Cevaplar.Org

RİSALE-İ NUR DERS NOTLARIM-110

Ders: İkinci Şua, Birinci Makamın Birinci Meyvesi İzah: Prof. Dr. Alaaddin Başar Not: Bu meseleyle alakalı Alaaddin Beyin “Birlikte Kemal” adlı bir yazısı var. Onun da okunması bu dersi daha iyi anlamaya vesile olur diye düşünüyorum.(bak: Prof. Dr. Alaaddin Başar, Risale-i Nur’dan Kelimeler, Cümleler-1, s: 55-57-Zafer Yayınları, İst.2007)


Salih Okur

nedevideobendi@gmail.com

2016-03-31 12:55:48

Ders: İkinci Şua, Birinci Makamın Birinci Meyvesi

İzah: Prof. Dr. Alaaddin Başar

Not: Bu meseleyle alakalı Alaaddin Beyin "Birlikte Kemal" adlı bir yazısı var. Onun da okunması bu dersi daha iyi anlamaya vesile olur diye düşünüyorum.(bak: Prof. Dr. Alaaddin Başar, Risale-i Nur'dan Kelimeler, Cümleler-1, s: 55-57-Zafer Yayınları, İst.2007)

*"Altı ism-i a'zamın altı nüktelerinin"(Şualar s: 6) Altı ism-i azam malum; Ferd, Hayy, Kayyum, Hakem, Adl, Kuddus. Üstad 30. Lem'ada bunları ders verirken, "bir ism-i azam ve ism-i azamın altı nüktesinden bir nüktesi" diyor. Yani bunların her birisi bir ism-i azam da olabilir. Hz. Ali(r.a) efendimize göre altısı birden ism-i azam. Altısı birden ism-i azam olunca da o lem'adaki her bir ders ism-i azamın altı nurundan bir nuru oluyor.

*Üstad malum 11. Söz'de Şems suresinden ilk yedi ayet-i serlevha olarak koymuş. O ayet-i kerimelerin meali; "Yemin olsun güneşe ve aydınlığına ve onu takip eden aya ve onu gösteren güne; ve onu örten geceye; ve gökyüzüne ve onu bina edene; ve yeryüzüne ve onu yayıp döşeyene; ve insana ve onu intizamla yaratana."(Şems: 91/1-7)

Üstadın almadığı devam ayetlerde Cenab-ı Hak nefsin tarifini yapıyor ve buyuruyor ki; "Ve bir nefse ve onu düzenliyene. Sonra da ona bozukluğunu ve korunmasını ilham eyleyene ki, Gerçek felâh bulmuştur onu temizlikle parlatan. Ve ziyan etmiştir onu kirletip gömen"(Şems: 91/7-11)

Peki, neden direk nefsin bu durumuna giriş yapılmamış da, diğer mahlûkata yemin edilmiş. Cenab-ı Hak onlara yemin etmekle, onları tefekkür etmemizi emr etmiş oluyor.

Not: Genel olarak tefsirlere baktığımızda, bu yeminler için Alaaddin beyin ifade ettiği manayı kaydediyorlar. Mesela merhum Vehbe Zuhayli'nin Tefsir-ul Munir'inde ilgili ayetlerin tefsirinde şöyle denmiştir; "Allah azze ve celle, O'na delâlet eden büyük sanatından dolayı yarattı­ğı varlıklara yemin ederek kullarını bunlar üzerinde düşünmeye çağırmış­tır. Zira Allah'ın yemin ettiği şeyin kalpte tesiri olur. Düşünmeye teşviki daha güçlü olur."(Salih Okur)

*"Şecere-i kâinatın en geniş dairesi ve en müntehası ve nihayatı ve teferruatı dahi Zât-ı Vâhid-i Ehad'in kudretiyle ve iradesiyledir."(Şualar s: 6) Mesela bize göre kuşlar uçuyor. Ayet-i kerimede ise kuşların uçarken Cenab-ı Hakkın kudretinin onlarla beraber olduğunu ifade ediyor.

Not: Alaaddin beyin işaret ettiği ayet-i kerime Nahl Suresinin 79. Ayet-i kerimesidir;

أَلَمْ يَرَوْاْ إِلَى الطَّيْرِ مُسَخَّرَاتٍ فِي جَوِّ السَّمَاء مَا يُمْسِكُهُنَّ إِلاَّ اللّهُ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِّقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ

"Göğün boşluğunda emre boyun eğdirilmiş olarak uçuşan kuşları görmediler mi? Onları orada Allah'tan başkası tutamaz. Kuşkusuz bunda inanan bir toplum için ibretler vardır."

Hiçbir şe'n, hiçbir hadise Cenab-ı Hakkın iradesi dışında değil. Kimyacı arkadaşlarımız söylediler de, bir insan kolunu kaldırıp indirirken yüzlerce kimyevi reaksiyon oluyormuş, farkında değiliz. Bunlar bizim işimiz değil yani.

Üstad, Cenab-ı Hakkın niçin görülemeyeceğine cevap olarak şiddet-i zuhurundan diyor. (bkz; Muhakemat, Üçüncü Makale, Birinci Maksat) Zatı böyle olduğu gibi icraatı da böyle. Şiddet-i zuhurundan hadisatı düşünemiyoruz bile. Mesela hava alma nimetine niçin şükür aklımıza gelmiyor? Şiddet-i zuhurundan. Havasız bir anımız yok ki. Yemek yedikten sonra niye dua ediyoruz, şükrediyoruz, günde iki-üç defa yediğimizden. Ama hava nimeti her anımızı kuşattığından gözümüzden gizleniyor, ona şükredemiyoruz.

Not: Alaaddin Bey, Prof. Dr. Şadi Eren beyle birlikte hazırladığı Kavramlar Lügati adlı eserinde bu konuda şunları dile getirmiştir; "Bazı şeyler o derece açık ve göz önündedir ki, bu açıklık onların görülmemesine, fark edilmemesine sebep olur. Her yemekten sonra Allah'a şükrederiz, ama her an aldığımız nefesler için şükür aklımıza gelmez. Çünkü bu nimet devamlıdır ve bu devamlılık onun saklanmasına, unutulmasına sebep olmuştur.

Güneşi hayalen büyütelim ve bütün gökyüzünü kaplasın. Artık semada ondan başka bir şey görünmez olur. Böyle bir ortamda dünyaya gelen bir insan için güneş şiddet-i zuhurundan saklanır, görünmez bilinmez olur; varlığı unutulur.

Allah'ın varlığı her şeyde görülür, çünkü her şeyi O yapmış, O yaratmıştır. Ne sema âleminde, ne yeryüzünde O'ndan başkasının yarattığı bir varlık yoktur, düşünülemez. Buna göre Allah'ın varlığı her şeyden daha açık olmasına rağmen bu şiddet-i zuhur O'nun gizlenmesine, görülmemesine sebep olmuştur."(s: 238, Zafer Yayınları, İst. 2006) Görebildiğim kadarıyla onlar da bu izahı merhum Mehmed Kırkıncı Hocaefendi'nin "Şiddet-i Zuhur" adlı yazısından almışlar. Bkz; Mehmed Kırkıncı, Hikmet Pırıltıları, s.213- Cihan Yayınları-İst. 1983) 

Mesela ses, kulak zarına kadar geliyor, ondan öteye geçmiyor. Buradaki ses beynimizdeki işitme merkezinde titreşime dönüşüyor, orada yine bir manaya dönüşüyor. Ne büyük hadise bunlar.

Ben vücudumdaki, içimdeki hadiselere karışabiliyor muyum, yok. Ben karışamadığım gibi ağaç da, koyun da, deniz de kendi içlerindeki hadiselere karışamıyor. Ama hepsinin içlerinde de olağanüstü hadiseler cereyan ediyor. Onun için Üstad "hiçbir şey, hiçbir şe'n, hiçbir hal, hiçbir keyfiyet -cüz'î olsun küllî olsun- o muhit iktidarın, o şamil ihtiyarın daire-i tasarrufunun haricinde olamaz" diyor. (Şualar, s. 6)

*"Tevhid ve vahdette cemal-i İlahî ve kemal-i Rabbanî tezahür eder."(Şualar s: 7) Tevhid birlik, vahdet birleştirmek. Yani birlikte düşünmek. Buradaki tevhid tek tek değil de birlikte düşünmek manasında kullanılmış. Bir tek çiçeği düşünmek var, bir de bir çiçek bahçesini düşünmek var. Bir çiçek de güzel midir, güzeldir. Ya bir çiçek bahçesi? O daha güzeldir. Orada cemal-i ilahi daha güzel görünür. Bir araya getirip baktık mı, güzellik daha belirgin ortaya çıkar.

Çiçeği kaldır, gözü koy. Bir göz Allah'ın büyük bir rahmeti, büyük bir eseri midir? Evet. Bir de bütün gözleri sıraya dizelim. Oradan bütün koyun gözlerini, bütün deve gözlerini, bütün pire gözlerini ilaahir hesaba katalım. Denildiğine göre bir milyar altı yüz bin tür hayvan varmış. Hepsini birden düşünelim, Hz. Âdem babamızdan bu zamana kadar ve kıyamete kadar gelecek bütün gözlerini bir yere koyalım. Allah Allah, muazzam bir gözler âlemi.

Hz. Âdem babamızın gözünü yapan kim ise, küçük bir balığın gözünü yapan da o. Çünkü göz yapabilmek Allah'a mahsus. Gözü yapmak ve onunla eşya arasındaki münasebeti kurmak Allah'a mahsus. Basir ismini tecellisi. Cenab-ı Hak görücü, her şeyi görür, bize de görme şerefinden ufak bir şey lütfetmiş. Ama bizim görmemiz mahlûk, orayı karıştırmamak gerekiyor. Yani ruh mahlûk olduğu gibi ruhun bir sıfatı olan görme de mahlûk. Bedenin mahlûk olduğu gibi organların da mahlûk olması misali. Cenab-ı Hak hâşâ ruha benzemediği gibi sıfatları da ruhun sıfatlarına benzemez. Allah'ın görmesi bizim tahayyül edemeyeceğimiz bir görmedir. Yani vücudu vacip olan bir zatın görmesi başkadır, vücudu mümkün olan bir mahlûkun görmesi başkadır.

Ama bu görmemiz olmasa Allah'ın görmesini bilemezdik biz. Onun için, göz bize büyük bir nimet.

Fakat bunu tek bir kişinin görmesi olarak düşünmek değil de, bütün gözler âlemini birden düşünmek, bütün kulakları birden düşünmek, bütün hareketleri birden düşünmek. Mesela ben yürüyorum, tamam. Rüzgâr da yürüyor, o da tamam. Bulutlar da yürüyor, o da tamam. Dünya da dönüyor, o da tamam. Güneş sistemi topyekûn olarak hareket halinde. Atomların hareketlerinden bu koca koca sistemlerin hareketlerine kadar birden baktık mı, "Kim beni yürüten?" Bütün bu hareketleri yaptıran kim ise, beni de yürüten o. Böyle topyekûn baktık mı cemal ve kemal ilahi daha güzel ve şâşâlı olarak görünür.

*"Eğer vahdet olmazsa, o hazine-i ezeliye gizli kalır."(Şualar, s.7) Buradaki vahdet de şu demek; mesela bir parmağı tek düşünmek var, bir de bir araya gelmiş, el olmuşlar. Beş parmak kesrettir, vahdeti sağlayıp bir araya gelince el olmuş. İnsanda yüz trilyon kadar hücre var, bunlar kesret, ama bir araya gelmiş bir adam olmuşlar. Ona tümden baktın mı bir hücreyi yapan kim ise, bütün hücreleri yapan odur. Birbirinden ayıramazsınız.

Not: Bu meselede merhum Kırkıncı Hocamızın şu izahını vermeden yapamadım; "İnsanın eli beş parmaktan müteşekkildir. Parmaklar beş tane olmakla beraber elde ittihad etmişlerdir. Bu bir olan elin sahibi kim ise, parmakların sahibi de odur. Aynı şekilde kaş, göz, ağız, burun, kulak da yüzde bir araya gelmişlerdir. Yüzü kim yaratmışsa, yüzün içindeki gözü de o yaratmıştır.

Ve nihayet el, yüz, ayak, mide, kalb ve sair cihâzat insan bedeninde ittihad etmişlerdir. Bu bedene mâlik kim ise, bir tek âzaya da o mâlik olabilir. Bedenin âzaları arasındaki bu vahdet sırrı, ruhla duygular arasında da mevcuttur. İnsan ruhu kimin mahlûku ise akıl, hafıza, hayâl, görme, işitme gibi duygular da onun mahlûkudur. Maddi cihâzatın bedende, mânevî cihazâtın ise ruhta vahdete ermeleri gibi, ruhla beden de insanda ittihad etmişlerdir. İnsan kimin masnûu ise beden ve ruh da onun mahlûkudur. Bunları birbirinden ayrı düşünmek kabil değildir.

İşte bu bir olan insan, hayatının idâmesi için, sırtını bir olan kâinata vermektedir. İnsanda göz, kulak, mide, akıl, hayâl, hafıza ayırımı yaparak bu eserleri ayrı sânilere isnat etmek mümkün olmadığı gibi kâinatı da ay, güneş, samanyolu, cazibe kanunu, dafia kanunu şeklinde ayırmak mümkün değildir.

Bu kâinatın varlığı ve bu varlığın idâmesi ise ilimle, kudretle, hikmetle, rahmetle ilh... olmaktadır. Demek ki, kâinat da sırtını esmâ-i İlâhî'ye ve sıfat-ı mukaddeseye vermiştir.

Ayrı zatlara isnadı muhal olan bu isim ve sıfatlar ise Vahid-i Ehad olan Zat-ı Zülcelâl'e aittir.(Mehmed Kırkıncı, Hikmet Pırıltıları, s: 23-Cihan Yayınları, İst. 1983)

Cüzleri küll'denden ayırmak mümkün olmadığı gibi cüz'ileri de külli'den ayırmak mümkün değildir. Bir çiçek cüz'idir, bütün çiçekler küllidir. Bir parmak cüzdür, bir beden küldür. Cüz'ü yapan kim ise küllü yapan da odur, cüz'iyi yapan kim ise Külliyi yapan da odur. Ferd cüz'i nev küllidir. Ferdi yapan kim ise nev'i yapan da odur. 

Not: Cüz-Küll, Cüz'i Külli meselesinde geniş izahat için: Prof. Dr. Alaaddin Başar'ın Risale-i Nur'dan Kelimeler, Cümleler-2, s: 385-389-Zafer Yayınları, İst.2007) ye bakınız. Burada merhum Mehmed Kırkıncı Hocaefendi'nin Hikmet Pırıltıları'ndaki izahını verelim; "Cüz'i; ayak, baş ve el ise; küll vücuddur. Veya cüz', pencere, kapı ve duvar ise, küll evdir. Küllînin ise hariçte vü­cudu yoktur. İnsan denilince, bütün insanlar bu kelimenin şümûlüne girer. Her bir insan ise cüz'dür. Diğer taraftan, cüz'e küllün adı verilemediği halde, cüz'iye küllînin adı verilebilmektedir. Şöyle ki: Yukarıda verdiğimiz misâllerde ayağa veya ele insan denilemediği gibi, kapıya veya pencereye de ev denilememektedir. Aynı şekilde, zihayat denildiğinde bütün hayat sahipleri buna dâhil ol­duğu gibi tek karıncaya zihayat denilebilmektedir."(Mehmed Kırkıncı, Hikmet Pırıltıları, s: 89-90, Cihan Yayınları, İst. 1983)

… Beş parmak bir araya gelmiş, bir el olmuş. On iki gezegen bir araya gelmiş, güneş sistemi olmuş. Şu kadar yıldız bir araya gelmiş, sema olmuş. Vahdet bunlar. Tümü bir araya gelmiş, kâinat olmuş. İşte bunların tümüne birden bakmak vahdet oluyor. Üstad böyle bütüne bakmakla Cenab-ı Hakkın cemal ve kemalinin daha güzel bir şekilde görülebileceğini ifade ediyor.

*"Eğer vahdet olmazsa, o hazine-i ezeliye gizli kalır."(Şualar, s: 7) tümüne birden bakmazsak belki o tek varlıktaki rahmeti, hikmeti, sanatı göremeyebiliriz.

*Üstad muhtelif yerlerde kâinatı ağaca benzeterek kâinat bir şeceredir, nebatat yapraklarıdır, hayvanat çiçekleri, insanlar meyveleridir diyor.

Not: Alaaddin beyin kastettiği yer Mesnevi-yi Nuriye'dedir; "Kâinat bir şeceredir. Anasır onun dallarıdır. Nebatat yapraklarıdır. Hayvanat onun çiçekleridir. İnsanlar onun semereleridir."(Mesnevi-i Nuriye, s: 201)

Üstadın bu konudaki diğer ifadeleri; "Şu şecere-i hilkatin de bir şıkkı olan âlem-i süflinin; anasır dalları, nebatat ve eşcar yaprakları, hayvanat çiçekleri, insan meyveleri hükmünde görünür." (Sözler, s: 579)

Vahdetle bunun ne alakası var? Kâinatı bir fabrika olarak düşünelim. Bir fabrikayı oluşturan vidasından alet edevatına, çarklarına kadar her şey bir kesret. Ama bir araya gelmişler bir fabrikayı oluşturmuşlar. O da mesela mahsul olarak kumaş üretiyor. Kumaşta o kesret vahdete eriyor. Bu kâinat ta bir fabrika gibi işliyor, her şeyden bir şey yapıyor; kavak fabrikası, karınca fabrikası, insan fabrikası ve hakeza. Hammadde aynı; Hava, su, toprak ışık.. Mamul maddelere bak, 1,5 milyar tür hayvan, ondan daha fazla tür bitkiler, şu kadar nevi madenler vs. 

*Esma-i Hüsna içerisinde en fazla isimler insanda tecelli ediyor, sonra hayvanlarda, sonra bitkilerde, sonra cemadatta(cansızlarda.)..Hatta üstad bir yerde "en fazla insanın kalbinde tecelli ediyor" diyor.

Not: Alaaddin beyin işaret ettiği yer şudur; "meselâ "kalb-i beşer"de şu âlem-i kebirin safahatında tecelli ve ihata eden bütün esmanın âsârını göstermek" (Nur Çeşmesi, s: 117)

Ben bunu önceleri anlamazdım. Mesela Cenab-ı Hak kudret sıfatıyla bütün kâinatı evirip çeviriyor. Bu ruhta nasıl oluyor. Sonra anladım ki, nasıl kâinatı evirip çeviren bir kudret sıfatı var. Ruhta da kuvvet var, kudret sıfatı var. Oradan anladım ki kâinat da tecelli eden bütün esma ruhta da tecelli ediyor.

Onun için Cenab-ı Hakkın en büyük sanat eseri insandır. Bir zat düşünün, bir eser yapmış. O eser, o sanatkar zatının bir sanatını gösteriyor. Başka bir eser yapmış, o da başka bir sanatını gösteriyor. Bir eser de yapmış ki o iki sanatı da kendisinde gösteriyor. Elbette bu eser diğer ikisinden üstündür. Buna bir misal verilmişti. Bir zat hattat, aynı zamanda mimar diyelim. Bir eser yapıyor, oradan mimar ismi görünüyor. Bir de bir yazı yazıyor, oradan da hattat ismi görülüyor. Bir de hat şeklinde büyük bir bina yapıyor. Yukarıdan baktın mı besmele okunuyor. Orada ne oldu? İki sanat birleşti. İki isim birleşince bu eser diğer ikisinden daha kıymetli oldu. Bu misal gibi, insan neden bütün mahlûkattan üstün? Üzerinden bütün esma tecelli ettiğinden, bir-i ki, üç- beş değil.. Ahsen-i takvim de bu demek işte..Yani insan istidadının mükemmelliği ve bütün esmanın insanda tecelli etmesi ahsen-i takvimi ortaya çıkarıyor.

*"Meselâ; iktidarsız ve ihtiyarsız bir yavrunun imdadına umulmadık bir yerden, yani kan ve fışkı ortasından beyaz, safi, temiz bir süt göndermek olan cüz'î fiil ise; tevhid nazarıyla bakıldığı vakit, birden bütün yavruların pek çok hârikulâde ve pek çok şefkatkârane olan küllî ve umumî iaşeleri ve vâlidelerini onlara müsahhar etmeleriyle rahmet-i Rahman'ın cemal-i lâyezalîsi kemal-i şaşaa ile görünür. (Şualar s: 7)

Bütün süt emziren anneleri dizin, kucaklarında yavrular..Onlarla beraber yavrularını emziren bütün hayvanları bir arada düşünün. O zaman o rızıklandırma sebeblere verilemez. Anne patates yiyor, süt oluyor. Domates yiyor, süt oluyor. Süt içiyor yine süt oluyor. Ne yerse yesin süt oluyor. Her şeyden bir şey yapıyor Cenab-ı Hak.

*Bütün hayvanatı topla, beş yaşındaki bir çocuk kadar tefekkür edemezler. İnsan ne kadar büyük bir varlık. İnsan olduğumuza ne kadar şükretsek az.

*Bir koyun ve yanında bir adam düşünelim. Biri otluyor, diğeri de yemeğini yiyor olsun. O koyun yediği otun midesine gittiğinden ve de mideden habersiz. Nefes alıyor ama havayı bilmiyor. Ciğeri bilmiyor. Ne kadar sade bir hayat. Akşam oluyor ama dünyanın döndüğünü bilmiyor. İnsan neden bütün bunları biliyor? Külli tefekkür etsin, külli şükretsin diye. Biz de bilmesek yine işlerimiz olurdu. Biz bunları biliyoruz da hazmımız koyundan daha mı kuvvetli oluyor? İlmimiz vücudumuzdaki hadiselere ne katıyor ki? İlmimiz oraya bir şey katmıyor ama kalb ve aklımıza çok şey katıyor.

 * Üstad 29. Söz'de diyor ki; "bir şey kanun-u tekâmülde dâhil ise, o şeyde alâküllihal neşvünema vardır. Neşvünema ve büyümek varsa, ona alâküllihal bir ömr-ü fıtrî vardır. Ömr-ü fıtrîsi var ise, alaküllihal bir ecel-i fıtrîsi vardır. Gayet geniş bir istikra ve tetebbu ile sabittir ki, öyle şeyler mevtin pençesinden kendini kurtaramaz." (Sözler, s: 529-530) Bu bir kanun. Bir çekirdeği toprağa attınız, büyümeye başladı. Büyümeye başladı mı bir kemale doğru gidecek, sonra da zevale başlayıp nihayette ölecek. Ama bunu tek değil, tüm düşünelim. Bütün çekirdekleri sıraya koyalım, sonra ağaç olduklarını, meyve verdiklerini, sonra zevale yüz tutup öldüklerini hayalen görelim.

Bütün yumurtaları sıraya koyalım, onlardan çıkanlara bakalım. Onların tümünün kemale erip sonra zeval ile öldüklerini düşünelim. Bütün hayvani ve insani nutfeleri ve onlardan hayvan olsun insan olsun neşvünema bulup büyümelerini, kemale ermelerini, sonra ölmelerini düşünelim. Tümüne birden bakalım, bu Allah'ın kanununu tümünde birden seyredelim, okuyalım. Kâinat ta bir ağaç gibi insan meyvesini vermiş, şimdi ahirzamanda zevale yüz tutmuş, o da ölecek. İşte bir tohumdan koskoca kanat ağacına kadar hükümferma olan bu neşvünema ve zeval kanunu tüm olarak bakıldığında kemal-i şâşâ ile görülür.

*Cenab-ı Hakkın şifa vermesi de öyle. İnsanların bu kadar maddi-manevi hastalıkları için bu kadar klinikler, hastaneler var. Doğadaki hayvanlar için nasıl açılabilsin bu kadar hastaneler. Ama onlar da hastalanıyorlar, kemalden zevale doğru gidiyorlar. Ama nasıl hastalanırlar, ilaçları nasıl bulurlar? Hangi otun kendilerine nasıl şifa olacağını nasıl keşfederler? Nasıl şifa bulurlar? Bunları bilemiyoruz. Üstad bir yerde bu hususta kediyi misal veriyor.

Not: Üstadın izahı şöyledir; "Ehl-i dalalet ve ehl-i felsefe, o gayr-ı meşhur hislere; -hata ederek- ahmakçasına "sevk-i tabiî" diyorlar. Hâşâ sevk-i tabiî değil, belki bir nevi ilham-ı fıtrî olarak insan ve hayvanı kader-i İlahî sevk ediyor. Meselâ: Kedi gibi bazı hayvan; gözü kör olduğu vakit, o sevk-i kaderî ile gider, gözüne ilâç olan bir otu bulur, gözüne sürer, iyi olur."(Mektubat s: 348)

*Bütünüyle kâinattaki şifa verme hadisesini nazara aldığımızda ilaçlara tesir-i hakiki vermekten kurtuluyoruz. Ama tümden bakmayıp tek bir hadiseye baktık mı "aspirin aldım, başımın ağrısı geçti" der neticeyi sebeblere verebiliriz. Ama vahdetle baktık mı bu vartaya düşmeyiz.

*Şifayı Allah'ın verdiği o kadar belli ki..Şimdi, doktor hastayı muayene ediyor. İlacı veriyor. Hasta ilacını alıyor, sonrasında doktor da bekliyor, hasta da bekliyor. Neyi bekliyorlar? Şifayı bekliyorlar. Şifa doktorda olsa verir, niye beklesinler? Belli ki bir Şafi var ki O'ndan bekliyorlar.

Not: Ondan dolayıdır ki, bundan 300 sene kadar önce yaşamış bir hekim olan Ambroise Pare "Ben yarayı tanzim ederim, onu Allah iyileştirir" demiştir.(Salih Okur)

Not:2:Merhum Tahir'ül Mevlevi, Şerh-i Mesnevi adlı eserinde diyor ki; "İhvanımızdan bir Doktor Galip Bey vardı, Allah rahmet eylesin. Bir gün kendisini Mevlevihane kapısında, fakir bir ailenin kulübesine çağırmışlar. İhtiyar bir kadın, pide kadar ince bir ot minder üstünde yatıyormuş.

Doktor muayene etmiş. Hastalığın, ilerlemiş tifo olduğunu anlamış. Teselli ilaçları yazarken, doktorun ukalâ kızı;

-Doktor bey, hasta nasıl, kurtulacak mı? diye sormuş.

Doktor;

-Kızım, Allah'ın dediği olur cevabını vermiş.

Kız;

-Canım Allah'ın dediğini bırak da, fen ne diyor, onu söyle deyince, Doktor;

-Hanım bana baksana! Ben bu sene belki 500 tifolu tedavi ettim. 499'u kurtuldu. Yalnız biri öldü ki, o da benim evladımdı. Eğer fennin dediğine kalsaydı çocuğumu daha ziyade itina ile tedavi ettiğim için onun kurtulması lazım gelirdi" diyerek, o ukalâ ve asrî hanımı susturmuş." (Salih Okur)

*Rahmetli oldu, Onkolog Dr. Haluk Nurbaki vardı. Bizim peder de kanserden rahmetli oldu da, onu tedavi için Ankara'ya götürmüştük. O zaman merhum Nurbaki, Onkoloji hastanesi başhekimi idi. Herkes sırada, herkes "ya bir torpil bulsak ta hastamızı bizzat Haluk Nurbaki bey tedavi etse" diyor. Böyle herkesin gözü Haluk beyde. Haluk bey kanserden rahmetlik oldu. Yani sebeplerde bir şey yok. Elbette sebepler dünyasında sebeplere müracaat edeceğiz, ilaç kullanacak, tedavi yollarına müracaat edeceğiz. Ama sebeblerin bir vesile olduğunu unutmayacağız.

 Not: Bu meseleyle alakalı Dr. Sefa Saygılı beyin "Şifa İlaçta mı?" aslı yazısını da önemine binaen iktibas ediyorum; "Bu sorunun cevabını plâsebo'da bulabiliriz. Plâseboyu söz­lükler "hastayı tatmin etmek için verilen te'sirsiz madde" veya "Hastanın faydasına olmaktan ziyâde, onu memnun etmek için uygulanan madde" olarak tarif ederler.

Yeni bulunan bir ilâcın başarılı olup olmadığı denenirken plâsebolardan faydalanılır. Hastaların bir kısmına te'sir ettiği id­dia edilen madde; diğer kısmına ise içinde bir şey olmayan, tadlandırılmış boyalı su veya haplar verilir. İşte bu sahte ilâcın adı plâsebodur. Plâsebo, diğer maddeyle aynı ambalaj ve görü­nüşle sunulur. Ve aradaki tedavi farkı değerlendirilerek, yeni ilâcın te'sirli olup olmadığı ispat edilir.

Baş ağrısı, uykusuzluk, anksiete (yersiz endişe), çeşitli ağrı­lar, korku, sıkıntı, deniz tutması gibi pek çok rahatsızlıkta, plâsebo ile oldukça iyi sonuçlar alındığı dikkati çeker. Plâsebo verilen 10 hastadan 6'sının baş ağrısı geçmişse, analjezis (ağrı dindirici) alan 10 hastadan yine 6-7'sinin düzeldiği hayretle müşahede edilir.

Doktorlar, uykusuzluk şikâyeti ile gelen hastalara, alışkan­lık yaptığından dolayı uyku ilâcı vermek istemezler. Bunun ye­rine verdiğimiz plâsebonun genellikle ilâçlar gibi iyi sonuçlar verdiğini görürüz. Yâni, tıbben uykuyu kolaylaştırıcı hiçbir te'sirli maddeye sahip olmayan haplar, hastayı mışıl mışıl uyutabilmektedir. Tabiî hasta, hapların kendini uyutacağına ikna edilmişse...

Âcil servise bazen şiddetli sıkıntı, baş ağrısı, sancı gibi bir krizle ve "falanca" iğnenin kendisine vurulduğu zaman düzel­diğini söyleyen hastalar gelir. Bunlara, kendilerine iyi gelen iğ­nenin o olduğu söylenerek, "serum fizyolojik" adlı plâsebo enjekte edildiği zaman, hastanın gerçekten düzeldiği dikkati çe­ker. Krizi ilâç değil, hastanın inancı yenmiştir.

Bazı hastalarla karşılaşırız, bir doktorun verdiği ilâçlar yaramazken, bir başka doktorun yazdığı ilâcı "bu beni iyi etti" diye gösterirler. İki ilâcı, karşılaştırdığımızda, sadece piyasa isimlerinin farklı olduğunu ve içlerinde aynı madde­yi taşıdıklarını görürüz.

Plâsebonun te'siri üzerine çeşitli araştırmalar yapılmıştır. Başarıda; tedaviye olan inançla, iyi olma arzusu ve iradesi büyük bir rol oynar.

Plâsebonun te'sir edişinde, doktora güvenmenin veya hasta­ya bakan hemşirenin davranışlarının da rolü büyüktür. Meselâ hekimin öğretim üyesi olması, hastasını bıkmadan dinlemesi ve özenle muayene ederek ona güven vermesi, tedavinin başarısını büyük ölçüde artırır. Hastaya bakan hemşirenin kendisi plâsebonun te'sirine inanmazsa, tedavinin başarı şansı da ol­dukça düşmüş demektir.

Plâsebo haplarının dış görünüşleri de, hasta üzerinde büyük rol oynar. Fazla büyük ve ufacık haplar, orta büyüklükte olanlardan çok daha iyi te'sir etmekte; kırmızı, sarı veya kahverengi olanlar ise, yeşil ve mavi plâsebolara oranla üs­tün tutulmaktadır. Öte yandan acı hapların ve alışılmadık tarifelerin meselâ günde 10 damla yerine 9 damla te'sirleri daha çok olmaktadır.

Ağrı veya ıstırapların plâsebo ile birdenbire kaybolmasının, kuruntudan ibaret olmadığı da gösterilmiştir. Plâsebolar ve daha başka yardımcı araçlar, vücutta ölçülebilen te'sirlere sebep olurlar. Plâseboya inanç, birtakım ağrı hafifletici maddeler (beyindeki endorphinler gibi) üretilmesine sebep olmakta­dır.

Bugün vücuttaki hastalıkların hepsinin % 50-80 oranın­da ruhî sistemimizle alâkalı olduğu kabul edildiğine göre, plâseboların bu geniş ölçüdeki te'sirleri de bize şaşırtmamaktadır. Plâsebonun bu kadar müessir oluşu, bize şifânın ilâçlardan olmadığını ve Allah'tan geldiğini göstermektedir. İlâç sadece vesiledir. Cenâb-ı Hak şifâ murad etti mi, boyalı su bile faydalı olmakta, etmediğinde ise hasta için ne yapıl­sa fayda etmemektedir.

Köylünün biri müzminle şen hastalığı için ünlü bir doktora gitmişti. Doktor, hastasını muayene etti ve reçeteyi yazarak: "Bu ilâcı kaynatıp suyunu günde üç kere içecek­sin, bir şeyin kalmayacak, dedi. Bir süre sonra iyileşen köylü, doktora teşekküre gelerek, "Doktor bey, dedi "Tavsiyelerinize aynen uydum ve verdiğiniz kâğıdı kaynatıp günde üç kere suyunu içtim. Tamamen düzeldim, sağ olun." (Mehmed Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: s:181-183.)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DİĞER YAZILAR

RİSALE-İ NUR DERS NOTLARIM-200

RİSALE-İ NUR DERS NOTLARIM-200

Ders: 3. Söz İzah: Mehmed Kırkıncı Hocaefendi *Allah ya..Allah’tan gelen şey nasıl olur,

RİSALE-İ NUR DERS NOTLARIM-199

RİSALE-İ NUR DERS NOTLARIM-199

Ders: Mesnevi-yi Nuriye, Katre’nin Hatimesi İzah: Prof. Dr. Alaaddin Başar *Üstad, İslam âl

RİSALE-İ NUR DERS NOTLARIM-198

RİSALE-İ NUR DERS NOTLARIM-198

Ders: Asa-yı Musa(s. 106) İzah: Prof. Dr. Şener Dilek İzah Edilen Kısım: Sonra o mütefekkir

RİSALE-İ NUR DERS NOTLARIM-197

RİSALE-İ NUR DERS NOTLARIM-197

Ders: Mesnevi-yi Nuriye, Katre risalesi, s. 69 İzah: Prof. Dr. Şener Dilek İzah edilen kısım:

RİSALE-İ NUR DERS NOTLARIM-196

RİSALE-İ NUR DERS NOTLARIM-196

Ders: 11. Söz İzah: Prof. Dr. Şener Dilek *Sanattaki letafeti, ilimdeki derinliği, tezyinattak

RİSALE-İ NUR DERS NOTLARIM-195

RİSALE-İ NUR DERS NOTLARIM-195

Ders: Hutbe-i Şamiye(s. 19) İzah: Prof. Dr. Şener Dilek İzah edilen kısım: “İstikbal yaln

RİSALE-İ NUR DERS NOTLARIM-194

RİSALE-İ NUR DERS NOTLARIM-194

Ders: 33. Söz, 23. Pencere İzah: Prof. Dr. Şener Dilek Not: Bu ders, İstanbul Yüzevler’de,

RİSALE-İ NUR DERS NOTLARIM-193

RİSALE-İ NUR DERS NOTLARIM-193

Ders: 14. Lem’a, İkinci Makam İzah: Mehmed Kırkıncı Hocaefendi *“Kâinat sîmasında, arz

RİSALE-İ NUR DERS NOTLARIM-192

RİSALE-İ NUR DERS NOTLARIM-192

Ders: 17. Lem’a, 13. Nota İzah: Mehmed Kırkıncı Hocaefendi *Cenab-ı Hak bizi kul olarak yar

RİSALE-İ NUR DERS NOTLARIM-191

RİSALE-İ NUR DERS NOTLARIM-191

Ders: Şualar(13. Şua,) s: 307 İzah: Prof. Dr. Şener Dilek İzah edilen kısım: “Bugün, bü

RİSALE-İ NUR DERS NOTLARIM-190

RİSALE-İ NUR DERS NOTLARIM-190

Ders: 14. Lem'anın İkinci Makamı İzah: Prof. Dr. Alaaddin Başar *“Besmelenin rahmet noktas

Biz onu (Kur'an'ı) mübarek bir gecede indirdik. Kuşkusuz biz uyarıcıyızdır.

Duhân, 3

GÜNÜN HADİSİ

"Haramla beslenmiş vücut cennete giremez."

Taberânî.

TARİHTE BU HAFTA

*Fatih Camii Tekrar İbadete Açıldı(15 Nisan 1772) *Şeyhülislam İbn-i Kemal'in Vefatı(16 Nisan 1534) *Einstein'in Ölümü(18 Nisan 1955) *93 Harbi Başladı(19 Nisan 1877) *Miladi Takvime Göre Efendimiz'in(s.a.v) Doğumu(20 Nisan 571)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI