Cevaplar.Org

LATİF ERDOĞAN BEY İLE RİSALE-İ NUR’UN İNŞA VE İHYA METODU ÜZERİNE-1

O Bediüzzaman'dır Bu köşede, çeşitli vesilelerle dediklerimize ek olarak söyleyecek olursak: Öyledir, çünkü o, helaket ve felaket asrının adamıdır. İnsanları yeni baştan imana davetle görevlidir. İmanın, kendi derununda nasıl bir tuba meyvesini, küfrün kendi içinde nasıl bir cehennem zakkumunu taşıdığını insanlara o anlatacak, o açıklayacaktır. Dahası, imanın bütün rükünlerinde sonsuz inkişafı tekeffül edecek ve bu en zor ve zorlu vazifede muvaffak da olacaktır.


Salih Okur

nedevideobendi@gmail.com

2016-03-15 10:58:08

Takdim Yerine

O Bediüzzaman'dır

Bu köşede, çeşitli vesilelerle dediklerimize ek olarak söyleyecek olursak: Öyledir, çünkü o, helaket ve felaket asrının adamıdır. İnsanları yeni baştan imana davetle görevlidir. İmanın, kendi derununda nasıl bir tuba meyvesini, küfrün kendi içinde nasıl bir cehennem zakkumunu taşıdığını insanlara o anlatacak, o açıklayacaktır. Dahası, imanın bütün rükünlerinde sonsuz inkişafı tekeffül edecek ve bu en zor ve zorlu vazifede muvaffak da olacaktır.

İlzamdan çok iknayı seçecektir. İcbar ve zorlama yollarının geçersizliğini gösterecek, kalbin yanında aklı, vicdanı da konuşturacaktır. Ruhlara kanat çırpıp yükseklere uçmayı öğretirken, insan mahiyetini oluşturan diğer duyguları, başka başka latifeleri de asla ihmal etmeyecek, onların da kendi kemallerine doğru yol alıp gitmelerine, gelişip serpilmelerine zemin hazırlayacaktır.

İnsanın sadece kalp ve nefisten ibaret olmadığını, tam ve mükemmel bir terbiyenin, insanı bütün mahiyetiyle eğitmesi gerektiğini söyleyecek; bu bağlamda da yeni bir eğitim çığırına öncülük edecektir. Okunurken, mahiyet bütünlüğünü korumak kaydıyla terbiye de olma, onda ve eserlerinde yeniden şekillenecektir.

O Bediüzzaman'dır. Çünkü o, ümitlerin dibe vurduğu bir dönemin davetçisidir. Herkesin, en allamelerin dahi sosyalizm, komünizm, kapitalizm, liberalizm, nihilizm, rasyonalizm gibi insan tabiatına ve varlık hikmetine taban tabana zıt akımlar, düşünceler, ideolojiler karşısında sarsıldığı, paniklediği, yese düştüğü bir dönemde, evet o, sadece o, hakkalyakin imandan, harika çapta Rabbine bağlılıktan kaynaklanan bir güven ve itminan ile "Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılabatı içinde en yüksek ve gür seda İslam'ın sedası olacaktır; dünyayı yöneten bütün güçlü çarklar/asiyaba bir gün İslam hesabına işler hale gelecektir" (mealen) diyebilmiş ve onca çileye, işkenceye, yıldırma girişimlerine rağmen asla dediğinden, söylediğinden ve aksiyonunun seyrinden zerrece taviz vermemiştir.

Bediüzzaman, doğru bildiğini, doğru söylemeyi de bilmiştir. Ne korkuya ne de korkusuzluğa yenik düşmüştür. O sürekli dengenin, mizanın, ölçünün, tedbirin ve istikametin adamı olmuştur. Bu meyanda o, tekvini kurallara riayet hikmeti yanında, sebep-sonuç ilişkisinin sadece bir iktirandan ibaret olduğu gerçeğinden hareketle, en olumsuz gibi görünen süreçlerde dahi ilahi iradenin, ilahi meşietin esas olduğunu haykırarak, kudretullaha olan güvenini daim korumuştur. Ve iman onda teslimiyet baharı açmış, teslimiyet onda tevekkül iklimli bir cennet şuuruna dönüşmüştür.

O Bediüzzaman'dır. Çünkü o, cehaletin her türlüsüne karşı en amansız, en olağanüstü mücadeleyi vermiştir. Kalemini "seyfullah" edinmiştir. Hikmet onun elinde en güçlü silah olmuştur. Okumayı öğretmiştir çevresine. Kur'an'ı kâinat gibi, kainatı Kur'an gibi okumayı öğretmiştir. "Şu kâinat mescid-i kebirinde Kur'an kâinatı okuyor" ifadesi ne müthiş tespittir. Hele onun, "Kur'an, şu kitab-ı kebiri kainatın bir tercüme-i ezeliyesi..." diye başlayan ve gittikçe derinleşen, girdaplaşan Kur'an tarifi ne baş döndürücü tariftir.

Bediüzzaman, düşüncesiyle, yaşantısıyla, ihlasıyla, samimiyetiyle, zühdüyle, verası ile, takvası ile, ismeti ile, iffeti ile, azmiyle, kararlığı ile, ferasetiyle, basiretiyle, şefkatiyle, muhabbetiyle, tevazuu ile, mahviyetiyle ve daha sayılamayacak kadar çok nice ahlaki seçkinlikleriyle Kitap ve Sünnetin şekillenmiş yankısı olmuş ve hep öyle de kalmış bir abide şahsiyettir. O, tecdidini, geleneksel mirası hiç örselemeden, geçmiş değerleri asla aşındırmadan, her türlü fantastik eğilimlere ve su-i istimale götürücü düşüncelere kapalı kalarak gerçekleştirmiştir. Bu sağlam duruş, bu rasih hal de onun göz kamaştıran, çok yönlü mükemmel cephelerinden biridir.

O Şems-i Tâbân'ın, o Pir i Mugan'ın, o Sahipkıran'ın, o Bediüzzaman'ın yolunu yol, izini iz edinebilmemiz duasıyla..."

Kıymetli ziyaretçilerimiz! Yukarıdaki veciz ifadelerin sahibi araştırmacı-yazar Latif Erdoğan beyefendi ile Üstad Bediüzzaman'ın İhya ve İnşa hareketi etrafında bir söyleşi gerçekleştirdik. Bir sene kadar önce gerçekleştirdiğimiz söyleşinin ülkemizin o sıradaki seçim atmosferi/atmosferleri içinde neşredilmesini çok uygun görmedim. Vefatının 56. Sene-i devriyesine yetiştirme gayretinde oldum. Mülakatı yazıya geçirip, yazı üslubuna koyduktan sonra Latif beye gönderdim. Kendileri de gerekli düzeltme ve eklemeleri yaptılar. Bugün ilk bölümünü istifadenize sunarken hem Latif beye, hem de kıymetli oğlu Süleyman beye çok teşekkür ediyorum. Saygılarımla. Salih Okur/cevaplar.org 

-Efendim, ilk sorum bir yazarın Üstadla alakalı bir tespiti üzerine.. Üstad için "temel çabasını, "İlm-i Kelam'ın güncellenmesi" olarak tanımlayabileceğimizi" iddia ediyordu. Bu görüşe katılıyor musunuz?

-Bediüzzaman'ın misyonu mehdiyet misyonu olduğu için, genel manada din-i mübin-i İslam'da arıza meydana gelmiş ne varsa, onu tamir etmek o misyonun içindedir. 

Dolayısıyla nasıl ki İslam'ı sadece bir Kelam ilminden ibaret göremez isek, İslam'ı anlama, kavrama, yaşama çok boyutlu bir çalışma gerektiriyorsa, Bediüzzaman bunların hepsinde misyonu olan bir insandır.

Daha önceki kelam ilminde elde edilen bilgiler ateist bir insana, inançsız bir insana hele günümüzdeki bir insana bir şey ifade etmez. Çünkü onlar bilgidir ve eskimiştir. Dolayısıyla da bugünün insanına hitap eden yönü kalmamıştır. Eski kelam ilmiyle bugünün bir ateistine konuşmak komik olur.

Onun için, birinci derecede önemli olan kısmı kelam ilmiyle alakalı olduğundan dolayı öyle bir şey söyleniyor. Ama sadece kelam ilminden ibaret değildir. Çünkü kelam ilminin kendisinde ifade vardır, söz vardır, irşad vardır, tebliğ vardır, ama ayrıca bir kıvama erdirme, bir olgunlaştırma, bir kemale erdirme yoktur.

Daha önceden tasavvuf ilmi yahut tasavvuf pratikleri bu misyonu ifa ediyordu. Tekkelerde, zaviyelerde bu iş görülüyordu. Risale-i Nur aynı zamanda o işlevi de görüyor. Yani kelam ilmini okuyan bir insan ayrıca bir takva, zühd, vera sahibi olmuyor, sadece bir inanç sahibi oluyor. Ama Risale-i Nur okuyan bir insanda ayrıca bir mükemmelleşme söz konusu. İmanda ilmelyakin, aynelyakin, hakkalyakine erme söz konusu. İbadette yakine erme söz konusu. Ayrıca bütün imani esaslarda en mükemmel tarzda yine hakkalyakine erme söz konusu.

Dolayısıyla bu eserler, sıradan bir eski kelam ilmiyle veya sadece bir tasavvuf ilmiyle tek başına mukayese edilemez. Risale-i Nur hepsidir. Bu manaya bakmak lazım.

Bir de, Bediüzzaman hazretlerinin ister kelamla ister tasavvufla topluma vaat edilen her şeye Risale-i Nur'un kefil olduğunu söylemesi var. Nedir o? İman-ı billah, Marifetullah, Muhabbetullah, Zevk-i Ruhani..Tasavvufun bütün esası zaten budur.

Ve Kelam ilminden de maksat, iman-ı billâh noktasında insanlara bilgi ve şuur aşılamaktır. Bütününü birden Risale-i Nur tekeffül ediyor.

Bunun yanında, nefis tezkiyesi meselesinin de Risale-i Nurca halledildiği Üstad tarafından Lahikalar'da açıkça anlatılıyor. Dolayısıyla bunların bütünüyle elde edilecek neticelerin hepsini tekeffül etme gibi bir garantisi var Risale-i Nur'un..Bu da Kur'aniliği ile doğrudan alakalı. Kur'an'dan süzülmüş olmasıyla alakalı. Yani Risale-i Nur'da anlatılan hakikatler, Kuran'da anlatılan hakikatlerle örtüşen yönü itibarıyla önem kazanıyor.

Tasavvufta insanı yetiştirme, insan-ı kâmil haline getirme esastır. Bu esaslar tatbik edilirken de ister cehriler gibi nefis tezkiyesinden başlasın, ister hafiler gibi nefse hiç dokunmasın ama kalb ve ruhun inkişafıyla nefsi baskı altında tutsun, bütün bunlar insan-ı kâmil yetiştirmenin parça parça elde edildiğini gösteriyor bize. Yavaş yavaş, partikül halinde insan mahiyeti ele alınıyor, o ele alınan kısım terbiye ediliyor, sonra bir başkasına geçiliyor, sonra bir başkasına geçiliyor. Ve tabii bu arada kişi vefat ederse o eğitim yarıda kalıyor.

Hâlbuki Risale-i Nur aynen Kuranilik ölçüsü içinde insana baştan bütüncül olarak bakıyor. Yani insanın mahiyetine bütünüyle bakıyor ve bütünüyle cevap veriyor. Bu da başka eserlerde görülmeyen ve sadece Kur'an'da var olan bir hususiyet. Siz kalbi, ruhu, diğer letaifi ve en önemlisi vicdanı kemale erdirirken teker teker ele almanızla, aynı anda hepsini birden ele alıp ona göre onlara bir kemalat kazandırmanız faklı bir nokta. Tabii bu yönüyle de başka eserlere ve başka ekollere Risale-i Nur kıyas edilmez.

Üstad risalelerdeki bazı meselelerin ilham olduğunu, bazısının sünuhat olduğunu, bazısının da Kur'an'dan ilmi bir usulle yapılan istihraçlar olduğunu söylüyor. Bu üç kategoride ister istihraç olsun, yani Kur'an'dan kendi ilmi kariyeriyle çekilip alınsın, ister kalbe doğan sünuhat olsun, isterse saf ve duru ilham olsun, bu üç yolla elde edilen bilgidir.

Ama salt bir bilgi değildir. Sadece bilgi olsa, bilgi eskir. Özellikle günümüzde bilginin eskimesi yoğun şekilde cereyan ediyor. Ve bilgi eserini siz sadece bir defa okursunuz, en fazla iki defa okursunuz. Hâlbuki Risale-i Nur- bazı konuların yüzlerce, binlerce defa okunmasına rağmen-hâlâ okunmak istenmesi ve okunmaya ihtiyaç duyulması bunu gösteriyor.

Çünkü Risale-i Nur okuma fantezi bir okuma değildir, ihtiyaçtan kaynaklanan bir okumadır. Bir yeri yüz defa okuyorsunuz, yüzbirinci defa yine ihtiyaç duyduğunuzdan dolayı okuyorsunuz. Bu, çok önemli bir farklılıktır. Dolayısıyla, işte Risale-i Nur'u okuyan insanlara 'yahu bunlar bu kadar aptal mı? Bir eser yüz defa okunur mu, iki yüz defa okunur mu?' demeye kimsenin hakkı yok. Kur'anilik yönü işte bu. Kur'an da binlerce defa okunuyor, yine okuma ihtiyacı duyuyorsun ve okuyorsun. Bu özellik itibarıyla da hiçbir kelami esere, hiçbir tasavvufi esere Risale-i Nur'u mukayese etmek mümkün değil.

-Bu bağlamda Eski Said dönemi eserlerini değerlendirmelerinizi alabilir miyim?

-Şimdi, üstadın eski eserleri Risale-i Nur değildir. Ama çekirdektir. Ben şahsen eski eserlerini o gün için yazılmış ama bugüne hitap eden eserler olarak görüyorum. Muhakemat da öyledir, Münazarat da öyledir, diğer eserler de öyledir. Bilhassa Hutbe-i Şamiye'nin güncellendiği zaman, her zaman ihtiyaç duyulacak bir eser olduğu, bir hutbe olduğu ortada. 

O açıdan da, Bediüzzaman hazretlerinin kendisi meselenin şuuruna varması kaç yaşında olmuştur bilemiyoruz. Yani bir vazifeli olduğunu, istihdam edildiğini hangi yaşta anlamıştır, bilemiyoruz. Tabii ilk dönemlerde bazı şeyler kapalı olur. Eğer bunu Risale-i Nur'u telifle başlatacak olursak, önceki hayatı da, gayr-i şuuri bir tavziftir. Yani Üstad belki farkında olmadan yine istihdam edilmiştir. İlk eserleri öyle görmek lazım. Çünkü bütünü bir araya getirdiğiniz zaman, konular Risale-i Nur'dan farklı değil. Birisinde özet var, öbüründe açılım var. Mesela bir Mesnevi'yi, bir İşaratü'l İ'caz'ı farklı düşünemeyiz, ama aynı konularda daha sonra Risale-i Nur'da açılımlar olmuş. Demek Üstadın hayatı bir yekpare olarak değerlendirilmeli. Yani Birinci Said'i, İkinci Said'i o bir şeyi anlatmak için söylüyor. Ama bence yek Said vardır, o da bütündür.

Tabii tavzif edilmiştir. Dediğim gibi, ben o konuda musırım, ısrarlıyım; Mehdi-i Âzâmdır. Mehdi-i Âzâmlık yönüyle de vazifesi olan Risale-i Nur hizmetleri devam edecektir.

-Peki, bazı kimselerin buna karşı "Mehdi hâkim olacaktır, Bediüzzaman mahkûmdu" demelerine ne denilebilir?

-Mahkûmiyet- hâkimiyet meselesini zahir manada düşünürseniz, yanılırsınız. Bir mahkemede sanık sandalyesinde hâkime ders veren adam, Meyve Risalesini okuyan adam herhalde mahkûm değildir, hâkimdir.

-Merhum Osman Yüksel Serdengeçti, Üstad için "Mahkûmken bile hükmediyordu" diyor.

-Tabii..tabii..Eserlerini değerlendirmemiz lazım. Hangi meselede Bediüzzaman mahkûm halde kalmıştır, sessiz kalmıştır. Hepsinde hâkim olmuştur. Mesela bir Eskişehir müdafaasını okuduğunuz zaman, orada müdafaa yapmanın şaheserini görüyorsunuz, orada bir nutuk görüyorsunuz. Ha Şam'da hutbe vermiş, ha Eskişehir mahkemesinde hutbe vermiş. Ondan dolayı onun 'mahkûm' şeklinde değerlendirmek yanlıştır.

Hâkimiyetin batıni manası düşünüldüğünde Bediüzzaman her zaman hâkim olmuştur. Öbürküler de karşısında bir talebe gibi onu dinlemiştir.

-Bediüzzaman'ın Barla'da Risale-i Nurları kaleme almaya başladığı 1926 senelerinde İslam dünyasında görülen başka diriliş hareketleri de var. Mesela Hindistan'da Muhammed İlyas Kandehlevi tebliğ hareketine 1926'da başlıyor. Hasan el Benna aynı senelerde İhvan'ın ilk nüvelerini atıyor. Bu hareketlerle Üstadın tarzını karşılaştırabilir misiniz?

-Bakın, batıni âlemin frekanslarının tutması zahir âlemi gibi değildir. Barla'da verilen bir ders, Hasan el Benna'nın veya Mevdudi'nin veya herhangi birinin almacında alınır, onun tarafından yorumlanır. Dolayısıyla orada bunları birbiriyle mukayese etmek gibi basit bir yaklaşıma gerek yok. Hasan el Benna yaşasaydı, Bediüzzaman'ı görseydi yine Bediüzzaman'a talebe olmaktan başka kendilerine bir makam biçmezdi.

Evvela; Bediüzzaman bir dahi-i âzâm.

İkincisi; en zor hizmet edilen yerde onun bulunması. Koskoca bir coğrafyayı ayakta tutan Osmanlı çökmüş. Diğerleri o zaman zaten bir eyalet. Şimdi o çöküşün merkezinde hizmet eden bir insanın psikolojik olarak da diğerlerini etkileme gücü daha fazla olur.

Türkiye o zaman da şimdi de bir merkezdir. Mısır'ın veya Pakistan'ın Türkiye'yi etkileme şansı yoktur ama Türkiye'nin psikolojik olarak diğer İslam ülkelerini etkileme şansı vardır. O manada da Bediüzzaman hazretlerinin yaptığı hizmet, hem kalıcılık yönüyle, hem zor şartlarda yapılması yönüyle, onlardan çok farklıdır.

Şimdi, Bediüzzaman hazretlerinin hareketi fert hareketidir, birey hareketidir. Yani ferdi yetiştirme hareketidir. Kitle hareketine bilinçli olarak girmemiştir. Çünkü kitle hareketi devamlı olarak şu riski taşır: Bugün birken, yarın bine düşebilirsin. Nitekim Türkiye'de öyle kitlesel hareketler oldu, binken bire düştü. Hâlbuki Bediüzzaman 1,2,3 derken bine ulaşma, biri bin yapma yolunda hareket etmiştir ki, kalıcı olan da budur.

Bakın, Rum hükümdarı Herakl'in Ebu Süfyan'a Müslümanlar hakkında sorduğu bir soru vardır; "artıyorlar mı, eksiliyorlar mı?" Ebu Süfyan "artıyorlar" deyince, "işte hak din böyle olur" diyor. Dolayısıyla devamlı artış gösterme, geri adım atmama noktası o işin kitap ve sünnete uygunluğunu, Peygamber yolundan gidildiğinin de ayrı bir işaretidir.

Bediüzzaman kesinlikle devlete talip olmamıştır. Devlete talip olmanı riskleri ortadadır. İhvandan ayrılan noktalardan birisi de odur. Evrensel bir hizmet, âlem şümul bir hizmet devlete talip olamaz. Bunun için de Bediüzzaman medeniyete talip olmuştur. Medeniyetin dört tane ana rüknü vardır; ilim, ahlak, adalet ve din. Bunlar medeniyetin ontolojik temelleridir. Dolayısıyla Bediüzzaman'ın bütün tahşidatı bu dört noktada olmuştur. Ondan dolayı da, hiçbir zaman doğrudan devleti hedefleyen bir çalışma yapmamıştır. Âlemşümul bir hareket böyle olmak zorundadır. Neden? Çünkü siz devlete talip olursanız, devlet kadroları içerisinde hareket edersiniz ve hedefiniz de bellidir. Bu da işi köreltir.

Bakın, mesela kapitalizmi ele alalım. Kapitalizm devlete talip değildir, medeniyete taliptir. Üçyüz senedir de yaşıyor ve hâlâ da kimse etkisinden kurtulamadı. Hâlbuki Komünizm devlete talipti ve yıkıldı.

Yani Bediüzzaman'ın buradaki dehasını iyi anlamak lazım. Kısa vadeli çalışmalarda devlete talip olma belki cazip görülebilir. Ama uzun vadeli, uzun soluklu çalışmalarda bu bir ilk kademe bile değildir. Buradan şu çıkıyor; Şu gün Türkiye'de hizmet eden bir insan en fazla 78 milyon insan talip olabilir. Ama öbür yanda yedi milyar- sekiz milyar insana talip olma söz konusu. 

Bir de burada hareket ile cemaat yapılanmasını iyi anlamak lazım. Bediüzzaman'ın başlattığı, bir harekettir. Hareketlerde ideal ve gaye esastır. İdeoloji ve zihniyet esastır. Ve zihni birliktelik insanları birbirine rapteder, bağlar. Mekân birlikteliği şart değildir. Ama cemaati yapılanmalarda mekân birliği şarttır. Yine Bediüzzaman ne diyor; "Birimiz şarkta, birimiz garbda, birimiz cenubda, birimiz şimalde, birimiz âhirette, birimiz dünyada da olsak biz yine birbirimizle beraberiz." Birlikte olmanın hinterlandını ne kadar geniş tutuyor. Dolayısıyla bu bir harekettir. Bu hareketin içinde içtimai seviyesi ne olursa olsun herkes dâhil olabilir.

Ama cemaat yapılanması öyle değildir. Cemaat yapılanmasında, daha önce içtimai hayatta büyük bir konumu olan bir insanı cemaate dâhil edemezsiniz. Ettiğiniz zaman, ya cemaatin kimyası bozulur veya o şahsın kimyası bozulur. Harekette ise böyle bir zorlanma yoktur. Dünyanın en meşhur bir insanı da harekete dâhil olabilir, çünkü harekette herkes ferttir. Bediüzzaman böyle bir hareket başlatmıştır.

Harekette lider önemlidir ama kesinlikle çalışmalar lidere bağlı değildir. Onun varlığı ile bağlı değildir. Nitekim Bediüzzaman vefat ettikten sonra da hizmeti çığ gibi devam etmiştir. Hâlbuki cemaatte çalışmalar lidere bağlıdır ve lideri belli bir yere taşımak gayesine matuftur.

Bediüzzaman'ın hiç böyle gayeleri olmamıştı. İsteseydi Ankara'ya 1922'de geldiğinde kendisine teklif edilen makamları kabul ederdi. Ama o ufku çok geniş olan insan, bütün bunları elinin tersiyle iterek bütünüyle insanlığı hedefleyen bir çalışmayı başlatmış.

Bediüzzaman'ın hareketinde "beklenen kişi" yoktur, kişiye endeksli değildir. Kadro çalışmaları olabilir. Bana göre Bediüzzaman Mehdi-i Âzâm'dır ve onun vazifesi kıyamete kadar devam edecek bir vazifedir. Ve kıyamete kadar yapılacak bütün İslami çalışmalar onun tasarrufundadır. Dolayısıyla "Bediüzzaman tohum attı, başka biri suladı, diğeri biçti" gibi suni, yapmacık ve hiçbir esası olmayan değerlendirmelere itibar edilmemelidir. Bediüzzaman zaten daha hayatta ilen kendisini ortadan çekmiş, şahs-ı maneviye nazarları yönlendirmiş.

Mesela "Sungur hayatım seninle devam edecek" diyor değil mi? Sungurla devam etmek ne demektir, tenasüh olmadığına göre bunun manası "davamı sen devam ettireceksin" demektir. Sungur ağabeyin misyonu bence önemliydi, nur talebelerinin mihrabında olan kişiydi. Tabii bu 'Sungur ağabey öldü, Üstadın ömrü bitti' manasına gelmiyor. Mademki dava devam ediyor. Artık şahıslar, kişiler yoktur, kadrolar vardır. Çünkü bir kişinin tek başına o davayı temsili mümkün değildir.

-devam edecek-

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DÄ°ÄžER YAZILAR

Ey iman eden kullarım! Şüphesiz benim arzım geniştir. O halde (nerede güven içinde olacaksanız orada) yalnız bana kulluk edin.

Ankebut, 56

GÃœNÃœN HADÄ°SÄ°

Takat getirebileceğiniz ameli alınız.Allah'a yemin olsun ki siz usanmadıkça Allah usanmaz.

Müslim, Kitabu Salati'l-Musafirin ve Kasriha

TARÄ°HTE BU HAFTA

*Fatih Camii Tekrar İbadete Açıldı(15 Nisan 1772) *Şeyhülislam İbn-i Kemal'in Vefatı(16 Nisan 1534) *Einstein'in Ölümü(18 Nisan 1955) *93 Harbi Başladı(19 Nisan 1877) *Miladi Takvime Göre Efendimiz'in(s.a.v) Doğumu(20 Nisan 571)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SÄ°TE HARÄ°TASI