bu plânlar hep akim kaldı. Çünkü Üstadda müthiş bir feraset, tedbir, hassasiyet, ihlas vardı. Derhal farkına varıyordu, ona göre de tedbir alıyordu.

"Tarihçe-i Hayat'ta bunların bir kısmı geçer. Üstada neler yaptılar neler? Geceleri aniden karakola çağırmak, akşamdan sonra mahkemeye çağırmak, ziyaretçi gelmişse niye geldi diye çağırmak... Biçare bir köylü Üstadın elini öpse peşine takipçi koyarlardı. Üstadın evinden çıkarken ve girerken ziyaretçilerine hakaret ederlerdi. Üstada niye selâm veriyorsunuz, niye bakıyorsunuz v.s. Ama o büyük Üstad herşeye sabrediyordu...

"Beşeriyetin imanını kurtarmak, masumların imanını kurtarmak için, Risale-i Nur'un neşri için herşeye sabredeceğim... Eskiden cebbar kumandanlara baş eğmeyen, hayatında kimseye tenezzül etmeyen zat, şimdi bir bekçi, bir jandarma gelse 'Filan yere git' dese, gideceğim... Sabredeceğim, benim vazifem müsbet hareket etmek, ben Eski Said'i bıraktım. Yeni Said bütün işkence ve hakaretlere sabretmeye karar verdi' derdi.

"Bu çınarı Yıldız Sarayına değişmem"

"Barla'ya geldiğinde Üstad, çınar ağacının başında sabahlara kadar dua ederdi. Arı sesi gibi çınar ağacının başından yanık yanık ses gelirdi. Barlalılar derdi:

"Hoca Efendiyi buradan Eskişehir Hapishanesine götürdüler, çınar ağacı mahzun kaldı, kanatları aşağı indi, hiç şenlenmedi, yaprakları aşağı sarktı. Sanki akıllı bir insan gibi bir vaziyet aldı. Ama Hoca Efendi tekrar geldiğinde çınar birden acaip bir hal aldı, birden şevklendi, kanatları yukarı kalktı, yaprakları şenlendi, hep şaşırdık. Barlalılar, mahallemizin bülbülü geldi, diye hep sevinirlerdi.'

Üstad da: 'Ben bu çınar ağacını Yıldız Sarayına değişmem, bu çınar benim için bin altından kıymetli' derdi. 'Bundan siz de istifade edin' derdi, meyvesi olan kozalaklardan bize de verirdi, bundaki san'at-ı İlâhiyeye bakın derdi. Muazzez Üstadımız hakikaten çok zahmet çekti, zahmette rahmeti görüyordu. Herşeyden mahrumdu. Abdesthanesi elli metre mesafede, üstü açık, elektriği yoktu. Kış kıyamet, evde bazen odunu dahi bulunmazdı. Barla'da kışın herşeyden mahrumdu. Yanında yalnız bir yumurta bulunur, ekmeğini mahallelerde yaparlar, fakat buna rağmen Üstad gayet memnundu. 'Bu çınarı Yıldız Sarayına değişmem' diyordu. Barla'daki mübarek dershanesinde de Risale-i Nur te'lif olduğu için saraylara değişmem diyordu.

Üstad Barla'nın kabristanından, suyundan, havasından, insanlarından çok memnundu. Hattâ Barla'dan, İstanbul ve Ankara'ya çalışmak için gidenler olursa üzülürdü. 'Aman kardeşim dünya acaip olmuş, parmağını soktuğun zaman eli, eli soktuğu zaman kolu, kolu soktuğun zaman da vücudunu götürüyor, dikkat edin, kimseye muhtaç olmayacak kadar rızkınız varsa iktifa edin, mübarek Barla'dan ayrılmayın' derdi. Barlalıları çok sever, kendi akrabası gibi alâkadar olurdu.

Üstadımız Barla'da, sık sık Barla Gölünün kenarlarına gider, bazen denize girerdi. Denize gömleği ve iç donu ile girer, fakat fazla duramaz, çabuk üşüdüğü için hemen çıkardı. Bize; 'Sizler benim yerime girin' derdi. Biz de Ceylân Ağabeyle girerdik. Bazen gölde kayıklar olurdu. Üstadımızı kayığa bindirir, gölün kenarlarında gezdirdik. Fazla kalsak veya abdest için gölden fazla su harcasak, gölden israf etmeyin, derdi. İktisad, Üstadımızın damarlarına işlemişti. 

"Türkiye'de Risale-i Nur var, Rusya giremez"

"Üstadımızdan işittim. Mükerrer defalar, 'Risale-i Nur kıyamete kadar devam edecektir. Dünya devletleri bunları kanun olarak kullanacaklardır' demişti.

"Bir seferinde de şöyle konuşmuştu: 'Sizden soruyorum, koca Çin'i ve Balkanlar'ı yutan bir ejderha Türkiye'ye neden birşey yapamıyor'

"Bizler sükût ettik. Tekrar sordu, yine sükût ettik. Üstadımız, 'Kur'ân-ı Kerim'in bu zamandaki hakikî tefsiri olan Risale-i Nur'un sayesinde' dedi.

"Benim içimden bir sual geldi. Acaba Risale-i Nur koca Rusya'yı nasıl durduracak? O zaman Üstadımız şöyle buyurdu: 'Bakın bir Miralay talebem gitti, Onuncu Sözü habbeciklerle Şarkta neşretti, Rusya'nın önünü aldı.'

"Yine benim hatırıma geldi. Onuncu Söz elli-altmış nüsha kitap. Nasıl koca Rusya'nın önünü alacak?

"Üstadımız şöyle dedi: 'Esas manevî atom bombası Risale-i Nur'dur. Onların atomundan daha üstündür. Sizler korkmayın, bu memlekette Risale-i Nur olduğu müddetçe Rusya bu memlekete giremez.'

"Yine Alman Harbinde herkes telâşta, 'Almanlar Türkiye'ye girdi girecek' diye kahvelerde konuşuluyor. Üstadımız Hafız Ali Ağabeye haber gönderiyor. 'Korkmayın, telâş etmeyi. Türkiye'de Risale-i Nur var, giremez' diyor.

"Hafız Ali Ağabeyin hizmetine bakan Abdullah Çavuş kahveye gidiyor, milletin telâşını görünce, 'Merak etmeyin hocaefendi haber göndermiş, Türkiye'de Risale-i Nur var giremez demiş,' diyor. O zamanki eğitmenlerden Osman Atasoy'da inanmaz bir tavırla şöyle diyor: 'Meczub, işte girdi.' Abdullah Çavuş birşey demeden evine gidiyor. Gece radyolar ilân ediyor. 'Alman orduları Türkiye'ye giremedi.' Ondan sonra Osman Atasoy Nur Talebesi oldu.

"Üstadımız eski Nur Talebelerine çok ehemmiyet verirdi. Onların sadakat ve sebatlarından dolayı çok rağbet ve alâka gösteriyordu. 'Onlar Nur hizmetinde saff-ı evvel çekirdekler hükmündedirler. Onların ektiği Nur çekirdekleri şimdi meyvesini vermektedir' derdi.(C:3, s. 109-112)

Menderes'i desteklemek lâzım"

Salih Özcan anlatıyor; "Bir ara ben, 'Bu Menderes çok münafıktır' diyerek aleyhinde konuşmaya başladım. Üstad hiddetle, 'Sus, keçeli! Menderes'e böyle deme. O çok hizmet etmek istiyor. Fakat mâni olanlar var' cevabını verdi.

"Bunun üzerine ben, 'Biz bir parti kuralım. Biz başa geçelim' dedim. Üstad, 'Eğer bugün Bayar bana dese, 'Said gel, buraya otur,' ben şiddetle reddederim. Bir cemiyette yüzde yetmiş dindar olmazsa, İslâmiyet nâmına başa geçmek cinayet olur. Memuru, mebusu senden olmadıkdan sonra İslâmiyete büyük zarar olur. Biz bütün kuvvetimizle Menderes'i desteklememiz lâzım ki, Halk Partisi iktidara gelmesin. Halk Partililerin yüzde doksan beşi masumdur. Kabahat yüzde beşindir.'

"Üstad Millet Partisinden bahsederek, 'O partide çok münafık var. Kuvvet dindarların elinde değil' dedi. Üstad bunları anlatırken bana da takılıyordu: 'Sen benim yanıma geldiğin zaman, bütün siyasî damarlarımı oynatıyorsun. Benim param olsa, seni her sene hacca gönderirim. Sen Kutb-u Âzamın elini öpüp, ona Risale-i Nur'dan bahsedeceksin.'

"Daha sonraki yıllarda Seyyid Alevî Mâlikî'ye Üstaddan bahsettim, Beşinci Şuâ'yı okudum. 'Hâzâ sahih,' yani, 'Bu gerçekten doğrudur' dedi. Üstadı sordu, vefat ettiğini söyledim. 'Hayatta olsaydı, ziyaret eder elini öperdim' dedi. Beni nerede görse, Bediüzzaman'ın talebesi olarak iltifat eder, yanına oturturdu. 

Tarihçe'deki resimler

"Tarihçe-i Hayat'taki resimlerin baş kısımlarını çizerek başı gövdeden ayırırdı. 1955' İhlâs Risalesi'ni bastırmıştım. 'Bârekellah, perdeyi yırttın. Seni tebrik ederiz' dedi.

"Emirdağ'a, 'Eddâî'nin bulunduğu formayı götürmüştüm. Üstadla yolda karşılaştık. 'Oradaki yetmiş dokuz değil, daha büyüksünüz. Bunda da hata var' dedim. 'Keçeli, bu doğrudur. Karışma sen. Bu böylece kalsın' dedi.

Vebhâbîlik bahsi

"Vebhabîlik meselesini Üstada sordum ve Mektubat'ta onunla alâkalı kısmın konmamasının münasip olacağını düşündüğümü söyledim. 'Evet, bu bahis risalelerini İslâm âlemindeki intişarına mâni olur. Sonradan bu mesele izale olur' dedi. (C. 3, s.241-242)

"İyi Taraflarını Anlat"

Ahmed Ramazan anlatıyor; "Irak, Suriye ve Mısır'ı dolaşmış ve Üstadın ziyaretine gitmiştim. Gezdiğim yerlerdeki Müslümanların, İslâma uymayan, gayri İslâmi hallerini üzülerek görmüştüm. Bunları Üstada anlatmak istedim. Daha ilk cümlede, Üstad eliyle 'Sus' işareti yaparak, 'Kardaşım, bana onların iyi taraflarını anlat, fena vaziyetlerini anlatma' diyerek beni ikaz etti.

 "Mustafa Sabri Üstadı anlattı"

"Kahire'de Mustafa Sabri Efendiyi aradım. Sonra İskenderiye'de buldum. Evinde görüştüğümüzde yaşlı gözlerle, ağlayarak, bana Üstadın ilmini, faziletin ve yüksek dehasıyla alâkalı hatıralarını anlattı.Aradan zaman geçtiği için unutmuşum.

"Uzun seneler Suriye'de kaldım. Türkiye'ye 1961'de geldim. 1950'lerde Büyük Doğu mecmuasında çalışırken, Necip Fazıl, Üstaddan sitayişle bahsederdi. Mecmuada, Nur'lardan parçalar neşrederdi."(C:3, s: 195-196)

Risale-i Nurları Oku ve Üstadı mutlaka ziyaret et"

Ali Demirel anlatıyor: "Ben Erzincan'da havacı astsubay iken Risale-i Nurları, arkadaşım Pilot Başçavuş Ömer Halıcı'dan duymuştum. Teksir edilmiş çeşitli Risaleleri onda görmüş ve okumaya başlamıştım.

"Tayinimin Erzincan'dan Diyarbakır'a çıkması üzerine, Risale-i Nur talebeleriyle tanışmam burada oldu. Risale-i Nurları okumaya başlamam ve iman hizmetinin içinde bulunma devrem, Diyarbakır'daki Nur talebelerinin tanımadan itibaren başladı.

"Pilot Astsubay olmam hasebiyle Diyarbakır'dan Eskişehir'e Jet kursuna gitmiştim. Bu sırada Üstadı görmeye karar verdim. O zamanlar Eskişehirli tarikat şeyhi, Muttalip köyünden Hacı Hilmi Efendinin tarikatına bağlı idim. Bu sebeple Üstada gitmeden önce Hacı Hilmi Efendiye uğradım. Risale-i Nurları gördüğümü ve Bediüzzaman Said Nursî'yi ziyaret etmek istediğimi şeyhime anlattım ve bu konudaki görüşlerini sordum. O da bana, 'Risale-i Nur'ları oku ve Üstadı mutlaka ziyaret et' diye tavsiyede bulundu.

"Yedi kişilik bir kafile ile Eskişehir'den Emirdağ'a, Üstadı ziyarete gitmiştik. Kafilemizde; Binbaşı Reşat Bey, Yüzbaşı Ekrem Bey, Pilot Başçavuş Ömer Halıcı, Saatçi Muhittin, Elbiseci Mustafa, Hacı Hafız Abdullah Efendi (Toprak) vardı. Üstada gideceğimiz zaman Hacı Hilmi Efendi yeni Hicaz'dan gelmişti. Üstada götürmemiz için, bize tesbih, misvak, koku ve hurma vermişti. Bu mübarek zat, daha önce bir kaç sefer Üstadı ziyaret ettiğini ifade etmişti.

 "Üstadı ziyaret ediyoruz"

"Emirdağ'a vardığımızda Mehmet Çalışkan'ın bakkaliye dükkânına uğrayıp, oradan da Üstadın yanına gittik. Üstad yatakta oturmuş vaziyette idi. Duvarda bir cep saati asılıydı. Ayrıca orta boy bir radyo da duvarda vardı.

"Üstad, kendisine hediye olarak Hacı Hilmi Efendi tarafından gönderilen hurmalaları açtı. Sekiz tane vardı. Biz de Üstad ile beraber içeride sekiz kişi idik. Üstad, 'Fesübbanallah' dedi. Ve sayı saydırarak bize hurmaları dağıttı. Sayı kendine düşen, hurmaların en büyüğünü almak mecburiyetinde idi. Bazı arkadaşlarımız küçüğünü almaya kalkıştıklarında Üstad mâni oluyor ve en büyüğünü almalarını istiyordu.

"Üstad bu hediyelere mukabil bir hediye vermek istedi, etrafı araştırdı, epeyce aradıktan sonra bir tesbih buldu, çıkardı:

"Tesbih mübarektir, bunu kendisine götürün, selâm söyleyin. Kardeşim, Hilmi Efendi bir kaç defadır benim ziyaretime geliyor, artık gelmesin, ben onun ziyaretine geleceğim' dedi.

 "Üstad, Hilmi Efendiyi iki kere ziyarete gitti"

"Bu hadiseden beş sene sonra, 1957'de, Üstad, Hilmi Efendinin hafız cemiyetine dâveti üzerine, trenle Isparta'dan Eskişehir'e gelerek oradan da Muttalib'e gitti. O zaman köyde çok kalabalık olmuş, bir kaç bin kişi toplanmıştı. Ertesi sene Üstad, dâvet edildiği günden üç gün evvel, yine Muttalib'e gitmişti. Üstadın dâvet edildiği duyulduğu için, çok büyük bir izdiham ve kalabalık olacaktı. Fakat Üstad, 'Benim kandilde Isparta'da bulunmam lâzım' diye Muttalib'e ziyareti, üç gün evvel yaparak geri dönmüştü. Ben Yıldız Oteline gitmiştim. Otelde Zübeyir Ağabey vardı. Bana, Üstadın Muttalib'e gittiğini ve hemen döneceğini söylemişti.

 "Benim gibi 6-7 kişi daha olsaydı, memleket bu hale gelmezdi"

"Üstad yanımızdaki Hafız Abdullah Toprak'a şöyle diyordu: 'Kardeşim Hafız Abdullah, ben tek başıma kaldım. Eğer benim gibi altı-yedi kişi daha olsaydı, bu memleket bu hale gelmezdi.

"O zamanlarda Ticanilerin menfî hareketleri oluyordu. Üstad onların bu hareketlerini hiç tasvip etmiyor, bu hâdiseler yüzünden İslâma zarar geleceğine üzülüyordu.

 "Ben tayyarecilere dua ediyorum"

"Üstadın giyinişi Şark usulü idi. Yanakları pembe, gözleri maviye çalıyor, parmakları ince ve uzundu. Arkadaşlarımın hepsini tanıdığı halde beni yeni görüyordu. Bunun üzerine Ömer Halıcı'ya beni göstererek, 'Bu kim?' dedi. Ömer Halıcı, 'Bizim alayda Başçavuş Ali Demirel' diye cevap verdi. Üstad da, 'Maşaallah, onu talebeliğe kabul ettim' diye iltifat etti. Üstad devamlı konuşuyordu. Şöyle dediğini hatırlıyorum:

"Kardaşlarım, ben önce Risale-i Nur talebelerine, sonra Muttalipçilere (yani Şeyhim Hacı Hilmi Efendinin talebelerine. Bunlar da sık sık Üstadı ziyaret ediyorlardı), sonra da tayyarecilere dua ediyorum. (Ve biz havacılara dönerek) Kardaşlarım, ölümle karşı karşışa olan kahramandır. Siz kahramansınız. Ben de din kahramanıyım.'

"Sonra Üstaddan müsaade alarak ayrılmıştık.

"Üstad Eskişehir'e gelince Yıldız Otelinde kalırdı. Burada da ziyaretine gitmiştim. Beni görünce, 'Sen nerelisin kardaşım?' dedi. Ben de, 'Burdurluyum' deyince, Üstad, 'Benim Burdur'da on bin talebem olması lâzımdı. Isparta'da on bin talebem vardır. Burdur'da kemiyete ihtiyaç yok. Keyfiyet olduğu için sadece on tane vardır. Binbaşı Asım Bey, Mustafa Çavuş, Rasih Hoca, Abdurrahman Cerrahoğlu' demişti.

 "Oğlum Hüseyin'i de Üstada götürdüm"

"Burdurlu olmam hasebiyle, Isparta'da bulunan Üstadı müteaddit defalar ziyaret etme bahtiyarlığında bulundum. Ben Ankara'dayken büyük oğlum Hüseyin'i, babam alıp memleketimiz olan Burdur'a götürmüştü. Oğlum Hüseyin'i almak için memlekete gittim. Dönüşte Üstadı ziyaret edip öylece dönmeye karar verdim. Isparta'ya gittik. O zaman Üstad Emirdağ'daymış. Isparta'da bulunan Hüsrev Ağabeyin yanına gittik. Türkçe İşaratü'l-İcaz'ın eski yazı ile yazılan bazı nüshalarının tashih edilmesi için Üstada götürmemi istedi. Isparta'dan Afyon'a geçtik. Orada bir gece kaldıktan sonra, ertesi günü Emirdağ'a gitmek için otobüse bindik. Vasıtalar az olduğu için aynı otobüsle geri dönmek istiyordum. Onun için otobüs şoförüne Emirdağ'da ne kadar kalacağını sordum. Şoför bana, 'Hoca Efendiye mi gidiyorsunuz?' diye sormuştu. Ben de, 'Evet' demiştim. 'Sizi beklerim' demişti. Üstadı ziyarete gidenler çok olduğu için, artık şoför ziyaret maksadiyle gidenleri tanıyordu. Hürmetkâr tavrı, Üstadın o çevrede sevildiğinin bir işaretiydi.

"Emirdağ'da Mehmet Çalışkan'ın bakkal dükkânına, oradan da Üstadın yanına gittik. Emaneti verdim. Yanımdaki beş yaşındaki oğlum Hüseyin'e dönerek, 'Bunun adı ne?' dedi. Ben 'Hüseyin' dedim. 'Maşaallah' dedi ve dua etti. Dışarıya çıktığımızda Hüseyin bana, 'Bu hocanın gözleri niye yeşil baba?' diye sordu. Geldiğimiz otobüsle Afyon'a, oradan Eskişehir üzerinden Ankara'ya döndük.

 "Siz amme hizmeti görüyorsunuz"

"Başka bir seferinde ise Burdur'dan iki hemşehrimle Üstadı ziyarete gittik. Arkadaşlarımdan biri Devlet Demiryollarında vazifeliydi. Üstad yanımızdaki trenciye şunları söyledi.

"Kardaşım, siz âmme hizmeti görüyorsunuz. Farz namazlarınızı kılsanız yapıtğınız vazifeler ibadet hükmüne geçer.'

 "Üstadı son ziyaretim"

"En son ziyaretim, 1959 senesinde, Üstadın İstanbul'a gelişi sırasında oldu. 1959 yılını 1960'a bağlayan günlerdeydi. Üstad, Piyer Loti Otelinde kalıyordu. O zamanki gazetelerden hatırladığıma göre Üstad, İstanbul'a avukatı Bekir Berk Beye vekâlet vermek için gelmişti.

"Ben Üstadın geldiğini duyunca hemen onu ziyaret etmeye gittim. Otele gittiğimde otelin kapısında ve çevresinde çok miktarda polis ve gazeteciler vardı. Sonradan isminin (Birinci Şubeden) Faruk (Eriş) olduğunu öğrendiğim bir polis memuru, ötelin kâtibi rolüne girmişti. Ben kapıdan girince, 'Kimi arıyorsunuz?' diye sordu. Bediüzzaman'ı görmek istediğimi söyleyince 'İsminizi alayım, telefondan geldiğiniz söyleyeyim' dedi. Ben polis olduğunu anladığım için, 'İsmime lüzum yok. Birisi sizi görmek istiyor deyin' dedim. O sırada arkadaşım Halil Yürü, 'Ali Ağabey' diye beni çağırdı. Dolayısıyla ismimi öğrenmişlerdi. Polisin yanında sonradan Milliyet gazetesi muhabiri olduğunu öğrendiğim sivri sakallı birisi vardı.

"Ertesi günü Milliyet gazetesi şöyle yazıyordu: 'İstanbul teşkilâtından olduğu anlaşılan Ali Ağabey isminde birisi, en son saat 19:30'da itirazsız kabul olundu.' Üstadın manevî kuvvetinden korkanlar böylece en ufak bir hareketten bir mânâ çıkarıyor, âdeta bir gizli teşkilatın var olduğunu göstermek istiyorlardı. Üstadın üstüne örtmesi için evden battaniyeye sarılı bir yorgan getirdim. O zaman Üstadın siyah olan şemsiyesini bile yeşil diye yazmışlardı. Halbuki battaniyede sadece yeşil çizgiler vardı. Yorgan yeşil değildi. Gayeleri Üstadı bir şeyhe benzetip onu olmadığı bir şekilde göstermekti.

"Yanına gittiğimizde 13-14 kişiydik. Hepimizin birden yanına gidişine sinirlenmişti.

"Ben sizi tek tek kabul edecektim. Neden hepiniz birden geldiniz? Görüyorsunuz bu adamlar tezahürattan telaşa kapılıyor' diye konuşmuştu. O günkü gazetelerde Üstad günün konusuydu. Bütün gazetelerin baş haberi Üstad idi. Üstad için çeşitli yalan yanlış şeyle yazıyorlardı.

 "Biz müsbet hareket edeceğiz; asayişi muhafazaya çalışacağız"

"Üstadın sesi o gün çok kuvvetli çıkıyordu. Yatağın üstünde ayağa kalkarak bize 31 Mart hâdisesisndeki Divan-ı Harb-i Örfi'deki mahkeme safahatından anlattı:

"Mahkeme Reisi Hurşid Paşa bana, 'Said sen de mürteciymişsin?' diye sordu. Ben de ona, 'Meşrutiyet bir zümrenin istibdadı ise, bütün cin ve ins şahid olsun ki ben mürteciyim' dedim. Kardaşlarım, bir emir versem yüz Şeyh Said gibi Türkiye'yi karıştırırım.. Ama bin Şeyh Said kadar kuvvetimiz de olsa, biz yine müsbet hareket edeceğiz. Asayişi muhafazaya çalışacağızı.'

"Üç dört gün kalacağını ifade etti. Eyüb Sultan'ı ziyaret edeceğini söyledi. Maalesef ertesi günü gazeteciler yattığı odanın balkonuna çıkıp namaz kılarken resmini çekmişlerdi. Üstad buna sinirlenip, beklemeden Ankara'ya döndü.

 "Ben seni vekil tayin ettim"

"Avukat Bekir Berk'e şöyle dediğini de söylemeden geçemeyeceğim. Üstad, Bekir Beye üç sefer tekrar ile, 'Ben seni vekil tayin ettim' demişti. Sonra Bekir Berk Beyi., Üstadın vefatından on üç sene sonraya kadar Risale-i Nur'un fahrî avukatlığını yaptığını gözönüne getirirsek, Üstadın sözlerindeki incelik meydana çıkar.

"Benim bu hatıralarım, bu dünyadaki en büyük sermayemdir. Bediüzzaman Said Nursî gibi bir İslâm kahramanını görüp, bazı sohbetlerinde bulunmam en büyük mutluktur bana."(C: 3, s: 257-263)

"Üstadımızın namazdaki huşuu ve huzuru bambaşkadır"

Mustafa Sungur anlatıyor; "Üstadımızın namazı, namazdaki mazhariyeti, heybeti, huzuru ve huşuu bambaşkadır. Biz onu ifade edemeyiz. Onun namazdaki nihayetsiz tecelliyata mazhariyetinden bizim hissettiğimiz, milyarda bir dahi olmaz. Evet bu kat'idir... Namaza duruşu, ilk tekbiri alışı, ellerini bağlayışı ve Cenab-ı Hakka dua ve tezellülü, Fatihayı kıraati, Fatihanın her bir kelimesini teker teker, cümle cümle ve bütün meratibi ile okuyup hissetmesindeki ve dergâh-ı İlahiyyeye takdim etmesindeki vüs'at, külliyet ve ulviyet, bizim gibi hiç enderlerin beyanına gelemez. Hele namaz teşehhüdündeki ´Ettehiyyatü´ kelimat-ı mübarekesini Cenab-ı Hakka takdim ederken, nasıl bütün kâinatı ruhunun eline alıp öylece arz etmesindeki kudsiyeti ifade edemeyiz"(C: 4, s: 29-30)

Tarihçe'nin önsüzünden yapılan ders

Mehmed Fırıncı anlatıyor;"Kitapları beşer beşer paket haline getirerek sardırdı. Tavan arasına kaldırttı. Ondan sonra ders okunmaya başlandı. Ders Sikke-i Tasdik-i Gaybî'den yapılmıştı. Sabah namazı yaklaştığında, 'Abdestlerinizi tazeleyin, namazınızı kılın' dedi. Üstadın odasından ayrıldık. Ben merdivenlerden aşağıya iniyordum. Birden kendi kendime, 'Hey Allah'ım, ne büyükler var, pekçok büyükler onların yanında küçük kalıyor' sözünü söylüyordum.10 dakika sonra tekrar yukarı çıktığımda abdest alırken, Üstad Hazretleri, Zübeyir Ağabeye emir vermişti. 'Namazdan önce Tarihçe-i Hayat önsözünü okuyun' diye. Evvelâ bana verdiler. O söylediğim kelimeler, Tarihçe-i Hayat'ın önsözünde imiş. Daha evvel okuduğumdan, şuur altından ihtiyarsız dökülünce, Üstad Hazretleri de bize önsözü okutturmak için emir vermişti. Ders devam ediyordu. Üstad Hazretleri bizim oturduğumuz odaya çekildi. Biz ayağa kalkmak istedik. Kaldırmadı, 'Devam edin' dedi. Pencerenin kenarında sedir vardı. Sedir üzerinde yatak ve yorganlar, dibinde Zübeyir Ağabey oturuyordu. Üstad Hazretleri gitti. Zübeyir Ağabeyin üzerine oturdu ve tecahül-ü arifânede bulunarak, 'Allah Allah, burada adam varmış' diye lâtife etti. Sonra Üstad yere indirilen yatak ve yorganın üzerine oturdu. Önsözün yarısına kadar dinledi. Sonra, 'Namaz kılın' dedi ve odasına çekildi.

"Üstad tayinatı bana dağıttırırdı"

"Risale-i Nur'a hizmet etmeye başladığım ilk andan itibaren Risale-i Nur hizmetine büyük bir malî imkânla katılmayı şiddetle arzu ettiğim halde, malî imkânlara malik olamamak yüzünden bunu muvaffak olamadım. Hz. Üstad, âdeta benim bu kalbî duama şu şekilde çare bulmuştu. Üstadımızın bu usulü olan talebelerin tayinatını vermek tatbikatı, son iki senesinde, şu şekilde cereyan ederdi. Hazret-i Üstad tayinat paralarını talebelerin eline mümkün olduğu kadar mâdeni para olarak verilmesini isterdi. İşte, iki sene üst üste Ramazan'dan evvel tevafuken Emirdağ'a gittiğimde, 10.000-11.000 lira arasında olan tayinat meblâğını bana, 'Bu parayı benim anamın, babamın, bütün akraba-ı taallûkatımın zekât, fitre ve sadakası olarak sana veriyorum' diyerek vermişti. 'Sizin peder ve validenizin ve bütün akraba-ı taallûkatınızın zekât, fitre ve sadakası olarak aldım, kabul ettim. Üstadım' deyip sonradan ben de, tekrar Hazret-i Üstada hitaben, 'Bu meblağı talebelerinizin nafakası için tayinat olarak kullanmak üzere size hibe ediyorum' diyordum. Ve Üstad Hazretleri bana, 'Al bu emaneti, İstanbul'a listesi bulunan talebelere dağıtın' derdi. Ve ben de alıp, İstanbul'a getirip buradan dağıtırdık. Son defasında Eskişehir'e kadar arabasıyla, 'Fırıncı'yı yolcu edelim' diyerek gelmişlerdi. Beni de getirdiler. Son tayinatı da alarak Bursa'ya gittik. Arabanın gerekli tamiratını yaptırdıktan sonra, ben İstanbul'a, Hüsnü Ağabey de Eskişehir'e gitmişti. Ve Hazret-i Üstadla, dünyada son görüşmemiz hitama ermişti.

"Bir müddet sonra Ceylân Ağabey İstanbul'a gelmişti. Biz de 400 sayfalık Lem'alar'ın teksirini tamamlamıştık. Ceylân Ağabeyi Üstad Hazretlerine gönderdik. Sonradan Ceylan Ağabey geldiğinde, Üstadın ne dediğini sordum. 'Üstad çok hastaydı, kardeşim' dedi. Ve kitabı kendisinin eline verdiğini ve öpüp başına koyduğunu söyledi. Ve o hastalıkla Üstad Hazretleri ahiret yolculuğuna çıkmıştı. "(C.4, s:377-379)

"Üstadımızın dua vakti çok ehemmiyetliydi"

Mustafa Sungur anlatıyor; "Yine Afyon' da namazdan sonra namaz tesbihatına temasla;

"Tesbihatta, ´Sübhanallah, Elhamdülillah, Allahu Ekber' derken kalbi hüşyar bir mü'min o vakitte namaz kılan, ´tesbihat eden milyonlar mü'minler cemaatı arasına manen girer, onlarla beraber söyler. Hatta daha ileri gitse bütün zaman ve mekânlardaki mü'minlerle beraber olarak, ortada Resûl-i Ekrem (a.s.m.) sağında enbiyalar, solunda evliyalar ve bütün mü'minler beraber tesbihat edebilir´ demişti. "Yine birgün, ´Ben namazdan çıkışta (Esselâmü aleykûm ve rahmetullah) dediğimde, sağımda enbiyaları, sol tarafımda evliyaları niyet ederek öyle selâm veriyorum´ demişlerdi.

"Evet Üstadımız defaatle, ´Benim hayatım intizamla geçmiştir´ derdi. Evet, Üstadımızın hayatı, hatta her 24 saat günlük hayatı intizamlı idi. Gece ibadeti, teheccüt namazı ve mutlaka seher vaktinde uyanık ve tesbihatta ve duada olması daimî idi. Gece evrad okuduktan sonraki dua zamanı çok ehemmiyetli idi. Herhalde o zamanda bir vakti vardı ki, külliyet kesbedip bütün zerrat-ı kâinat namına tesbih ve tahmid ederdi. Gündüz de; yemeği, risale tashihi ve ziyaretçilerle sohbeti vardı ki, hep intizamlı idi. (C:4, s: 30-31)

 "Bir öğle vakti namaz kılıyorduk"

Mustafa Sungur anlatıyor; "Yine Afyon'da tahliyeden sonra bir öğle vakti Üstadımızla namaz kılarken dışarıda çocukların gürültülerini duyuyordum. Davul çalınıyordu. 'Acaba Üstadımızın namazdaki huzuruna mani olur mu?' diye düşündüm. Çünkü Hüsrev Ağabeyin, Isparta'da bazen gaz ocağını yakıp onun sesi içerisinde namazını kıldığını görmüştüm. 'Çocukların sesleri dışarıdan geldiği için huzuruma mani oluyor. Onun için yakıyorum' demişti. Bunun için ' Çocukların sesi, acaba Hz. Üstadın da huzuruna mani olur mu?' diye düşünmüştüm. Selamdan sonra Hz. Üstadımız, ben birşey demeden', Eskiden gürültüler namazıma, huzuruma mani olurdu. Fakat şimdi olmuyor' diye beyanda bulundu.

 "Demek sen Sungur'un babasısın"

"Afyon'da Hz. Üstadımızla birlikte olmakla, hayatımızın en mesut günlerini yaşarken, birgün pederim (Aydın köylerinde imamdı) Üstadın ziyaretine geldi. Üstadımız, 'Demek sen Sungur'un babasısın' diye ona iltifat gösterdi. Çünkü rahmetli pederim, maddi müzayekalarından, borçlu olduğundan ve benim de kendine öğretmenlik maaşından tam yardım edeceğim sırada ve o ümitle yıllar boyu bekledikten sonra, ona yardım edememem ve sair sebeplerle, gayr-ı memnundu. Ve beni Üstadımıza şikâyete gelmişti. Üstadımız, evvela hizmet-i Nuriyeden ders yaptı, sonra, ana-baba hukukundan bahsetti. Bu zamandaki Risale-i Nur hizmetinin ehemmiyetinden bahsetti ve pederime teselli edici dersler verdi.

"Bundan sonra pederim. İzmir- Aydın havalisinde Üstadımızdan ve Nur'lardan kemal-ı takdir ve tahsinle bahseder oldu. Ve Üstadımıza dost oldu. Hattâ o havalide Nur'un nâşiri oldu. Üstadımızın hayatının son senesinde birgün, Hüsnü kardeşin peder ve validesinden bir mektup gelmişti. 'Biz Hüsnü'yü Üstada vakfettik' diyorlardı. Üstadımız o mektubu okurken bana dönerek, 'Mutlaka baban da seni bana vakfetmeli' dedi. 'Gerçi validen ve çocukların vakfetmişler. Fakat baban da vakfetmesi lâzım' demişti. Birkaç gün sonra Isparta dağında aynı arzularını tekrar etmişti. Ben de babama bir mektup yazdım 'Hz. Üstadın son seneleridir, seni görmek istiyor' dedim. Bir Çarşamba günü Hz. Üstad beni yalnız başıma Isparta'da nöbetçi koyup diğer kardeşlerle Emirdağ'a hareket ettiler. Ben kuşluk vakti, boyacı Rüştü Ağabeyin dükkânına uğradım, ne var ne yok diye. Bir de baktım, peder gelmiş. Beraber Üstadın evine kadar geldik. O zaman Üstadımıza ait bir teybimiz vardı. Rahmetli babama durumu anlattım. Üstad senden, beni vakfetmeni istiyor diye... Babam teybe Kur'andan bazı ayetler okudu ve sonra, 'Üstadım, Mustafa'yı ebediyyen sana vakfediyorum, hiç bir hakkım yoktur' dedi. Sonra Emirdağ'a gitti. Orada da Üstadı ziyaret etmiş. Sonra Üstadımız döndüğünde, merdivenlerden çıkarken kollarına girdiğimde, 'Cenab-ı Hakka şükür, şimdi babanla sen, aynen Ceylan'la babası Mehmet Çalışkan ve Salahaddin'le babası Nazif gibi oldunuz' diye tebşiratta bulundu. Bütün bunlar, Üstadımızın şefkatini göstermektedir. Ben Üstadımızın bu tasarrufundan babamın âhiretine ait müşfik ve kurtarıcı haletini anlıyorum. Cenab-ı Hak ebediyen razı olsun, âmin...(C:4, s:33-34) 

Mebus maaşlarına zam"

 Tahsin Tola anlatıyor; "Milletvekili maaşlarına zam yapılmıştı. Bu duruma Üstad üzülmüştü.

"Kırk kişi çıkmayacak mı? Bu parayı kabul etmeyecek, çıkmayacak mı? Kırk kişi fedakârlık edin, bu parayı kabul etmeyin' dedi.

"Bediüzzaman'ın bu sözlerini bir işaret olarak kabul ettim. Milletvekili olan arkadaşlarım Gazi Yiğitbaşı'na söyledim. O da cevaben, 'Nerede kardeşim o fedakâr insanlar? Bizim dindarlar bu parayı istiyorlar. Maaşlarının artmasını talep ediyorlar' diye cevap verdi.

"Ben Gazi Yiğitbaşı ile konuştuktan sonra, belki kırk kişi bulabilirim ümidiyle çalışmaya başladım. Maalesef muvaffak olamadım.

 "Ben Tahsin'i alıyorum"

"1957 seçimlerinde Senirkent ile Eğirdir arasında ihtilâf vardı. Ben ihtilâflar büyümesin diye, adaylığımı koymadım. Sonra benim haberim olmadan merkezden, beni Bingöl adayı olarak koymuşlardı.

"Bingöl'e giderken Isparta'da Üstadı ziyaret ettim. Üstad Hazretleri: "Bingöl'de çok şehit var. Mübarek bir beldedir' diye konuştu.

Ayrıca Hulusi Beye, Mehmed Kayalar'a selâm gönderdi, bizi desteklemelerini söyledi.

"Ben Bingöl'e gittikten sonra Üstad Hazretleri bizim çocuklara:

"Ben Tahsin'i alıyorum içlerinden demiş.

 "Kazanamadığınızı tebrik ederim"

"Eğirdir'de Nur Risalelerine dost olan Ali Çetin isminde maliyede memur bir arkadaş vardı.

"1957 seçimlerinde aday olamamıştı. Üstadı ziyaret ederek dert yanmıştı. "Efendim nasıl olur. Tevfik Tığlı kazandı. Ben kazanamadım?' "Üstad ise, 'Tebrik ederim, tebrik ederim... ' diyordu.

"Ali Çetin, Üstad herhalde anlamadı diye, yine kazanamadığından bahsediyor, Üstad yine, "Tebrik ederim, tebrik ederim...' diyor. Bu şekilde tam üç sefer Ali Çetin söyleyince, nihayet Üstad, "Tebrik ederim, kazanamadığınızı tebrik ederim' diye kazanmadığını açıkça tebrik ediyordu.

"Biz 1957'de kazanamadık. Böylece ileride gelen ihtilâl hapishanelerinden, Yassıada'dan da, Üstadın himmet ve duasıyla kurtulmuştuk.

 "Adnan Bey kardeşime selâm söyle"

"Ankara'ya gideceğim zaman Isparta'da Üstada uğradım. Üstad daima, "Adnan Bey kardeşime selâm söyle... O bizim himayemizdedir. Eğer biz onu himaye etmezsek (eliyle işaret ederek) bir anda altı üstüne gelir. Bizi âlem-i İslâmdan, Pakistan'dan çağırıyorlar. Eğer burayı bırakıp gitsek, bir anda altı üstüne gelir. Burayı biz muhafaza ediyoruz' diye dersler verirdi.

"Adnan Menderes'in Londra seyahati sırasında, Üstad çok telaşlanmıştı. Ali İhsan Tola ile Atıf Ural'ı Menderes'e göndermişti. Seyahatini tehir etmesini istiyordu. Arkadaşlar Menderes İstanbul'a gittiği için görüşemediler. Üstadın çok mühim bir arzusunu Menderes'e ulaştıramadık. Daha sonra Üstadın bu derece telaş sebebi ortaya çıktı. Menderes uçak kazası geçirdi, fakat inayet-i İlâhî ile kurtuldu.(C: 4, s: 276-278)

"Üstadı ziyaretim"

Mustafa Cahid Türkmenoğlu anlatıyor; "Sözler mecmuasının basımı bittikten sonra Üstadı Isparta'da ziyaret ettim, kabul ettiler. Bir saate yakın benimle konuştu. Odada Zübeyir Ağabey de vardı. Ben gayet rahat bir şekilde bağdaş kurarak Üstad'ın karşısına oturdum. Üstad, benim bu oturma tarzıma hiç bakmayarak gayet ehemmiyetli bir ders verdi. (Sonraki senelerde Zübeyir Ağabey ile Ankara'da beraber aynı evde kaldığımızda onun da belirttiği gibi "Üstad sana tam dersini verdi' derdi.)

"Üstad Hazretleri o dersinde bana, 'Kardeşim, bu zamanda azami ihlâs, azami fedakârlık ve azami sadakat ve azami dikkat lâzımdır' dedi ve fedakârlıkla ilgili konuştu.

"Zübeyir Ağabey ile Ankara'da 27 isimli dershanede 1,5-2 yıl beraber kaldığımızda ara sıra bana "Üstad herkese fedakârlık dersi vermez, dikkat et' derdi.

"Üstadı Isparta'da ilk ziyaretimde odanın kapısından içeri girip elini öpeceğim sırada bana 'Ben seni tanıyorum' dedi. Bana göre Üstad Hazretleri beni İstanbul'da tramvayda ilk gördüğü zamanı hatırladı.

"Sözler Mecmuasının akabinde yine Üstadın emri ile Lem'alar ve Mektûbat mecmuasını bastık. Ben, Lem'alar ve Mektûbat basılırken 3-4 defa, Tarihçe basılırken ve bittikten sonra 2-3 defa cem'an 7-8 defa Üstadın ziyaretine gittim Büyük Risale-i Nurlar basılırken bu arada bir yandan da Küçük Risaleleri basıyorduk. Küçük Sözler, Zühretü'n-Nur, Uhuvvet, Ramazan ve Hanımlar Rehberi gibi.

 "Ne hürriyeti?"

"Büyük risalelerden biri basılırken bir ara Ankara'da bazı arkadaşlar vazife sebebi ile, bazı arkadaşlar da yaz tatili sebebi ile memlekete gitmişlerdi. Ben matbaada yalnız kalmıştım. Gerçi ara sıra talebelerden yardıma gelenler olurdu, ama pek durmuyorlardı. Ben de bir ara basım işini bırakıp Ankara'dan ayrılmak istediğim halde sanki gaybi bir kuvvet beni istediğim yere göndermiyordu. Doğuş Matbaasında bize tahsis edilen odada çalışırken bazen kendi kendime bağırarak 'Ben istediğim yere gidemiyorum, ben hürriyetime sahip değil miyim?' diyordum.

"Bir müddet sonra matbaa işlerinde yardım etmek üzere birkaç arkadaş geldi. Ben de onların gelişlerinden istifade ederek Üstadı ziyârete gittim. Isparta'da Üstadın bulunduğu eve geldim. Kapıyı çaldım. Arkadaşlara açtı. Benim geldiğimi Üstada söylediler, 'Gelsin' demiş. O sırada Üstad Hazretleri odada yalnızdı, ben oda kapısından içeri girip elini öpmek için yanına giderken Üstad birden yüksek sesle, 'Ne hürriyeti?' diye bağırdı, şaşırmıştım. O anda matbaada odada bağırdığım sözler aklıma geldi. Mahcup bir halde elini öperek önüne oturdum. Üstad bana önemli bir ders verdi ve 'Kardeşim, öyle kimseler gelmişler ki, Kur'ân'ın bir tek hakikatı için kendilerin feda etmişler. Bize ne oluyor ki şimdi Kur'ân'ın tamamına taarruz var. Biz kendimizi niye feda etmeyelim?' dedi. Kur'ân'a ve imana hizmet etmenin bu zamanda çok ehemmiyetli olduğunu söyleyerek çok güzel bir ders verdi.

"Ben Üstadın odasından çıkıp arkadaşların odasına girdim. Karnım acıkmıştı. Arkadaşlar az bir şey yemek ile iki dilim ekmek ve bir parçada üzüm getirdiler. Ben bunları görünce içimden, 'Bunlarla nasıl doyarım?' diye düşündüm. Fakat yemeğe başlayınca doydum ve zorla bitirdim. Oradan Ankara'ya döndüm.(C: 4, s: 467-468)

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DÄ°ÄžER YAZILAR

İman edip salih ameller işleyen kimseler için mağfiret ve bol rızık vardır.

Hac, 50

GÃœNÃœN HADÄ°SÄ°

İki müslüman birbiriyle karşılaşıp da el sıkışılarsa, ayrılmazdan evvel günahları bağışlanır.

(Riyazü's-Salihin)

TARÄ°HTE BU HAFTA

*Fatih Camii'nin yeniden ibadete açılışı(15 Nisan 1772) *Turgut Özal'ın Vefatı(17 Nisan 1993) *Türk-Yunan savaşının başlaması(18 Nisan 1897) *Miladi takvime göre Efendimiz'in (s.a.v.)dünyaya teşrifleri(20 Nisan 571)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SÄ°TE HARÄ°TASI