Cevaplar.Org

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-12

İLK EMİRDAĞ DÖNEMİ-1944-1948 Hamza Emek anlatıyor; 1944'de İstanbul Vefa Lisesinde talebeydim. O zaman lise son sınıftaydım. Üstad Bediüzzaman'ı sadece ismen işitmiştim. 'Emirdağ'a büyük bir İslâm âlimi gelmiş' diye işitiyordum. Henüz daha ziyaretine gidememiştim. İlk görüşmemize Ömer isimli ihtiyar bir zat vesile oldu


Necmeddin Åžahiner

2016-05-23 13:45:32

İLK EMİRDAĞ DÖNEMİ-1944-1948

Hamza Emek anlatıyor; 1944'de İstanbul Vefa Lisesinde talebeydim. O zaman lise son sınıftaydım. Üstad Bediüzzaman'ı sadece ismen işitmiştim. 'Emirdağ'a büyük bir İslâm âlimi gelmiş' diye işitiyordum. Henüz daha ziyaretine gidememiştim. İlk görüşmemize Ömer isimli ihtiyar bir zat vesile oldu.

"Okulu bitirme imtihanları için İstanbul'a gitmiş ve Reşadiye Otelinde kalıyordum. Otelde bir zatla tanıştım. Benim nereli olduğumu öğrenince, Emirdağ'ında büyük bir İslâm âlimi olduğunu, tanışıp tanışmadığımı sordu. Ben ise Üstadımızı duyduğumu, ama henüz ziyaretine gidemediğimi söyledim. O zat ne zaman gideceğimi sordu ve bana şöyle söyledi: 'Emirdağ'ındaki o büyük zata, Bediüzzaman derler. Çok büyük bir âlimdir. Gittiğinde onunla tanış, ellerini öp, benim selâmımı söyle, ismimin Ömer olduğunu ve kendileriyle Şam'da beraber olduğumuzu hatırlat.'

"Emirdağ'ına geldiğim gün ikindi namazı için Çarşı Camiine gitmiştim. Üstad camiin mahfilinde namaz kılıyordu. Namaz kıldığı yer tahta bez gibi örtülerle çevriliydi. Namazdan sonra çekine çekine merdivenlerden çıkınca Üstad beni gördü ve yanına çağırdı. Varıp ellerini öptüm ve Reşadiye Otelindeki Ömer Efendinin selâmını söyledim. Üstad selâmı aldıktan sonra bana Emirdağ'ında kimlerden olduğumu sordu ve Demirci Hasan'ın yeğeni olduğumu söyledim. Bu ziyaretten sonra Üstad bana 'Sen safa gelmişsin' diye müsaade etti ve ayrıldım. İşte Bediüzzaman Hazretlerini ilk defa ziyaret edip, görüşmem böyle olmuştu.

 Üstadın hiddeti

"Üstadı tanımamın daha ilk günleriydi. Üstadı yine ziyaret etmeyi arzu ettim. Ceylân Çalışkan'la karşılaştım. Ceylân merhum ısrarla, 'Üstad izin vermiyor' dedi. Ben yine Ceylân'ı dinlemeyerek içeri girip merdivenleri çıkıyordum. Bir anda Üstadla karşılaştık.

"Üstad gür bir sesle, 'Senin ne işin var bu saatte?' diye bana bağırdı. Ben bu celâl ve hiddet karşısında, mahcubiyet içinde neye uğradığımı şaşırmıştım. Üstadın beni huzurundan kovmasıyla öylesine sarsıldım ki, hıçkıra hıçkıra ağlayarak orayı terk ettim.

Ertesi gün Ceylân gelip beni çağırdı. Üstad bana, 'Kardaşım, ben o vakitlerde kimseyi kabul edemiyorum' diyerek gönlümü aldı. Üstadın hiddetine dayanabilmek çok zor birşeydi. Ben daha ilk günlerde iki defa hatalarımla buna şahit olmuştum.

"Yine bir gün Eskişehir'e gidecektim. İşim ticaretle alâkalıydı. Üstada haber vereyim, belki bir işi olur da hallederim diye düşündüm. Üstada vardım. Eskişehir müftüsü Hafız Abdullah Efendiye mektup gönderecekmiş. Bu tevafuk üzerine Üstad 'Sonra uğra' diye bildirdi. Fakat sonra iş tersine döndü, ben işimi başka bir vesile ile hallettiğimi bildirmek üzere Üstada gittim.

"Durumu bildirince Üstad çok hiddetlendi, elini tersiyle havadan yere doğru savurarak, 'Ben böyle talebe istemiyorum' dedi.

 "Her Pazar Üstadın hizmetindeydim"

"Tabii bu hadiseler, Üstada ve Risale-i Nur'a hizmetimiz için fevkalâde ibretli derslerle doluydu. Sonraki vazife ve hizmetlerimizi buna göre ayarladık. Zaten ilk zamanlarda meseleleri tam bilmiyordum. Üstada da misafir diyerek hizmet etmeye çalışıyordum. Zaman geçtikçe Üstada olan sadakatimiz arttı. Üstada hizmetimizi nöbete koyduk. Ben hep Pazar günleri hizmetine gidiyordum. Bu durum Üstad ebediyete intikâl edinceye kadar devam etti.

 Üstadın çayı

"Üstad çok çay içerdi. Çaya bol bol limon sıkar, öyle içerdi. Bazan çayı biraz içer, sonra bardağı bize verip içmemizi söylerdi. İlâveten 'Kardaşım, ben bu çayı padişah gelse yine vermem' derdi. Biz de alıp içerdik.

***

"Bir gün Üstadı zehirlemişlerdi. Ben ve rahmetli Zübeyir, Üstadın yanındaydık. Zübeyir Ağabeyin isteği ile Doktor Tahir Barçın'ı çağırmıştık. Doktor mutlaka serum yapmak istiyordu. Ben Üstada söyledim, hiç ses çıkmıyordu. Serum yapıldı ve doktor gitti. Sonra Üstad kendisine gelince sopasını istedi ve rahmetli Zübeyir Gündüzalp'e hitaben, 'Keçeli, bugün beni şişlettiniz' diye sopayla vurdu. Zübeyir Ağabey başını ayak tarafından yorganın altına gizledi.

Üstadımızın hastalığı sırasında Dr. Tahir Bey 'Mutlaka ateş dürücü alması lâzım' dedi. Depo sulfamid tavsiye etti. Bunun 12 saatte bir verilecek dozunu verdi. Ben de 'Bunu Üstadın çayına koyar içiririm' dedim. İlacı yanıma aldım. Üstadı ziyarete gittim. Üstad beni görünce, 'Kardeşim Hamza, bunlar bana ilaç içirmek istiyorlar, sen bana yardımcı ol!' deyince, içim bir hoş oldu. İlacı çayına atmaya gönlüm vardı, vazgeçtim. İlacı Tahir Bey'e iade ettim.(C: 2, s. 421-423)

 "Zaman imanı kurtarmak zamanıdır"

 Abdullah Gayretlioğlu anlatıyor; "Birkaç arkadaş, Üstad Bediüzzaman Emirdağ'a gelmeden bir müddet evvel, bir tarikata veya bir büyük zata intisap etmek istiyorduk. Biz bu niyetteyken, Üstad Emirdağ'a teşrif etmişti. Hemen arkadaşlarla birlikte ziyaretlerine varıp, ellerini öpüp dualarını aldık. Kendilerine niyetimizi arz ettik. Üstad bize cevaben şöyle buyurdu:

"Kardaşım, zaman tarikat zamanı değil, hakikat zamanıdır. Şimdi iman kurtarmak zamanıdır, hem şu dar pantolonlarla tarikat olmaz.'

"Bizler bu dersten sonra, arzumuzdan vazgeçmiştik.

"Üstadın kirayla kaldığı evinin yanında bizim han vardı. Bu han Emirdağ'a gelen yabancıların uğrak yeriydi. Hanın yanında da benim dükkânım vardı.

"Üstad camiye giderken hep bana uğrardı. Bir defasında uğradığında şöyle iltifat etmişti:

"Abdullah, sen benim kardaşım olan Abdullah yerindesin. Seni onun gibi biliyorum ve kabul ediyorum.'

 

"Karşılıksız hediye almazdı"

"Oğlumun düğünü vardı. Üstada düğün yemeği götürmeye niyet etmiştim. Merhum Zübeyir Gündüzalp'e danıştım. O da Üstadımızın mukabelesiz birşey kabul etmediğini söyledi. Yemek getirmekte ısrarlı olduğumu anlayınca. 'Kapalı kapta getir, yoksa hiç kabul etmez' dedi.

"Hazırladığım yemek çeşitlerini küçük kaplar içinde bir sepete koydum, ağzını kapattım. Üstad âdeti olduğu üzere, mukabelesiz bir şeyin kendisine dokunduğunu ifade etmişti. Mukabele olarak bana bir lira verdi, o para o zaman çok kıymetliydi. Ben de bu ücreti mecburiyetle kabul ettim.

* * *

"Üstad namazını çok zaman mahfilde, yalın ayaklı olarak kılardı. Yoğurdu çok severdi. Bir parça pazar ekmeği ona birkaç günden fazla giderdi. Şu hususlar da dikkatimi çekiyordu; fareler için, ayrıca komşu dükkânın çatısında kuşlar ve kediler için, ulaşabilecekleri yerlere ekmek parçaları koyardı. Fareler de, kediler de ondan rızıklanırdı.

Üstadın tasarrufta titizliği

"Birgün Zübeyir, ortasından kırılmış bir kaşık getirdi. Bu kaşığı tamir etmem için Üstad göndermişti. Kaşık alüminyum olduğu için kaynak tutmuyordu. Kolayından gidip, on kuruşa bir çay kaşığı aldım, bunu Üstada götürdüm. Üstad bana, 'Kardaşım sen bilmiyor musun? Bu kaşık beni kırk yıllık arkadaşımdır' dedi. Bu defa çaresiz tekrar dükkâna gelip, küçük bir saç keserek kıvırdım ve kaşığın içine geçirip iyice sıkıştırdım. Sağlamlaşınca götürüp Üstada verdim. Çok memnun oldu ve bu tamirat için bana yirmi beş kuruş verdi.

"Tarassutların, takibatların çok sıkı olduğu günlerde, risaleleri çuvala kor ve eve taşırdım. Bilahâre çıkarıp, isteyenlere gönderir veya verirdik.

 "Bir saatte yedi kitap tashih ediyordu"

"Tashilatın sık olduğu zamanda, birgün Üstadın yanına gitmiştim. Bana hitaben, 'Kardaşım Abdullah, ben bir saatte kaç risale tahsis edebilirdim?' demişti. Düşündüm ve hemen cevap verdim. 'Üstadım, ben ancak bir tane yapabilirim' demiştim. Üstad elindeki risaleyi göstererek; 'Kardaşım, bu bir saatte tashih ettiğim yedinci kitaptır' diye buyurmuştu. Ben hayretler içinde kalmıştım.(C:3, s: 140-141)

AFYON MAHKEMESÄ° VE HAPSÄ°-1948-1949

Hulusi Yahyagil anlatıyor; "1948 yılında Afyon'da hapishaneye seni de yanıma almak istedim. Fakat sonra vazgeçtim' dedi.(C:1, s: 327)

"Afyon'u hapishane yap"

Hulusi Yahyagil anlatıyor; "Afyon'da Savcının ısrarla Nur talebelerinin, isim ve sayılarını sorması üzerine Hz. Üstad ona: "Afyon'u hapishane yap, ben de talebelerimin hepsinin ismini söyleyeyim" diye cevap vermiş. (C:1, s: 332)

Zulmunüzün Mahkûmuyum

Ahmed Özyazar anlatıyor:"Afyon mahkemesine gitmiştik. Abdurrahman Şeref Lâç da müdafaa için gelmişti. Oradan da araba tutarak beraberce Üstadın yanına gittik. Üstadı alarak Afyon'a döndük. Resmî elbiseli bir havacı, Üstadın koluna girdi. Diğer koluna da ben girdim. Ben de resmî idim. Bunun üzerine ortalığı yaygaraya vermişlerdi. 'Ordu Bediüzzaman'a hizmet ediyor' v.s. diye.

"Bahçeden mahkeme salonuna vardık. Biz farkında değiliz, taharrî memurları da bizi takip ediyorlarmış. Birisi Merkez Komutanlığına telefon ederek bizi ihbar etmiş.

"Salonda Üstadın oturması için sandalye aradık. Kapıcılar, müstahdemler yer vermedi. Biz kendimiz araştırıp, bir sandalye bulduk. Hakim kapalı celse kararı vermişti, içeri kimseyi almıyorlardı.

"Muhakeme esnasında şöyle bir hadise cereyan etmiş: Hakim teker teker bütün maznunların mahkûmiyetleri olup olmadığını soruyormuş. Sıra Üstada gelince şöyle bir muhavere geçmiş.

"Reis: 'Mahkûmiyetiniz var mı?'

"Üstad: 'Yirmi sekiz senedir, zulmünüzün mahkûmuyum.'

"Bunun üzerine reis, telâşla kâtibe emretmiş:

"Yaz, yaz. Mahkûmiyeti yok, yaz.'(C: 3, s. 352)

Üstadın Koğuşu

İbrahim Fakazlı anlatıyor; "Üstadı tek başına bıraktıkları 70 kişilik bu koğuşun 40 kadar camgöz penceresi vardı. Bunların ancak 15 tanesinde cam takılıydı, diğer pencerelerin camı hep kırıktı."(C:2, s:195)

Namazın Hukukunu Müdafaa

Mustafa Acet, Nur Üstadın Afyon ceberrutlarına söylediği ateşîn sözlerini nasıl da heyecanla anlatmıştı. Haliyle, tavrıyla ve bütün varlığıyla sanki o günleri yeniden yaşıyordu. Uzun süren mahkemenin bir celsesinde namaz vakti gelmiş geçiyordu. Üstad Bediüzzaman namaz için izin ve müsaade istediği halde, adamlar razı olmuyorlardı. Bir an celâllenen Nur Üstadın şehlâ gözleri şimşekler gibi parlamış, o pâk alnındaki damarları parmak gibi kabararak âdeta dışa fırlamıştı.

Savcıya asrımızın sultanı Ulu Üstad şöyle gürlemişti: "Biz namazın hukukunu müdafaa için burada bulunuyoruz. Bizim bundan başka bir suçumuz yoktur."(C: 3, s: 137

Bir Veliyy-i Azîm

Afyon Hapishanesindeki Nur talebeleri arasındaki bazı üzücü olaylardan dolayı, el açıp yalvaran Bediüzzaman:

"Ya Rabbi! Yok mu bir talebem?' diye Cenab-ı Hakka iltica ettiğim zaman birden bana Tahirî gösterildi" diyor ve anlatmaya devam ediyordu.

"Tahirî, o zaman seni bir veliy-yi azîm, bir kutup tahayyül ettim. Sonra baktım ki, sen istihdam olunuyorsun."

Burada Bediüzzaman, Tahirî Mutlu'ya soruyor:

"Tahirî, istihdam olduğuna mı razısın, yoksa benim zannımda [veliy-yi azîm] olmasını mı istersin?"

Mübarek veli Tahirî Mutlu, Üstad'ının sualine şöyle cevap veriyor :

"İstihdam edilmemi isterim, Üstad'ım..."

"Maşaallah!... Gerçi velidir" diyor.(C:1, s: 431)

Fedakârlık Dersi

Mehmed Çalışkan anlatıyor; Afyon hapishanesinde bayramdan sonra bizlere üzücü mektuplar gelmişti. Hanım, küçük kızla ziyaretime gelmişti. Acıklı manzaralar olmuştu. O gün Üstad, 'On tane huriden karım olsa, yüz tane çocuk olsa, hizmet-i imaniyeye zarar gelmemek için hepsini terk ederim' diye ders vermişti.(C:2, s: 360)

Savcının içgüzarlığı

 Mustafa Ezener anlatıyor; "Üstad Afyon mahkemesinden çıkarken kalabalık bir kitle elini öpmeye koştu. Sırayla ellerini öpüyorlardı. Bu durumu hazmedemeyen bir savcı, polis ve jandarmalara, 'Niçin izin veriyorsunuz?' diye bağırıp çağırıyordu. Üstad bu hale çok celâllendi. Yüksek sesle, 'Ne var, ne oluyor? Bırak, kardaşlarımla görüşeceğim?' derken öyle heyecanlanmıştı ki, sarığı başından düşmüştü. Biz sarığını yerden alıp başına koymuştuk. Savcı arkasına bile bakmadan korkuyla kaçıp gitmişti. Hadise çıkarmak için bir kardeşin ayağına tekmeyle vurmuştu. Kardeş hiç ağrı duymamıştı. Sonradan baktık ki, ayağı morarmış.(C:2, s: 27)

Üstad Sırtıma Basarak Çıktı

İbrahim Fakazlı anlatıyor; Bir defasında öğleden sonra bir celse için bizi mahkemeye sevketmişlerdi. Nedense, "Hâkim henüz gelmemiş" diye bizi boş bir odaya kilitlediler. Oda büyüktü, fakat öyle pisti ki, yerlere basmak dahi mümkün değildi. Yalnız bir kişinin namaz kılabileceği genişlikte çok tozlu bir pencere kenarı vardı. Kardeşler temizlediler. Tahirî Ağabey de boynundaki uzun ve geniş kaşkolunu oraya serdi. Böylece Hz. Üstada namaz kılacak kadar bir yer hazırlandı. Hz. Üstad pencerenin kenarına geldi, fakat pencere yerden 60-70 santim yükseklikteydi. Üstadın üzerine basıp oraya çıkabilmesi için sandalye ve sandık gibi bir şey arandı, fakat yoktu. Ben hemen sırtıma basarak oraya çıkması için Üstadın önüne yattım. Herkesin şaşkın bakışları arasında Hz. Üstad gülümseyerek enseme "keçeli, keçeli" diyerek vurdu ve sırtıma basarak çıktı. Namazını orada kıldı. Sonra da başkaları kılacaktı. Fakat mahkemeden çağırdılar. Sonra namazı kaza ettik. O günkü heyecanımı hâlâ hissediyorum ve unutamıyorum. Cenab-ı Hakka hadsiz şükrolsun diyorum. .(C: 2 s: 191)

Risale-i Nur nasıl telif edilmişse öyle neşrolsun

İbrahim Fakazlı anlatıyor; Ahmed Feyzi Ağabeyle 2 ay kadar bir koğuşta yattık. Bir defasında Ahmet Feyzi, Hz. Üstada bir pusula yazarak, "Üstadım ben Gençlik Rehberini bugünkü gençliğin anlayabileceği şekilde lügatsız Türkçe olarak yazıp neşretmek istiyorum, müsaade eder misiniz?" diye sordu.

Hz. Üstad da "Kardeşim Ahmed Feyzi, sen öyle bir risale yazarsan kendi imzanı at veya lügatlarını haşiyesinde kısaca Türkçeye çevir, yine imzanı at" demişti. Bu ifadeleriyle Üstad Hazretleri, Risale-i Nur nasıl telif edilmişse öyle neşrolunmasını anlatmak istemişti.(C: 2 s: 192-193)

 

"Projektör gibi iki göz bana bakıyor"

İbrahim Fakazlı anlatıyor; Orada bana mangalımı gösterdiler. Bu mangal "Senin mi?" dediler. Mangal benimdi. Zalim bir gardiyan vardı. Beni dövmek için elini kaldırdı. O gün bir şenlik günü idi. Kalbimden diyordum ki: "Bugün bunların şenlik günü, çalgılar çalıp horon tepip oynuyorlar, şarkılar söylüyorlar. Eğer bende zerre kadar bir iman varsa bugün benim de bu zalimlerin zulmüne uğramamam lâzımdır ve hakkımdır; bakalım bana nasıl azap edecekler?" diye düşünerek oraya gitmiştim. O gardiyan bana tokadını şiddetlice vuracak diye bekliyordum. Ve iyi vursun diyerek boynumu bir tarafa eğmiştim. O anda gözüm üst katın sarmaşıklı penceresine denk geldi. Bir de ne göreyim, sarmaşıkların arkasından projektör gibi iki göz bana bakıyor, ben de ona bakıyordum. Ben tokadı unutmuştum. Zira bu göz Hz. Üstadın gözleriydi. Birden başgardiyanın sesi gürledi: "Vurma, bırak." Zalim gardiyanın uzun kolu aşağı indi. Ve bana "Al mangalı git" dediler. Bu hadise beni günlerce yatağımda ağlattı. Ve nurlu bakış o zalim gardiyanın kolunu döndürmüş, hareketsiz bırakmıştı.

 "İbrahim, hasta mısın?"

Hz. Üstad bizi teneffüste ortabahçe dedikleri yerde gezerken de seyrederdi. Bir defa ben Üstadın penceresi karşısında güneşleniyordum. Yakam açıktı, boynumdan da fanilamın yakası görünüyordu. Hz. Üstad pencereye geldi, bir pusula attı. Oradakiler pusulayı aldılar, bana verdiler. Üstad, pusulada şöyle diyordu: "İbrahim sen hasta mısın, boynunda ne var? Seni üzgün görüyorum."

Bir defasında yine bahçede Ceylan, Halil ve bir kardeşimizle beraberdik. Üstad üçümüze bir pusula attı. Pusulada şunlar yazılıydı: "Kardeşlerim, gezin dolaşın, neşeli olun. " Bana öyle gelirdi ki, sanki annemin yanındayım ve bana şefkatle sahip oluyor ve beni hiç gözünden ayırmıyor.

 "Üstadı zehirlediler"

Biz Hz. Üstadı pencerede görmezsek, "Neden görmüyoruz?" diye çok üzülürdük. Ne pahasına olursa olsun, bir fırsatını bulun yanına çıkmayı gözlerdik. Kışın son derece soğuk bir gününde Üstadın yanına gizlice çıkmıştım. Hz. Üstad çok hasta idi. Bana elini uzattı, "Tut" dedi. Ben de tuttum ve öptüm. Ateşler içindeydi, elim sıcağına tahammül edemiyordu. "İbrahim çok hastayım. Artık öleceğim, siz varsınız diye teselli buluyorum" derken Ceylan da geldi. Aynı şeyleri ona da tekrarladı. Biz şaşkın bir halde ağlıyorduk. Üstad Hazretleri de ağlıyordu. "Ne yapalım?" diye çaresizlik içinde Ceylan'la birbirimize sarıldık, ağlaştık, helalleştik. Üstad bize çok dua etti ve sonra bizi gönderdi. Dönüşte kardeşlere meseleyi anlattık, çok dualar ettik. Cevşenler okuduk. Sonradan anladık ki, Üstadı zehirlemişler.

Kış mevsimi. Her taraf donmuş, Afyon'un çevreyle irtibatı kesilmiş, demiryolu kapanmıştı. 15-20 gün şehre yiyecek, yakacak gelmemiş, sular akmıyordu. Hz. Üstadın pencereleri kırık dökük, döşeme tahtaları aralıklı, ısınmak mümkün değil. O gün Hz. Üstadı önünde bir gaz tanesi,. içinde bir miktar mangal kömürü, bir çaydanlık, çift battaniye altında iki kat olmuş halde gördüm.

Üstadın koğuşunun karşısında bir koğuş daha vardı ki, o koğuştaki pencerenin camları yeniden takılmış, kapıları tamir ettirilmişti. Koğuşun içinde dökme soba, sıcak hamam gibi banyo suları akıyor. Bu koğuşta komünizmden müebbet hapse mahkûm bir genç ve bir kadına tecavüz etmiş bir doktor, bir de siyasî mahkûm vardı. Bunlar imtiyazlı mahkûmlardı. Dışarıdan yardımları gelir; hatta komünist gecelerinde dışarıda gezdiklerini söylerlerdi.

 "Soğuktan donuyorduk"

Altı kadar koğuş vardı. Her koğuşta Nur talebeleri bulunuyordu. İdareye, savcılığa "Soğuktan donuyoruz, Üstadımız artık dayanamıyor, kömür, yakacak, soba..." şeklinde yazılar yazıldı. Fakat hiçbir netice vermedi. Bu meseleden halk da haberdar olmuştu. Halk "mahpuslar donuyor" diye duymuşlar ve ileri gelenler zorlamışlar. Sonunda istasyonda kalmış olan bir kamyon kadar maden kömürü jandarmaların nezareti altında torbalarla ağır cezalı mahkûmlara taşıttırılıp hapishane bahçesine getirildi. Herkese birer teneke verdiler. Ama bu defa o kömürü yakacak ne soba vardı, ne de mangal. Bunun için kömür hiçbir işe yaramadı. Sonunda Mustafa Osman kardeş bir kağıt üzerine saçtan yapılmış ızgaralı bir kömür sobasının krokisini çizerek kendisi adına aldırttı.

O sırada Üstadı o geniş ve camları kırık koğuştan aldılar, 5. koğuşa verdiler. Güya Üstada acıdılar. Halbuki bu koğuş yankesicilik ve hırsızlık suçlarından mahkûm olan serserilerin bulunduğu kalabalık bir koğuştu. Ta ki, Hz. Üstad, alışık olmadığı bu gürültülü yerde daha çok inlesin.

 "Mahkûmların Üstada saygısı"

Bizim koğuşla ikinci koğuşa aynı kapıdan girilirdi. Biz kendi hissemize düşen kömürleri Hz. Üstada hediye ediyorduk. Mustafa Osman da yaptırdığı sobayı Üstada hediye etmişti. Üstadı aldıkları 5. koğuşta Nadir Hoca diye bir mahkûm vardı. Oraya bakıyordu. Hemen koğuşun bir kısmını battaniyelerle bölerek Üstad Hazretleri için bir oda yapmış, içine de sobayı kurmuş. Üstadı oraya almış ve sobayı yakmışlar. Mahkûmlar Üstadı rahatsız etmemek için hiç ses seda çıkarmıyorlarmış. Diğer koğuşlar, gardiyan ve müdür odaları soğuktan donmuş bir halde iken, Üstadın bulunduğu koğuş hamam gibi sıcak olmuş, bir cennete dönmüştü. Mahkûmlar Üstada hizmet için yarışa girmişler ve namaz kılmaya başlamışlardı.

İşte el-Hüccetü'z-Zehrâ böyle bir hava içinde yazılmaya başlandı.

 Gaz tenekesinden mangal

Hapishanede Üstadımızın yemeğinin altıncı koğuştan geldiğini görürdüm. Bu hususta hatırımda kalan birşey yok. Bizim koğuştan Taşköprülü Sadık Bey bu hizmeti üzerine almıştı. 6. koğuşta Mehmed Feyzi, Ceylan, Halil ve Hüsrev Beyler vardı. Onlar gönderirlerdi. Hz. Üstadın bu gibi hizmetlerini yapacak bir talebesini yanına müsaade etmiyorlardı. Bir gardiyan tayin etmişlerdi. Hz. Üstad ona pek itimat etmezdi. Ekmek her zaman idare tarafından dağıtılırdı. Bu ekmek askeriyenin tayını gibiydi. Fakat Hz. Üstad bu tayını yemezdi. Bu tedbire rağmen yine de Üstadı zehirlendiği çok olurdu.

Bizler da gaz tenekesinden yapılmış mangallarla ısınırdık. Benim ufak bir tencerem vardı. Dışarıdan tarhana, bulgur geldiğinde o tencerede pişirirdim. Bir gazoz şişem vardı. Onunla da yağ getirtirdim. O yağı evvela tencerede yakar, dumanı çıkınca tarhanayı koyar, su ile karıştırır ve pişirirdim. Zira o yağ yanmadan yenmezdi. Afyon yağı imiş. Zeytinyağı yok derlerdi. Bu ameliye koğuş içinde olduğundan 70-80 kişinin yemeği hep böyle pişerdi. İlk defa o koğuşa beni koydular. ilk günü, hele ilk saatler boğuluyorum sandım. Buna helaların da kokusu karışınca dayanılmaz oluyordu. "Bu gece muhakkak ölürüm" demiştim. Bu pis havayı koklaya koklaya iki-üç gün içinde alıştım ve bir daha böyle koku ve bunaltı duymadım.

Koğuşun bir tane penceresi vardı. Onu da açtırmazlardı. Zaten bu hapishane Ortaçağdan kalma bir zindandı. Bazen dışarıdan teberrük yufka ve kuru yiyecekler de gelirdi. Diğer mahkûmlar Afyon'lu olduklarından her zaman yiyecek ve temiz çamaşırları gelirdi. Lâkin bizim kardeşler uzak yerlerden geldiklerinden ayda bir ziyaretçileri ya olur, ya olmazdı. Onlar da hep fakir köylülerdi. Getirdikleri şeyler nohut, fasülye, bulgur, tarhana gibi kuru yiyeceklerdi.

 "Tahiri Ağabey'in başına gelenler"

Bir hâdiseyi de anlatayım: Bir kış günü sabahı 7.30'da bizi mahkemeye götürmek için kapı önüne çıkardılar. Tahiri Ağabeyin başı, yüzü sarılı idi. O sırada Hz. Üstadı da çıkardılar. Üstad, Tahiri Ağabeyle kelepçelenmek istedi. Tahiri Ağabeyi çağırdılar. Tahiri Ağabey Üstadın yanına gelince Üstad ona birşey söyledi. O da başını yüzünü açtı. Hepimiz ona bakıyorduk. Bir de ne görelim: Tahiri Ağabeyin yüzüne felç gelmiş, ağız ve gözler bir tarafa kaymış. Gözlerinin içi kıp kırmızı kan. Korkunç bir hal almıştı. Ona Üstad "Geçmiş olsun" dedi ve eliyle Tahiri Ağabeyin yüzünü okşadı, "Geçecek" dedi. Tahiri Ağabey yine yüzünü sardı ve mahkemeye öyle gittik.

Bir ara fırsatını bularak kendisi ile aynı koğuşta yatan Mustafa Osman'a Tahiri Ağabeyin bu hale nasıl geldiğini sordum.

Şöyle anlattı: "Tahiri Ağabey kendisine verilen yeşil sebze vesaireyi yemiyor. Kendi mıntıkasından gelen teberrük kuru şeyleri yiyor ve her zaman da oruçludur. Vücudunda kan dolaşımı olmuyor. Bu hadise bu gece oldu" dedi. Lakin15 gün sonra biz, mahkemeye giderken yine merakla Tahiri Ağabeyin halini hatırını sordum, bana yüzünü açtı; baktım ki tamamen iyi olmuş. Gözleri ve ağzı yerine gelerek normal bir hale gelmişti. Bu arada şunu da zikretmek lâzım ki, en ziyade yoğurt gibi taze şeyler Çalışkanlara getirilirdi. Çalışkanlar kalabalıktı. Osman, Mehmed, Hasan, Ceylan, Halil Çalışkanlar... Bu kardeşlerin yoğurt ve ayranını çok içmiştik. Ruhları şâd olsun.

 "Ben Nurcu değilim"

Ben hapishaneye Eylül ayında girdim. Benden evvelki bir dönemde hapisten 15-20 kişi tahliye edilmişti. Benim bulunduğum zaman 30-35 kadar Nur talebesi olduğunu tahmin ediyorum. Ben hapiste iken bazı Nur talebeleri yine tahliye edildi. Bu arada yeni gelenler oldu. Mesela Ahmed Nazif, Selahattin Çelebi, Hüseyin Tabancalı geldiler.

Bu arada şunu da söylemeliyim: Benim yanıma Ahmed Feyzi Efendi'yi verdiler. Bu sırada Fevzi Halıcı, Mustafa Ramazan ve isimlerini hatırlayamadığım 5-6 genç üniversiteliler de geldiler. Bunlar az kaldılar.

 Bu sırada aramıza öyle fikirler yaydılarki, kim "Ben Nurcu değilim" diye savcılığa bir dilekçe verse tahliyesi mümkündü. Bu üniversiteli kardeşlerin de o sene imtihanlarına az bir zaman kalmıştı. İmtihana giremezlerse tahsilleri yanacaktı. Bunlar böyle bir dilekçe yazarak tahliye oldular.

"Ben Nurcu değilim" diye dilekçe yazanları serbest bırakmalarının asıl sebebi, üstad tarafından onların kandırıldığını etrafa yaymaktı. Bunu yayıyorlardı ki, herkes böyle yapsın. .(C: 2 s: 195-199)

"Sizler buraya niçin geldiniz? Biliyor musunuz?"

İhsan Çalışkan anlatıyor; "Bir gün Üstad ve Nur talebeleri Afyon hapishanesinden mahkemeye getiriliyorlar. Oturum başlamadan önce Mahkeme salonunda Üstad Nur talebelerine şöyle diyor:

"Sizler buraya niçin geldiniz? Biliyor musunuz?"

"Kimseden bir ses çıkmıyor.

"Üstad devam ediyor: 'Ruz-u Mahşerde imanla küfrün dâvâsının canlı şahitlerisiniz.'

 "Sizleri tahliye ediyorum"

"Üstad ve Nur talebelerinin Afyon hapsine girmelerinden 6,5 ay sonra bir mahkemede oturumdan önce, Üstad eliyle bazı Nur talebelerinden 6-7 kişiye işaret ederek 'Seni seni dışarı çıkaracağım; siz içeride sıkıldınız' diyor. Mahkeme sonunda içlerinde babam, amcam Hasan Çalışkan, Burhan Çakın'ın da bulunduğu altı yedi kişi tahliye edildiler.(C: 2, s:419)

Afyon mahkemesi de beraet kararı veriyor

 Selahaddin Çelebi anlatıyor; "1948 senesinde bu defa Üstad ve Nur Talebelerini Afyon Hapishanesine koymuşlardı. Cezaevi müdürü ve kâtibi oranın gestapo şefi idi. Bizi yeni tevkif etmişlerdi. Üstad'la görüşmek istedik. Cezaevi müdürlüğüne müracaat ettik. Savcılıktan müsaade alın dediler. Bu defa kâtibi, 'Ben savcı mavcı tanımam. Burası benden sorulur' diye cahilâne ve mağrurâne konuştu. Bizi görüştürmediler. Ancak uzakta üst koğuşun penceresinden Üstadımız göründü. İki eliyle şefkatle, tebessümle bizi selâmladı. Eliyle hemen gitmemizi, durmamamızı işaret etti.

"Afyon Hapishanesinde yine baba-oğul beraberdik. Orada yeni ve nurani simalarla karşılaştık. Bunlardan, Ceylanlar, Sungurlar ve Ziverler unutulmaz kahramanlardı. Bunlar Anadolumuzun yetiştirdiği örnek gençlerdi.

"Afyon hapsi de uzun aylardan sonra yine tahliye ve beraetle neticelendi. Mahkemenin sonunda Üstad talebelerine hitaben: 'İçinizde Ankara'ya gidecek olan varsa, Diyanet Riyasetine uğrasın. Orada Risale-i Nur'a sahip çıksınlar' dedi.(C: 2 s: 117)

Kasap Tahir

Bayram Yüksel anlatıyor; "Kasap Tahir Afyonlu bir eşkıya idi. İri yarı, cesur, gözünü budaktan sakınmayan belâlı bir kimse idi. Afyon'u haraca kesmiş, herkes onun korkusundan tir tir titriyordu. Hanımına sataşan birisinin kafasını kopardığı için kendisine 'Kasap Tahir' diyorlardı. Çeşitli suçlardan tevkif edilmiş ve idama mahkûm olmuştu. Kararı temyiz ettiği için Temyiz Mahkemesi'nin kararını bekliyordu. Elinde, ayağında ve boynunda demir prangalar vardı. Bahçeye teneffüse de bunlarla çıkardı. Dördüncü koğuşun hâkimi o idi.

"Birgün Üstadımızı ziyaret etmiş, Üstadımız kendisine 'Sen namaza başla, ben sana dua edeceğim. Sen inşaallah kurtulacaksın' demiş, bunun üzerine Kasap Tahir, hemen namaza başlamıştı.

"O vahşi insan, Nurların dersiyle kısa zamanda ıslâh oldu. Ağırbaşlı ve kimseyi üzmez bir hale geldi. Hattâ Tahirî Ağabey ve Refet Ağabeye hizmet ederdi. Onlarla beraber yemek yerdi, onların yemeğini yapardı. Namaz kılanları koğuşun en iyi yerinde yatırırdı. Nur Talebelerine çok hürmetkâr davranıyordu. Herkes ondaki bu değişikliğe hayret ediyor, en yakın arkadaşları, 'Bu adam nasıl bu hale geldi?' diye hayretlerini izhar ediyorlardı.

"Nihayet Temyiz Mahkemesi'nden cevap geldi. Kasap Tahir idamdan kurtulmuştu. Temyiz, Afyon Ağır Ceza Mahkemesi'nin idam kararını bozmuş, 30 yıl hapse çevirmişti. Sonra da 1950'de umumî af çıkınca, Kasap Tahir tahliye edildi. Buna çok sevinen Kasap Tahir, 'Benim kurtuluşum Hoca Efendinin kerametidir' diyordu.

"Çobanlarlı Ahmet ve Kıldereli Ahmet isimli iki mahkûm daha vardı. Bu Ahmet Bey, Üstadımızın odununu, kömürünü, suyunu getirirdi. Birgün Üstadımıza bir çift çorap, bir de bükme getirir. Mustafa Osman Ağabey de kalbinden tefekkür eder, 'Böyle bir şahsın hediyesini alacak mı?' derken Üstad Hazretleri, 'Bismillâhirrahmânirrahîm' der, lokmayı ağzına kor. Onu gören Ahmet Ağa, 'Ha, görüyorsun, sizin hediyenizi Üstad almaz, benimkini aldı, canım fedâ olsun' der. Bu zatın Üstada büyük hizmetleri oldu.

"Bunlar da Kasap Tahir gibi adamlardı. Üstada çok hürmet ederler ve ona çok yardımları ve hizmetleri dokunurdu. Üstadın yanına kimsenin sokulamadığı zamanlarda bu zatlar kimseden perva etmeden Üstada hizmet ettiler. Hususan Ahmet hiç idarecilerden falan korkmazdı.

"Çeşitli suçlardan hapishaneye giren birçok mahkûm, Üstadın ve Risale-i Nur'un dersleriyle ıslah olup çıkıyorlardı. Yalnız Üstadı bir görsün, Üstad bir selâm versin, derhal ıslâh-ı hal ederlerdi, namaza başlarlardı."(C:3, s:34-35)

-devam edecek-

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DÄ°ÄžER YAZILAR

Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et!

Nahl, 125

GÃœNÃœN HADÄ°SÄ°

Ey Allah'ın Resulü," dedim, "şayet Kadir gecesine tevafuk edersem nasıl dua edeyim?" Şu duayı okumamı söyledi: "Allahümme inneke afuvvun, tuhibbu'l-afve fa'fu anni. (Allahım! Sen affedicisin, affı seversin, beni affet.)

Tirmizi, Da'avat 89,

TARÄ°HTE BU HAFTA

*Şair Muhammed İkbal'in vefatı(21 Nisan 1938) *TBMM'nin açılışı ve çocuk bayramı(23 Nisan 1920) *Osmanlı-Rus Harbi(24 Nisan 1877) *Hudeybiye Gazvesi(26 Nisan 628) *II.Abdülhamid'in tahttan indirilmesi(27 Nisan 1909)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SÄ°TE HARÄ°TASI