Cevaplar.Org

YENİ BİR TEFSİR METODOLOJİSİ: MUHAKEMAT ÖRNEĞİ-2

I. Geleneksel Tefsir Yaklaşımındaki Zaaflar Nursi, “Muhakemat = Aklî muhakemeler” adlı çalışmasıyla, asırlardan beri süre gelen ve Kur’an’ın hakikatlerine gölge düşüren unsurları ihtiva eden geleneksel yaklaşımları aklî süzgeçten geçirmek suretiyle onları bir arındırma ameliyesine tabi tutmak istemiştir. O bu yaklaşımların “mâzi” olarak ifade ettiği hicrî beşinci asırdan on ikinci asra kadar geçen bir dönemi kapsadığını söylemektedir.(1)


Niyazi Beki(Prof. Dr.)

niyazibeki@gmail.com

2016-03-15 10:48:19

I. Geleneksel Tefsir Yaklaşımındaki Zaaflar

Nursi, "Muhakemat = Aklî muhakemeler" adlı çalışmasıyla, asırlardan beri süre gelen ve Kur'an'ın hakikatlerine gölge düşüren unsurları ihtiva eden geleneksel yaklaşımları aklî süzgeçten geçirmek suretiyle onları bir arındırma ameliyesine tabi tutmak istemiştir. O bu yaklaşımların "mâzi" olarak ifade ettiği hicrî beşinci asırdan on ikinci asra kadar geçen bir dönemi kapsadığını söylemektedir.(1) Kendisinin yer aldığı on üçüncü asırdan itibaren devam eden zaman sürecine de "müstakbel" adını vermektedir. İlginçtir Nursi, tefsir gibi Kur'an'ı ilgilendiren bir konuda bile gayr-ı müslimleri göz önünde bulundurmuş ve onlar için de hicrî "onuncu asırdan evvel olan ilk ve orta çağlarda" yaşayanları "ebnây-ı mâzî" olarak ifade etmiştir.(3)

Nursi, gerek "Ebna-yı mâzi=geçmiş zamanın çocukları=geçmiş nesiller" tabiri olsun, gerek "Ebna-yı müstakbel= gelecek zamanın çocukları=gelecek nesiller" tabiri olsun, din farkı gözetmeksizin bütün insanlar için kullanmıştır. Öyle anlaşılıyor ki, Batılıların Rönesans ve aydınlanma çağı dediği, müspet fenlerin/ pozitif bilimlerin ortaya çıktığı 16-18. asırlar, gayr-ı müslimler, özellikle batı dünyası için ilim ve tefekkürde meydana gelen yeniden doğuş ve aydınlama çağı, Müslümanlar için, yaklaşık üç asır sonra ancak söz konusu olmuştur.

Cemaleddin Afgânî, Muhammed Abduh, Reşit Rıza ve Muhammed İkbal örneklerinde olduğu gibi Bediüzzaman Said Nursi'de de, müspet ilimlerin ortaya koyduğu yeni medeniyetin ve yeni tefekkür sisteminin derin etkilerini görmek mümkündür. Üzerinde çalıştığımız eserini "Mariz bir asrın, hasta bir unsurun, alil bir uzvun reçetesi" olarak takdim etmesi de bu etkilerin izlerini onaylamaktadır. Modern ilmî çalışmalara ve Müspet fen ilimlerine övgüler yağdırırken kullandığı üslup da çok mânidârdır: "Aferin maarifin himmet-i feyyazanesine ve fununun himmet-i merdanesine ki; meyl-i taharri-i hakikat ve muhabbet-i insaniyet ve meyl-i insaf olan hakaiki techiz ederek o manilere gönderip zir-u zeber etmiş ve ediyor."(4)

(Yani; aferin; gerçekleri araştırıp öğrenme meylini uyandırmak, insanlık sevgisini aşılamak ve insaflı /objektif olma duygusunu harekete geçirmek gibi erdemli hakikatleri donatarak –İslam güneşinin tam parlamasına mani olan- zihniyetin üzerine yollayıp onu alt üst eden hakikî ilimleri ders veren modern eğitimin feyiz dolu himmetine ve müspet fenlerin mertçe ortaya koyduğu ilmî çabalara!)

Ancak bu ünlü tarihî şahsiyetlerden hiç biri, Nursi kadar çevresini etkilememiş ve onun kadar düşüncelerini uygulamaya koyup etkin bir çizgiyi sürdürememiştir.(5) Muhakemat, bu uygulamaya ışık tutan eserlerin başında gelmektedir.

Aslında geçmiş ve gelecek ayırımını somut bir zaman kavramında düşünmek yanlıştır. Çünkü geçmişte gelecek zaman neslinin belirgin özelliğini taşıyan insanlar olduğu gibi, aksi de doğrudur. Nursi'nin de bu gerçeği göz önünde bulundurduğunu gösteren ifadeleri söz konusudur. "Şu zamanda yaşayan bazı insanlar her ne kadar, sûreten on üçüncü asrın evlâdıdırlar, fakat fikir ve terakki cihetiyle orta çağların yadigârıdırlar. Güya bu muasırlarımız üçüncü asrın nihayetinden on üçüncü asra kadar geçmiş olan asırların fihristesi veyahut enmuzeci veyahut melez bir kavimdir. Öyle ki bu zamanın çok bedihiyyatı (çok açık gerçekleri) onlarca mevhûmât (vehim/hayal) sayılır."(6)

Ancak Nursi, eninde sonunda hak ve hakikatin güneş gibi ortaya çıkacağına inandığı için bu zemini şimdiden hazırlamayı bir görev bilmektedir. O bu konuda şöyle der: "Beni geçmiş asırların efkârına karşı mübarezeye, heyecan ve şecaate getiren ve yüzer seneden beri sevkü'l-ceyş ile kuvvet bulan hayâlât ve evhamın müdafaasına beni gayrete getiren (yani hayalat ve evhama karşı beni hak ve hakikatı müdafaa etmeye sevk eden) itikadım ve yakînimdir ki: Hak neşv-ü nema bulacaktır. Hem de itikadımdır ki: İstikbalde hüküm sürecek ve her kıtasında hâkim-i mutlak olacak yalnız hakikat-ı İslamiyettir."(7)

Bediüzzaman Said Nursi, bu kanaatini tarihsel bir perspektif içerisinde ele aldığı sosyolojik tahlillerle desteklemektedir. Ona göre, kaynağını Kur'an'dan alan İslamiyetin ortaya koyduğu hakikatlerin daha önceki asırlarda tam olarak anlaşılmasına engel olan sekiz mâni vardı: Bunların dördü gayr-ı Müslim kesimde yer almaktaydı. Bunlar: Körü körüne taklitçilik, cehalet, -önyargıyı doğuran- taassup ve Hıristiyan din adamlarının riyaseti. İslamî kesimde ise şu üç unsur göze çarpmaktadır: Çeşit çeşit istibdat, ahlaksızlık ve –şaşkınlık ve tembelliği doğuran- ümitsizlik. Sekizinci ve en birinci mâni ise her iki kesimin bazı çevrelerinde bir ortak payda olarak yer alan din-ilim çatışması vehmidir. Nursi'ye göre, İslam güneşinin batmaya yüz tutmasına sebep olan bu sekiz mâni bu zamanda ortaya çıkan üç hakikat karşısında yenilmeye mahkûmdur. Bu hakikatler: bilimsel eğitim ve öğretim ile fen bilimlerinin gayretleri sayesinde ortaya çıkan 'hakikati öğrenme aşkı', bütün insanlığı kuşatan 'sevgi potansiyeli', vicdan ve irfana özgürlük bahşeden 'insaf (objektiflik) ölçüsü'.(8)

Bilindiği üzere, Kur'an'ın doğru anlaşılmasına katkı sağlayan en önemli yaklaşımlardan biri objektif bakış açısıdır. Nursi, İslam dini ile fen bilimleri arasında çatışmanın varlığını tevehhüm eden yaklaşımları, mantık süzgecinden geçirilmemiş görüşler olarak değerlendirmiş, 'ahmak dost' dediği ehl-i ifratı sübjektiflikle yargılamış ve 'din düşmanı' diye takdim ettiği ehl-i tefriti de önyargılı olmakla suçlamıştır. Kur'an'ın hakikatleri ile fen ilimlerinin ortaya koyduğu doğru keşifler arasında çatışmanın olamayacağını belirten Nursi şu görüşlere yer vermiştir: İslamiyet fenlerin efendisi ve mürşidi, hakiki ilimlerin reis ve pederidir. Köle efendisine, hizmetkâr reisine ve çocuk babasına nasıl düşman ve muarız olabilir ki?(9)

Geleneksel tefsir yaklaşımlarındaki zaaflardan bazılarını şöyle sıralamak mümkündür:

1. Yanlış Referans Kullanmak

a) İsrâiliyyât

Nursi'ye göre, İsrâiliyata kapı açan, Vehb ve Kâb al-Ahbâr gibi Ehl-i Kitaptan Müslüman olanlardır. Onların bir kısım yanlış olan daha önceki mâlumatları İslam'ın temel esasları ile ilgili değil, diye tenkide gerek görülmedi. Ancak daha sonra bir kısım bilgisiz kimseler başka bir kaynak bulamadıkları için, onları kabul edip, ayetleri ona göre tefsir etmeye başladılar. Halbuki Kur'an'ın manası – şurada, burada değil- kendi sedeflerinde aranmalıdır.(10) Çünkü 'Kur'an'ı tefsir edecek yine Kur'an ve sahih hadistir' yoksa hükümleri mensuh, kıssaları bile muharref bir kaynaktan gelen İsrâiliyat değildir.(11) Nursi'ye göre, İsrailiyatla ilgili bilgiler faraza doğru bile olsalar, yalnız ayetlerin bir 'mâsadak'ı olarak kullanılmalıydı.(12)

b) Yunan Felsefesi

Ehl-i zâhirin zihinlerini teşviş eden, Yunan felsefesidir. İslam âlimleri Kur'an'ın tefsirine özel bir önem atfetmeye başlayınca, bir kısım zâhirperestler, Kur'an'ın nakliyatını bazı İsrâiliyata tatbik ettikleri gibi, bir kısım akliyatını da Yunan felsefesi ile uzlaştırmaya yeltendiler.(13) Nursi, konu ile ilgili olarak verdiği bir örneğe şöyle dikkat çekmektedir: Bir kısım İslam kaynaklarında da yer almış ve kâinattaki temel elementlerin dört olduğu yolundaki bilgilerin asıl kaynağı Yunan felsefesidir. Bu felsefenin yanlışlarını ortaya koyan modern fen bilimleridir. Nursi'nin ifadesiyle "Aferin, hürriyetperver olan hikmet-i cedidenin himmetine ki, o müstebit hikmet-i Yunaniyyeyi dört duvarıyla zir-u zeber etmiştir."(14)

c) Uzmanlık Alanının Dışındaki Bilgiler

Bir şahıs Tefsir alanında en büyük bir uzman olsa bile, onun kullandığı bilgilerin tümünü tefsir bilim dalı içerisinde mütalaa etmek mümkün değildir.

Mesela: Kadı Beyzâvi gibi büyük bir müfessir, coğrafyayı ilgilendiren bir konuda yanlış yapabilir. Bize düşen şu bilimsel kurala riayet etmektir: "Akıl ve nakil teâruz ettikleri vakit, akıl asıl itibar, nakil ise ona göre tevil olunur. Fakat akıl akıl olsa gerektir."(15)

Nursi, bu konuda şu örneği veriyor: "Tefsir-i Beyzâvî'de 'beyne's-sadafeyn' olan ayetinde 'Ermeniye ve Azerbaycan dağlarının mabeyninde' olan teviline nazar-ı kat'î ile bakmak en büyük mantıksızlıktır. Zira (bu bilgi) esasen nakildir. Hem de tayini Kur'an'ın medlulü değildir. Tefsirden sayılmaz. Zira o tevil, ayetin bir kaydının başka fenne istinaden bir teşrihidir."(16) "Bir gayr-ı Müslim, yalnız camiye girmekle Müslüman olamayacağı gibi, tefsir veya şeriat kitaplarına, Felsefe, Coğrafya veya Tarih gibi bir fennin meselesi girmekle tefsir veya şeriat olamaz."(17) Bilakis, Kur'an'ı açıklayan yine Kur'an ile sahih hadislerdir.(18)

2. Duygusal Tavırların Yansımaları

Ebna-yı Mâzide hâkim olan duygusallık, tefsir alanında da kendini göstermiş ve Mantık süzgecinin işlevini yerine getirmesine engel teşkil etmiştir. Bu konuyu birkaç madde halinde özetlemek mümkündür.

a) Mübalağa Sanatı

Duygusallığın en ünlü ürünlerinden biri mübalağadır. Mübalağa ise ihtilalcidir. Girdiği her yerde karışıklık çıkarır. Bilindiği üzere, insanların seciyelerinde vardır ki, telezzüz ettiği şeyde meylüt-tezayüd (hoşlandığı şeylerin fazlasını arzu etme meyli) ve vasfettiği şeyde meylü'l-mücâzefe (bir şeyi övmede aşırılığa kaçma meyli) ve hikâye ettiği şeyde meylü'l-mübalâğa (mübalâğa ile anlatma/abartma meyli) ile hayâli hakikate karıştırır. Bu duygusal tavır ile iyilik etmek, kötülük etmek demektir. Bir ilacı haddinden fazla kullanmak gibi.(19)

Nursi bu konuda 'Yerin yuvarlaklığını bir misal olarak zikreder. Kendisinin söz konusu ettiği bu meseleyi hazmetmeyen bazı kimseler, 'yerin yuvarlaklığını kabul etmenin İslam düşüncesine aykırı olduğunu savunmuşlar.(20) Nursi, bu konuyu dile getirirken şu noktaya dikkat çeker: "Bu hal/durum büyük bir derstir. Beni ikaz etti ki: cahil dost, düşman kadar zarar verebilir.şimdiye kadar böyle avamperestâne safsatalarla bizi cahil bıraktılar. Bundan sonra da bizi cahil bırakmakla cehlimizden istifade etmek istiyorlar. Olmaz ve olamaz. Medreseler hayatlanacak, vesselam."(21)

 Nursi'nin bu ifadesinden, modern fen bilimleri ile dinî ilimlerin birlikte öğretilmesi öngörülen Medresetü'z-Zehrâ projesinin kendisi için neden bu kadar önemli olduğunun ipuçlarını yakalamak mümkündür.

Nursi'nin bu konuda verdiği misallerden biri de Hz. Peygamber (s.a.)'in büyük bir mucizesi olan Ay'ın yarılması olayıdır. Terkip ve terhin konusunda yapılan mübalağa ile hakkın hatırı kırıldığı; ezcümle, gıybeti katle müsavi gösteren, ayakta bevl etmeyi zina ile eşit tutan, bir dirhem tasadduku bir hacc kadar sevaplı olduğunu söyleyen bir kısım muhakemesiz, muvazenesiz vaizlerin varlığına dikkat çeken Nursi, konuyu şöyle sürdürmektedir: "Evet muvazenesiz vaizler, çok hakaik-ı neyyire-i diniyenin husufuna sebep olmuşlardır. Mesela: İnşikak-ı kamer olan mu'cize-ı mütevatire-i bâhireyi, meylü'l-mücazefe ile, "arza nüzul ile Peygamberin cebine girip çıkmış" olan ilave, o güneş-misal mucizeyi Süha yıldızı gibi mahfi ve kamer-misal olan burhan-ı nübüvveti münhasif ettiği gibi, münkirlerinin bahanelerine kapıları açtılar."(22)

Başka bir yerde şöyle der: "Büyük bir kalabalığın huzurunda sarhoş edici içkilerden bahseden bir din adamı dinin koyduğu hükümlere kanaat etmeyerek öyle şeyler söyledi ki yazmasından hayâ ettim, hatta yazdıktan sonra tekrar çizdim." Kızgınlığını iltifat sanatını yaparak gösteren Nursi'nin, söz konusu zata hitap ederken kullandığı üslup dikkat çekicidir: "Ey herif! Bu sözlerinle şeriata adavet ediyorsun. Faraza sadîk olsan, sadîk-i ahmak olursun. Adüvvü'd-dinden daha muzırsın."(23)

b) Hakikat İle Mecazın Birbirine Karıştırılması

'Kinâye türü yollarla yapılan ifadelerde, birinci derecedeki anlamlara değil, sözün gaye ve maksadını gösteren ikinci derecedeki anlamlara itibar edilir.'(24) Nursi bu konuda klasik kitaplarımızda yer alan meşhur iki misal veriyor: 'Filan adamın kılıcının bendi uzundur' veya 'Filan adamın ramadı (külü) çoktur' denilse, onun kılıç ve külü olmasa da bu söz doğrudur. Söz konusu kimse uzun boylu olduktan sonra, kılıcı olmasa da bu söz doğrudur.(25) Çünkü bundan maksat adamın kılıcının varlığını tespit etmek değil, kinâye yollu bir ifade ile uzun boylu oluşunu ifade etmektir. Yine 'Filan adamın ramadı (külü) çoktur' örneğinde söz konusu edilen kimse, cömert ve misafirperver olduktan sonra, varsın hiç de külü bol olan bir ocak veya soba kullanmasın; onun hakkında söylenen bu hüküm doğru kabul edilir.

Bu konudaki karışıklığın asıl sebebi cehalettir. Çünkü 'Mecaz ilmin elinden cehlin eline düşse hakikat telakki edilir.'(26) Nursi, kendisine bu kuralı öğreten ve başından geçen bir örnekle konuya ışık tutuyor: Ben çocuk yaşta iken ay tutuldu. Bunun ne olduğunu anneme sordum. "Yılan Ay'ı yutmuş" dedi. 'Neden daha görünüyor?' dedim. Çünkü -dedi- : gökteki yılanlar yarı saydamdır.' İşte bak: Nasıl teşbih hakikat olup gerçek durumun gizlenmesine vesile olmuştur. Astronomide, Ay yörüngesi, burçlar bölgesinde, gösterdiği şeklin iki ucuna baş ve kuyruk adı verilmiş ve teşbih yoluyla da iki kavis görünümündeki bu şekil, yılanın baş ve kuyruğuna benzetilerek adına 'Tinnin' (yılan) denmiştir. Bu teşbih halk arasında gerçek bir yılan olarak düşünülmüştür. (27)

Nursi'ye göre, tefsirde ifrat da tefrit de caiz değildir. Bununla beraber, Kur'an'da olmayanı ona mal etmekle yapılan ifrat, onun malı olanı ondan esirgeyen tefritten daha zararlıdır. Çünkü ifrat ilmin, tefrit cehaletin ürünüdür.(28) Her şeyi zâhire haml ettire ettire nihayet Zâhiriyyun despotizminin doğmasına neden olan tefritçi zihniyet ne derece zararlı ise, her şeye mecaz nazarıyla baktıra baktıra sapık Bâtınıyyun doktrininin ortaya çıkmasına sebep olan ifratçı zihniyet de onun kadar, hatta ondan daha zararlıdır, şeklinde bir değerlendirmede bulunan Nursi, şu görüşlere yer vermektedir: "Hadd-i vasatı gösterecek, ifrat ve tefriti kıracak yalnız felsefe-i şeriat ile belagât ve mantık ile hikmettir."(29)

Nursi'nin kullandığı 'hikmet'ten maksadı, modern fen bilimleri ve modern felsefenin etkisiyle oluşan çağdaş tefekkür sistemidir. O, şöyle der: 'hikmet' derim, çünkü hayr-ı kesirdir. Şerri vardır; fakat cüz'îdir. Ehvenüşşerri ihtiyar etmek elzemdir. Eski hikmetin hurafeleri çoktu, halk kesiminde genel olarak cehalet hâkimdi, insanların zihinleri kabiliyetsiz (tefekkür kapasitesi düşük) olduğundan eski âlimler, bir derece insanları hikmetten uzaklaştırmak istediler. Fakat şimdiki hikmetin hayrı çok, yalanları az, fikirleri hür ve çağımız ise marifet/bilgi çağıdır.(30)

Öyle anlaşılıyor ki, Nursi,

 يُؤتِي الْحِكْمَةَ مَن يَشَاءُ وَمَن يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ أُوتِيَ خَيْراً كَثِيراً وَمَا يَذَّكَّرُ إِلاَّ أُوْلُواْ الأَلْبَابِ

"Allah hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır verilmiş demektir. Ancak akıl sahipleri düşünüp ibret alırlar." (Bakara Suresi, 2/269.) mealindeki ayette söz konusu edilen hikmetin bir masadakını, bugünkü çağdaş hikmet denilen modern fen ve felsefe olarak değerlendirmiştir. Bu husus, onun çağdaş tefsir yaklaşımında müspet ilmin lehine sergilediği tavrın temel dayanağını ortaya koyması açısından da önem arz etmektedir.

Nursi'nin konu ile ilgili şu tespitleri de dikkate değer: "Tefsirde yer alan tüm bilgilerin, tefsirden sayılması/tefsir bilim dalına ait olması gerekmez. İlim ilme kuvvet verir, tahakküm etmemek gerekir."(31)

Şu bilinmelidir ki, tefsir ilmi ayrı şeydir, o konuda yazılmış eserler ise ayrı şeydir. Gayr-ı Müslim bir adam yalnız mescide girmekle Müslüman olması söz konusu olmadığı gibi, fen, felsefe, coğrafya, tarih gibi ilimlerden bir meselenin tefsir kitaplarına girmesiyle tefsirden sayılamaz.(32)

Bununla beraber, günümüzde Kur'an'ı tefsir eden kimsenin değişik ilimlere, özellikle modern fen bilimlerine ait bilgilere sahip olmasının gereğine inanan Nursi, bu konuda yeterli bilgiye sahip olamamanın faturasının ağır olduğunu özetle şöyle ifade etmektedir: "Fen ve sanat bilgisini elde etmek bir farz-ı kifâye olduğu ve bu konuda şeriat-ı fıtriyenin de emr-i mânevisi bulunduğu halde, bu konuya gereken ihtimamı göstermediğimiz için, şu zamanda cehalet cehenneminde azap çekiyoruz"(33)

c) 'Tenezzülât-ı İlâhiye' Üslubunun Göz ardı Edilmesi

Bilindiği üzere, kadimden beri edebiyatçıların kabul ettiği üç çeşit üslup vardır: Âlet ilimlerinde, muamelat ve günlük konuşmalarda kullanılan "üslub-u mücerrede", terğip ve terhip konuları gibi, insanları ikna etmeye yönelik hitaplarda kullanılan "üslub-u müzeyyene" ve özellikle kuvvet ve heybeti ihtiva ettiği için İlâhiyat konularında kullanılması gereken "üslub-u âlî."(34)

Şüphesiz, belagatın zirvesinde olan Kur'an-ı mu'cizü'l-beyân, bir irşat kitabı olarak ilk muhatapları olan Arapların konuşma üslubuna en uygunu, istidlâl metotlarından en doğru, en açık ve en kısa yoldan sonuca ulaştıranı tercih edecektir. O halde, irşat ederken halkın genel hissiyatını rencide etmeyecek, özellikle hakikatin ortaya çıkması için birer delil olarak kullandığı kâinatın nizam ve intizamını onların akıllarını zora sokmayacak, bilakis "eski malumatlarını bir derece okşayacak bir üslubu tâkip edecektir."(35)

Kur'an'da müteşabihatın var olmasının, teşbih ve istiare yollu anlatımın yer almasının en önemli sebebi budur.(36) Bu üslubu göz önünde bulundurmayan bir kısım insanlar ifrat veya tefrite kayarak Kur'an'ın dosdoğru yolundan sapmışlar.(37) Nursi'ye göre,

ثُمَّ اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ "Allah Arş'a istiva etti." (A'râf Suresi, 7/54.), حَتَّى إِذَا بَلَغَ مَغْرِبَ الشَّمْسِ وَجَدَهَا تَغْرُبُ فِي عَيْنٍ حَمِئَةٍ "Zülkarneyn, güneşin battığı yere varınca, onu çamurlu bir çeşmenin içinde battığını gördü." (Kehf Suresi,18/86.),

وَالشَّمْسُ تَجْرِي لِمُسْتَقَرٍّ لَّهَا ذَلِكَ تَقْدِيرُ الْعَزِيزِ الْعَلِيمِ

"Güneş, kendisi için belirlenen yerde/ kendi yörüngesinde dönmektedir." (Yasin Suresi, 36/38.) şeklindeki ayetler, bu üslubun birer yansımasıdır.(38)

d) Asilzâdeliğe Olan Temayül ve Hurafeler

İnsanlar, her hangi bir söze kıymet kazandırmak için onu ünlü bir şahsa isnat etmek isterler. Nursi, bu gerçeği "hurafelerin giriş kapısı, insanların asilzâdeliğe olan temayülleridir"(39) şeklinde formüle etmiştir. Ona göre, Rüstem-i Zal ve Nasreddin Hoca misallerinde olduğu gibi, belli alanlarda ün yapmış insanlar, alanlarıyla ilgili olarak kendilerine atfedilen hususların zekâtları olan kırkta birine bile razı olurlar.(40)

İslam kaynaklarında yer alan terğip ve terhip konusunda zayıf hadislerin kullanılması ve bu hadislerin önemli bir kısmının rivayet kaynağı olarak da İbn Abbas gibi ünlü kimselerin gösterilmesi, bu temayüllerin bir yansımasıdır.(41) İyi bilinmeli ki, bir şeyin şeref ve asâleti onun soyu-sopu ile değil, kendisinin şahsıyla alakalıdır. Kaldı ki, "Allah'ın yaptığı ihsandan daha fazla ihsan, ihsan değildir. Aksine, Allah'ın yaptığı ihsana kanaat etmek farzdır."(42)

Tefsirin en büyük malzemesi olan sahih hadisler bize kâfidir. Mantık süzgecinden geçirilmiş doğru tarihî bilgilere kanaat edeceğiz.(43) Öyle anlaşılıyor ki, gerçeği alt üst ettiği için Nursi'nin "ihtilalci" damgasını vurduğu mübalağa sanatının altında yatan sebep "kraldan daha fazla kralcı olma" hevesidir.

Nursi'nin özet halindeki ifadesiyle: "Her şeyin kıymetine kanaat etmek ve mücâzefe ve tecavüz etmemek, her muhibb-i dine ve âşık-ı hakikate lâzımdır:. Zira mücazefe/haddi aşmak/aşırılık, kudrete iftiradır ve 'Daire-i imkanda daha ahsen yoktur' şeklindeki sözü, İmam Gazzali'ye dedirten hilkatteki kemal ve hüsne adem-i kanaattir ve bir istihfaftır."(44)

Nursi'ye göre, ifrat ve tefriti doğuran sebeplerin başında, yaratılışta var olan güzellik, yücelik ve sanat inceliğine kanaat etmemek, yalancı bir iştiha ve bozuk bir zevkle mevcut nizamı hafife almaktır.(45) Bu yüzdendir ki, Kur'an-ı Hakim, bu güzellikleri örten ülfet perdesini yırtıp arkasındaki sanat hârikalarını dikkatlere sunmaktadır.(46)

-devam edecek-

Dipnotlar

1-Muhakemat, 30.

2-Muhakemat, 30-31.

3-Muhakemat, 9-10.

4-Krş. İ. Ebu Rabi, "İslam at the Crossroads", State University of New York, 2003, (Editor's Introduction)

5-Muhakemat, 9.

6-Muhakemat, 7.

7-Muhakemat, 8.

8-Muhakemat, 8.

9-Muhakemat, 18.

10-Muhakemat. 16,17.

11-Muhakemat, 17.

12-Muhakemat, 17.

13-Muhakemat, 73

14-Muhakemat, 10.

15-Muhakemat, 27

16-Muhakemat, 26.

17-Muhakemat, 17.

18-Muhakemat, 27.

19-Muhakemat, 44-45.

20-Muhakemat, 45.

21-Muhakemat, 27-28.

22-Muhakemat, 24.

23-Muhakemat, 13.

24-Muhakemat, 13-39.

25-Muhakemat, 22.

26-Muhakemat, 23.

27-Muhakemat, 46.

28-Muhakemat, 23.

29-Muhakemat, 23-24.

30-Muhakemat, 24.

31-Muhakemat, 25.

32-Muhakemat, 25-26.

33-Muhakemat, 98-99.

34-Muhakemat, 12, 40.

35-Muhakemat, 138.

36-Muhakemat, 12.

37-A'râf Suresi, 7/54.

38-Muhakemat, 40.

39-Muhakemat, 20.

40-Muhakemat, 20-21

41-Muhakemat, 20.

42-Muhakemat, 21.

43-Muhakemat, 22.

44-Muhakemat, 28.

45-Muhakemat. 43.

46-Muhakemat, 43-44

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DİĞER YAZILAR

O halde sabret. Sonunda kazanacak olanlar, elbette Allah'tan korkup sakınanlardır.

Hûd, 49

GÜNÜN HADİSİ

"Haramla beslenmiş vücut cennete giremez."

Taberânî.

TARİHTE BU HAFTA

*Şair Muhammed İkbal'in vefatı(21 Nisan 1938) *TBMM'nin açılışı ve çocuk bayramı(23 Nisan 1920) *Osmanlı-Rus Harbi(24 Nisan 1877) *Hudeybiye Gazvesi(26 Nisan 628) *II.Abdülhamid'in tahttan indirilmesi(27 Nisan 1909)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI