Cevaplar.Org

DERS: 17 YİRMİ İKİNCİ MEKTUP İKİNCİ MEBHAS

“Ey ehl-i iman! Sâbıkan, adavet ne kadar zararlı olduğunu anladın. Hem anla ki; adavet kadar hayat-ı İslâmiyeye en müdhiş bir maraz-ı muzır dahi hırstır.”


M. Ragıp Öncel

İsminur1940@gmail.com

2016-02-08 11:12:25

 

بِسْمِاللّهِالرَّحْمنِالرَّحِيمِ 

اِنَّاللّهَهُوَالرَّزَّاقُذُوالْقُوَّةِالْمَتِينُ(1)٭وَكَاَيِّنْمِنْدَابَّةٍلاَتَحْمِلُرِزْقَهَااَللّهُيَرْزُقُهَاوَاِيَّاكُمْوَهُوَالسَّمِيعُالْعَلِيمُ(2)

1-Şüphesiz ki rızık veren, mutlak kudret ve kuvvet sahibi olan ancak Allah'tır.(Zariyat,58)

2-Yeryüzünde yürüyen ve kendi rızkını yüklenemeyen nice canlının ve sizin rızkınızı Allah verir. O her şeyi hakkıyla işitir ve her şeyi hakkıyla bilir.(Ankebut,60)

"Ey ehl-i iman! Sâbıkan, adavet ne kadar zararlı olduğunu anladın.

Hem anla ki; adavet kadar hayat-ı İslâmiyeye en müdhiş bir maraz-ı muzır dahi hırstır."

Birinci mebhas'ta düşmanlığın müminlerin birbirlerine olan adavetin veya taşıdıkları kinin ne kadar zararlı olduğu anlatılmıştır. Bu derste en az onun kadar zararlı olan ''hırs''konusu işlenecektir.

"Hırs, sebeb-i haybettir ve illet ve zillettir ve mahrumiyet ve sefaleti getirir."

Hırs; açgözlülüktür. İstediği sonuca varamayan ve umduğu hedefe ulaşamayan insanın kadere itiraz edercesine kendini adeta yiyip bitirmesi, için içine sığmamasıdır.

Hırsla bir şeye saldırmak. Hırs, sebeb-i haybettir ve kaybetmeye, mahrumiyete sebeptir. Ve illet ve zillettir, hem hastalıktır hem de zillete de vesiledir. Bir insan hırs taşıyorsa zillete düşmeye mahkûmdur. Bunlar Allah'ın kâinata koyduğu adetullah kanunlarıdır.

Nasıl ki tohum ektiğinizi farz edin o, elma tohumu ise elma ağacı verir. Allah o kanunu koymuş. Başka bir meyvenin tohumu ise, Allah onu yetiştirir. Aynı şekilde siz tevekkülle bir şeyi istediniz mi bu bir çekirdektir, bu bir duadır Allah size onun meyvesini de yedirir. Ama hırsla bir şeyi istediniz mi o da bir duadır, bir istektir. Allah onun da meyvesini size yedirir. Ama birisi, tuba ağacının meyvesi gibi güzeldir, tatlıdır maddi ve manevi cenneti netice verir, birisi de, zakkum ağacının meyvesi gibi maalesef hem dünyada hem ahirette cehennemi bir halet, insana yaşattırır.

"Evet, her milletten ziyade hırs ile dünyaya saldıran Yahudi milletinin zillet ve sefaleti, bu hükme bir şahid-i katı'dır."

Yahudi milleti, tarih boyunca zillet ve meskenet dediğimiz vatansızlığa, yurtsuzluğa mahkûm edilmiş onları cezalandıran başlıca ana unsur, hırslarıdır.

İnsanlık âleminde en fazla hırsla tanınan meşhur olan Yahudi milleti bu yüzden tarih boyunca hep zillet çekmişlerdir, hep esaret altında kalmışlar, hep yurtsuz kalmışlardır.

"Evet hırs, zîhayat âleminde en geniş bir daireden tut, tâ en cüz'î bir ferde kadar sû'-i tesirini gösterir. Tevekkül vari taleb-i rızk ise, bilakis medar-ı rahattır ve her yerde hüsn-ü tesirini gösterir."

Hırsın aşırı rahatsızlığı yanında, esbab dairesinde sonuca razı olmanın verdiği tevekkül inancı insana huzur verir. Tevhit inancının bir şubesi ''Her hayrın Allah'ın elinde olduğuna'' iman etmektir. Hırs, bu inanca ters düşer. Hayrı, kendi irade ve kudretiyle kazanabileceğini sanan zavallı insan hırs ile yola çıkar ve sonuca ulaşamayınca da ümitsizliğe düşer. İşte bu noktada insan ruhunda mevcut olan iki ayrı ahlak çarpışırlar. Kanaat ve hırs. Kanaat, çalıştıktan sonra kaderden kısmetine düşen hisseye razı olmaktır. "Şükrün mikyası; kanaattir ve iktisaddır ve rızadır ve memnuniyettir." Şükürsüzlüğün mizanı; hırstır ve israftır, hürmetsizliktir, haram helâl demeyip rastgeleni yemektir.(Mektubat 28. Mektub, 5. Mesele,'Şükür Risalesi, 394 )

Tevekkül, sebeplere teşebbüs edecek ve sonucu Allah'tan beklemektir yani, "Tevekkül, esbabı bütün bütün reddetmek değildir. Belki esbabı dest-i kudretin perdesi bilip riayet ederek; esbaba teşebbüs ise, bir nevi dua-i fiilî telakki ederek; müsebbebatı yalnız Cenab-ı Hak'tan istemek ve neticeleri ondan bilmek ve ona minnettar olmaktan ibarettir". (Sözler,23.Söz.1.mebhas,3.nokta, 341 )

"İşte bir nevi zîhayat ve rızka muhtaç olan meyvedar ağaçlar ve nebatlar, tevekkülvari, kanaatkârane yerlerinde durup hırs göstermediklerinden, rızıkları onlara koşup geliyor. Hayvanlardan pek fazla evlâd besliyorlar."

Ağaçlar ne yapıyor? Yerde oturmuş. Cenab-ı Haktan ne bekliyorlar? Cenab-ı Hak onları bir hayat sahibi olarak yaratıp onlara rızıklarını taahhüt etmiş mi? Evet, artık o yerinde oturur köklerini Allah toprağa daldırır, toprağa saldırır, elementlerini ayaklarına kadar Allah gönderir. Rızkını ayaklarına kadar Allah gönderir. Köklerine bakın bizim gibi ağızları yok, bizim gibi midesi de yok. Ama Allah onun köklerinden her tarafı besliyor. Bazı hayvanlar iki, bazı hayvanlar sekiz, bazı hayvanlar da on tane doğuruyor. Ama ağaçlara bakın, meyveleri yani evlatları binlerce. Tevekkülün meyvesi, neticesi ve karşılığı olarak rahatla rızkını elde edebilme imkânını bahşediyor.

"Hayvanat ise, hırs ile rızıkları peşinde koştukları için, pek çok zahmet ve noksaniyet ile rızıklarını elde edebiliyorlar."

Hayvanlara bakın, özellikle vahşi olan, özellikle güçlü olan, özellikle bir cihetle hayvanlar içinde zeki kabul edilen tilki gibi hayvanlar zayıf dolaşıyor, yarı aç, yarı tok dolaşıyor. Yani tüm dünyada bunlar var, belgeselleri bir seyredin, görürsünüz onları.

"Hem hayvanat dairesi içinde za'f u acz lisan-ı haliyle tevekkül eden yavruların meşru' ve mükemmel ve latif rızıkları hazine-i rahmetten verilmesi;"

Yavrulara bakıyorsunuz. ''Hattâ ağacın başındaki yuvada kanatsız, zayıf kuşçuklara annelerini emirber nefer gibi gezdirir, rızıklarını getirttirir. Ve aç bir arslanı yavrusuna musahhar eder, elde ettiği bir eti yemeyip yavrusuna yedirir. Ve sair hayvanatın ve insanın yavrularına memeler musluğundan âb-ı kevser gibi hoş, mugaddi, safi, hâlis, beyaz sütleri kırmızı kan ve mülevves fışkı içinden bulaşmadan, bulandırmadan imdadlarına gönderir, vâlidelerinin şefkatlerini yardımcı verir. Ve bir nevi rızık isteyen umum ağaçlara, münasib rızıklarını onlara pek hârika bir tarzda koşturduğu gibi, bir nevi maddî ve manevî rızık isteyen insanın duygularına; akıl, kalb, ruhlarına dahi pek geniş bir sofra-i erzak onlara ihsan ediliyor.

Güya kâinat, gül çiçeğinin yaprakları ve mısır sünbülünün gömlekleri gibi birbiri içinde sarılı, yüzbinler ayrı ayrı, çeşit çeşit sofralardır ki; o sofralar adedince ve onlardaki taamlar ve nimetler mikdarınca diller ile ve ayrı ayrı, küllî ve cüz'î lisanlar ile bir Rahman-ı Rezzak'ı, bir Rahîm-i Kerim'i bütün bütün kör olmayana gösterir.''(Şualar,15.Şua,3.Kelime,612 )

Allah, bir arslan ve kaplan yavrusuna annesini musahhar ediyor. Kendisi aç olduğu halde kendisi bulduğu bir rızkı yemeyip yavrusunun ağzına gelip koyuyor mu? Evet, o yavrunun o zaafı, o aczi, o rızkı tevekkülle istemesi adeta Cenab-ı Hakk'tan beklemesi cihetiyle Allah onları en vahşi hayvanları bile musahhar ediyor, yardımcı veriyor.

İnsanların da yavrularına bakın annesinin rahmindeyken en aciz ve zayıf olduğu vakitte en mükemmel rızkı ne yapıyor hem de göbeğinden alıyor. Ağzını kıpırdatmak zorunda bile kalmıyor. Rızkını Allah gönderiyor.

Bazen bakıyorsun ki, çocuk fıtri olarak bir şey istiyor , ''ben illa bu şeyi yemem lazım" diye, her tarafa koşup sanki o yemeği yemek arzu ediyor. Çünkü çocuğuna Allah o rızkı yedirmek arzu ediyor da annesini musahhar ediyor ve annesi ne yapıyor, annesi bilmiyor, ama benim illa kavun yemem lazım, karpuz yemem lazım, şu meyveyi yemem lazım deyip afiyetle yiyor. Ama ondan beslenen yavrusu oluyor. Doğar doğmaz Cenab-ı Hak umulmadık yerden, gaipten, rahmetinden bembeyaz, safi besleyici bir sütü imdadına gönderiyor. Demek ki tevekkülvari rızkı istemek, tevekkülle rızka talip olmak rızkın en iyisini almaya vesile oluyor.

"Ve hırs ile rızıklarına saldıran canavarların gayr-ı meşru ve pek çok zahmet ile kazandıkları nâhoş rızıkları gösteriyor ki: Hırs, sebeb-i mahrumiyettir; tevekkül ve kanaat ise, vesile-i rahmettir."

Gayr-ı meşru dediği vahşi hayvanların helal rızıkları onların yemesi gereken asıl rızık hayvanların leşleridir, ölmüş hayvan olacak, leşleri olacak onları yemekle kendilerini doyurmak mecburiyetindeler. Ama gidip bir canlıya saldırıyorlarsa, bu da gayr-ı meşru oluyor ve tokatlarını da yiyorlar, mahrumiyete maruz kalıyorlar, ama kanaat ettiklerinde zilletten kurtuluyorlar.

"Hem daire-i insaniye içinde her milletten ziyade hırs ile dünyaya yapışan ve aşk ile hayat-ı dünyeviyeye bağlanan Yahudi milleti pek çok zahmet ile kazandığı, kendine faidesi az, yalnız hazinedarlık ettiği gayr-ı meşru bir servet-i riba ile bütün milletlerden yedikleri sille-i zillet ü sefalet, katl ü ihanet gösteriyor ki: Hırs maden-i zillet ve hasarettir."

Hep hırsla rızıklarının peşinden koşmuşlar, bir şeyler kazanmaya çalışmışlar. Yahudilerin tarih boyunca da Allah onlara insanları musallat etmiş hep zillet, hep mahrumiyet, hep göçebe hayatı, hep sıkıntı içerisinde yaşamışlar.

"Hem harîs bir insan, her vakit hasarete düştüğüne dair o kadar vakıalar var ki, اَلْحَرِيصُ خَائِبٌ خَاسِرٌdarb-ı mesel hükmüne geçmiş, umumun nazarında bir hakikat-ı âmme olarak kabul edilmiştir. Madem öyledir; eğer malı çok seversen, hırs ile değil, belki kanaat ile malı taleb et, tâ çok gelsin."

Yani hırslı bir insan devamlı muvaffakiyetsiz ve kaybetmiş bir haldedir, iflas etmiş bir haldedir ifadesi bizim için bir atasözü hükmüne geçmiş. Hırslı insanlar devamlı kaybederler. Sen çok mal mı istiyorsun? Evet, o zaman hırsla değil, kanaatle tevekkülle malı iste, ta çok gelsin, demektir.

"Ehl-i kanaat ile ehl-i hırs, iki şahsa benzer ki; büyük bir zâtın divanhanesine giriyorlar. Birisi kalbinden der: "Beni yalnız kabul etsin, dışarıdaki soğuktan kurtulsam bana kâfidir. En aşağıdaki iskemleyi de bana verseler, lütuftur."

Bakın şimdi kendisi hırsla değil tevekkülle o zatın kapısını çalıyor. Yeter ki dışarıda ki soğuktan, tipiden, fırtınadan, kardan, soğuktan kurtarsın beni içeriye alsın en aşağıdaki iskemleyi de verse Allah ondan razı olsun diyor. Bakın ne güzel değil mi tevekkül.

"İkinci adam güya bir hakkı varmış gibi ve herkes ona hürmet etmeye mecbur imiş gibi mağrurane der ki: "Bana en yukarı iskemleyi vermeli." Fakat divanhane sahibi onu geri döndürüp aşağı oturtur. Ona teşekkür lâzımken, teşekküre bedel kalbinden kızıyor. Ona teşekkür lâzımken, teşekküre bedel kalbinden kızıyor, bilakis hane sahibini tenkid ediyor. Teşekkür değil bilakis hane sahibini tenkid ediyor hane sahibi de ondan istiskal ediyor."

Hırs, en yukarı iskemle benimdir benden başka kimin oturmaya hakkı var diye en yukarıdaki iskemleye gözünü dikiyor demektir. Çok mühim bir şey bu. Normalde biz de olsak, birisi gelse bizim evimize en yukarıdaki yeri mağrurane istese ve bizden evin en güzel nimetlerini talep etse ve sanki mecbur imişiz gibi de bizden onları mağrurane istese biz ne yapacağız? Vermediğimiz gibi belki de kovarız. Bakın evine aldı, soğuktan kurtardı, tipiden azade etti, muhafaza etti, aldı evine, ama onun gözünü diktiği yüksek yere değil, kendisinin ona layık gördüğü yerde oturtuyor. Ne yapması lazım? Teşekkür etmesi gerekiyor değil mi?

Ne yapıyor? Teşekküre bedel kalbinden kızıyor. Bakın hırsın belki en büyük sıkıntısı, en büyük dezavantajı şudur; kazandığı hiçbir şeye şükretmez.

"Birinci adam mütevaziane giriyor; en aşağıdaki iskemleye oturmak istiyor. En aşağıdaki iskemleye oturmak istiyor, onun o kanaati, divanhane sahibinin hoşuna gidiyor. "Daha yukarı iskemleye buyurun" der. O da gittikçe teşekküratını ziyadeleştirir, memnuniyeti tezayüd eder."

Birinci adam der ki: Ben bu kapıyı çalacağım, içeri girmek için ricada bulunacağım. Üzerine düşen vazife bu. Yaptı mı? Yaptı. Ama kendisinin istediği ne? Tevekkülle "en küçük iskemleyi dahi verse ben teşekkür edeceğim."

Tevekkülün de en büyük kazancı şudur; kazandığı ne olursa olsun ona şükreder. Zaten biz ahiret için bir memur olarak, bir tüccar zihniyetiyle bu dünyaya gelmemiş miyiz? Allah bizi onun için göndermemiş mi? Biz buraya gelmişiz; ticaret için, memuriyet için. Allah'ın bize verdiği kabiliyet ve istidatlarımızı nemalandırmak için gelmişiz, sevap kazanmak için gelmişiz, şükür için gelmişiz.

Dolayısıyla bakın, birisi çok kazanır, kazandığını az görür, şükretmek bir tarafa hâşâ Allah'a kızıyor, rahmetinden küsüyor, ben daha çok hak etmişim diye.

Birisi de var ki, çalışıyor Allah'ın koyduğu kaideleri, kanunları güzel bir şekilde uyguluyor, kazandığı ne olursa olsun tevekkülle karşılayıp, Cenab-ı Hakka şükrediyor. Birisi ahiretini perişan ederken, ötekisi ahiretini o küçük malla kazançla tamir ediyor, imar ediyor.

Burada insanın aklına takılabilen bir soruya temas edeyim. Soru şu: Peki, Allah bize bu hissi niye vermiş? Bu hissi Allah bize vermiş ki, anlayalım biz de Cenab-ı Haktan bir şeyleri mağrurane istesek, hırs ile istesek, tevekkülsüz istesek, elbette mahrumiyete sebep olacağız.

Bu hissi Allah'ın bize vermesinin sebebi bu işte. Enaniyet, ene dediğimiz mesele bu. Ben kendimdeki ölçücükler ile Cenab-ı Hakk'ın bu manadaki şuunat dediğimiz hallerini anlayabiliyorum. Ama birisi de geldi dışarısı soğuk görüyorum. Ve ben merhamet sahibiyim, bir de varlıklıyım, zenginim diyelim. Gelmiş kapıyı çalıyor ''ne olursunuz şu soğuk geçene kadar acaba mümkün mü, beni evinize kabul etmeniz, en aşağıdaki yerde oturmaya ben razıyım'' dese ne yaparız? Böyle mütevekkil bir insanı en yukarıdaki yere oturtur, evimizdeki en nadide güzel nimetleri o adamın önüne koymaz mıyız? İşte Allah bize bunu niye vermiş anlayalım ki, biz de tevekkülle Allah'ın rahmetine iltica etsek, Allah bizim beklentimizin çok fevkinde bize nimetlerini, ihsanlarını ihsan edecek, ikram edecek mesele bu yani. 

Netice olarak hırslı insan Allah'ın rahmetini tenkit ediyor, Bu kadar kazandığım halde benim hala bir şeyim yok, bak öteki adamlara diye çatlıyor. Öteki adamlar tevekkülle istemişlerdir. Kaldı ki malı Allah istediğine istediği verir. "İlmi isteyene, malı istediğime veririm", diye Cenab-ı Hak buyuruyor.

Bakın Allah'a şükretmeyi bilmeyen bu gibi insanlara Allah dünyada da vermiyor ahirette de vermiyor. Demek ki layık değil. Şükretmeyi bilen kanaatkâr insanlara da, Allah dünyada da veriyor ahirette de veriyor. Saadet-i dareynin bir vesilesi de tevekkülle bir şeyi istemek.

Bu arada şunu da belirtmek isterim: Bazen karıştırılan bir şey var; hırs ile çalışmak aynı mıdır diye. Bir işadamı abimizin böyle bir sorusu olmuştu. "Hocam" diyor "ben çok çalışmayı seviyorum işimle yetinmiyorum, başka ileriyi de arıyorum, başka işlerden de kazanmak istiyorum. Bazen bana bir vesvese geliyor hırs mı bu, diye acaba öyle mi?"

Bakınız, hırsın bazı ölçüleri var, bazı kıstasları var bunları bilmek gerekiyor. Bize de gelebilir böyle bir vesvese. Dedim ki, "kardeşim, siz haram helal demeyip ne gelirse gelsin diyor musunuz?" "Yok" dedi "Allah bana haram yedirmesin. Helalden başka hiçbir şeye elimi uzatmasın."

Bak demek ki, tevekkül ile istemenin birinci göstergesi nedir? Helale talib olmak, haramdan uzak durmak. Ama hırslı insan öyle değil, haram-helal demeyip her şeye el uzatır.

Soruyu sorana "Peki, sen kazandıktan sonra ben daha çok çalıştım, daha çok kazanmam gerekiyordu deyip, kendi kendini yiyip bitiriyor musun?" dedim. "Hayır" dedi, "neticeye kanaat ediyorum."

Bu da kanaatin ikinci bir göstergesi. Hırslı insan ise kazandığına yetinmez, kazandığı kesinlikle ona yetmez.

"Peki, sen kazandıktan sonra bunun sadakasını, zekâtını veriyor musun?" dedim "Elhamdülillah hocam elbette veriyorum" cevabını verdi.

Hırslı insan kendi elindekini eksik gördüğü için zekâtını vermek istemez.

Ama tevekkülle isteyen insan elindeki şeylerin Allah'ın hakkı olan ne ise zekât olarak fakirin hakkı ne ise onları ayırıp verir.

Dolayısıyla burada hırs ile ciddi çalışmak birbirinden ne yapar? Bu gibi alametlerle göstergelerle ayrılır. Bizim içimize böyle vesveseler bazen gelebilir. İşte ölçüleri bunlardır, dedim

İşte birinci adam ne yaptı? Divanhane sahibine, ev sahibine teşekkür etti. Ev sahibi de onun şükrünü ve teşekkürünü gördükçe onu daha yüksek yerlere çıkarır.

İşte biz şükrümüzü artırdıkça Allah'ın bize verdiklerini kâfi görüp Allah'a şükrettikçe Cenab-ı Hak bize daha fazlasını verecek. Evet, ne demişler," Şükür nimeti ziyadeleştirir".

"İşte dünya bir divanhane-i Rahmandır. Zemin yüzü, bir sofra-yı rahmettir. Derecat-ı erzak ve meratib-i nimet dahi, iskemleler hükmündedir."

Allah birisine bir mertebe verir, birisine üç mertebe verir, birisine otuz, birisine üçyüz, birisine üç bin Allah'ın malı değil mi? Allah'ın mülkü değil mi? Evet. Mülk sahibi kendi mülkünde istediği gibi tasarruf etmiyor mu? Evet. Mülkünü istediği gibi dağıtır. Şekva ne zaman hak olur? Şekva bir haktan gelir. Eğer Allah'ın bize vaadi varsa, size ben şu kadar mal ve mülk vereceğim diye bir vaad etmişse ve bunu vermiyorsa şekva etmeye insanın hakkı var. Var mı Allah'ın böyle bir vaadi bize? "Size dünyada şu kadar mal vereceğim, rızık vereceğim" diye. Yok.

Madem yok, öyleyse senin şekva etmeye hakkın yoktur. Allah istediği gibi malı mülkü dağıtır. Biz bilelim ki bize daha fazla hisse düşmesinin yolu tevekküldür. Ama biz ne yapıyoruz? Hırs ile kendi nimetimizin derecesini düşürmüş oluyoruz.

"Hem en cüz'î işlerde de herkes hırsın sû'-i tesirini hissedebilir."

Kendi âlemimize dönelim, kendi çevremize bakalım, kendi etrafımıza bir bakalım hırsın ne kadar zararlı bir netice verdiğini görelim.

"Mesela; iki dilenci bir şey istedikleri vakit, hırs ile ilhah eden hırs ile ısrarla isteyen dilenciden istiskal edip vermemek, diğer sakin dilenciye merhamet edip vermek herkes kalbinde hisseder."

Üstadımızın verdiği misal ne güzel. Size iki tane dilenci geldi. Birisi ısrarla sizden istiyor illa vereceksin diyor. Vermek istemezsiniz, yani en azından adam gitsin benim dükkânımdan, evimden der veya cüzi bir şey verir gönderirsiniz.

Ama birisi de geldi ki, böyle lütufla, ondan sonra tevekkülle, ondan sonra kendi acziyetini şefaat etmek suretiyle o zayıf halini size göstererek lisan-ı haliyle belirterek. Allah rızası için sadaka verin dese, sizin merhametinizi celb etmez mi?

"Hem meselâ: Gecede uykun kaçmış, sen yatmak istesen, lâkayd kalsan uykun gelebilir."

Lakaytlık şu, uykum gelse de gelmese de önemli değil, gelse uyuyacağım gelmese de uyuyacağım dediniz mi bir anda gelip uyuyorsunuz. Ama

"Eğer hırs ile uyku istesen: "Aman yatayım, aman yatayım" dersen, bütün bütün uykunu kaçırırsın. Hem meselâ: mühim bir netice için birisini hırs ile beklersin; "Aman gelmedi, aman gelmedi" deyip en nihayet hırs senin sabrını tüketip kalkar gidersin; bir dakika sonra o adam gelir, fakat beklediğin o mühim netice bozulur."

Bir makalede okumuştum Afrika'da çok değerli bir altın madenini birisi almış, çok değerli bir altın madeni imiş ve ondan ciddi manada bir altın rezervi bekliyormuş. Adam tam yetmiş metre kazmış. Adam bakıyor kendi istediği gibi bir maden değilmiş, satmış. Alan adam on iki metre daha kazmış. Ama öyle bir maden çıkmış ki, adam zengin olmuş. Evet, bunların bazı alametleri var, bilimsel şeylerle bunlar tespit edilebiliyor. Öyleyse ben bunu alırım diyor. Yok pahasına aldığı o madenden dünyanın en iyi altın madeni oradan çıkıyor. On iki metre bu adam biraz daha sabretmiş olsaydı o madene kendi sahip olacaktı.

Dikkat edin bazen olur mesela, bir tüccar şu müşteri bana bir defa gelir. Öyleyse ondan alacağımı alayım deyince hırs ile o müşteriyi ve o müşterinin bütün çevresini kaybedebiliyor. Tevekkülle az dahi olsa kazancımı elde edeyim deyip o müşteriyi muhafaza etmek için satışını ona göre yapan bir insan hem o adamı hem bütün çevresini kazanabiliyor. Bu manada hadiselere bakacağız. Hadiselere böyle baktığımız vakit mesele çok güzel bir şekilde netleşiyor.

Bizim ilköğretimde okuduğumuz altın yumurtlayan tavuk ya da kaz meselesi vardı. Hikâye bu ya, bu bize bir dersi anlatıyor. O tavuk her gün kendisine bir altın getiriyor, altın yumurta getiriyor. Adam hırs sahibi ben bunu keseyim de içinde ne kadar altın varsa alayım deyince hem tavuk gidiyor, hem altınlar gidiyor. Bunu hayatımıza tatbik ettiğimiz vakit, hırs ile bir şey istediğimiz vakit sebebi mahrumiyetin ne demek oluğu daha iyi anlaşılır.

"Şu hâdisatın sırrı şudur ki: Nasıl ki bir ekmeğin vücudu, tarla, harman, değirmen, fırına terettüb eder."

Allah, kâinatta kanunlar koymuş, tertipler koymuş, mesafeler koymuş, mertebeler koymuş. Bizim onları teker teker aşmamız lazım, neyle? Tevekkülle. Onları ona göre aştın mı, Cenab-ı Hak seni ta dama kadar çıkarır. Ama hayır ben hemen dama çıkayım diyen bir insan o basamakları çabucak atlayayım derken düşer kafası da kırılır maksud damına da çıkamaz.

Tarladan elde ettiğin mahsulâtı hemen ekmek olarak yemen mümkün mü?

"Öyle de: tertib-i eşyada bir teenni-i hikmet vardır. Hırs sebebiyle teenni ile hareket etmediği için, o tertipli eşyadaki manevî basamakları müraat etmez; ya atlar düşer veyahut bir basamağı noksan bırakır; maksada çıkamaz."

"Cenab-ı Hak, Hakîm ismi muktezası olarak, vücud-u eşyada bir merdivenin basamakları gibi bir tertib vazetmiş. Sabırsız adam teenni ile hareket etmediği için, basamakları ya atlar düşer veya noksan bırakır; maksud damına çıkamaz. Onun için hırs mahrumiyete sebebdir." (Mektubat,23.Mek.3. Sual.299)

Tarihte bakalım mesela bir kumandan bir savaşın bütün şeylerini almış yani gereken ne kadar tertip varsa o tertiplere riayet etmiş, sebeplere riayet etmiş, uymuş ve bir savaşa gidiyor. Savaşta muvaffak oluyor. Adam kendisine itimadı geliyor ve o zaman ikinci ülkeyi de ben fethedeyim deyip giderken gerekli tertibatı almıyor gerekli basamaklara riayet etmiyor ve gücü tam yetmediğinden dolayı bakıyorsun ki, hem o ülkeyi fetih edemiyor, hem kendi elinde daha önce fethettiği yerlerde elinden çıkmış olabiliyor.

Tarihte bunlara çokça örnek verilebilir. Esnaflardan da örnek verilebilir. Kendi elindekini çok kaybeden hırslı insanlar var. Bazı insanlar kumara dalıyor, hırs sebebiyle çabuk zengin olayım niyetiyle bu adamın bakıyorsunuz ki bir evi, bir arabası, şusu busu var, maaş da var. Hırsla daha çabuk zengin olayım daha çok mal toplayım diye kumara dalıyor ve Allah muhafaza kendi elindeki bütün o servetleri de kaybediyor. Yok mu bu manada? Var.

Milli piyango gibi, şans oyunları gibi şeylere dalıp da çok şeyleri kaybeden insanlar yok mu? Etrafımız bunlarla dolu. Bunun tek bir sebebi var. O da hırstır.

" Madem rızk mukadderdir ve ihsan ediliyor ve veren de Cenab-ı Hak'tır; o hem Rahîm, hem Kerim'dir. Onun rahmetini ittiham etmek derecesinde ve keremini istihfaf eder bir surette gayr-ı meşru bir tarzda yüz suyu dökmekle; vicdanını belki bazı mukaddesatını rüşvet verip, menhus, bereketsiz bir mal-i haramı kabul eden düşünsün ki, ne kadar muzaaf bir divaneliktir.''

Evet ehl-i dünya, hususan ehl-i dalalet; parasını ucuz vermez, pek pahalı satar. Bir senelik hayat-ı dünyeviyeye bir derece yardım edecek bir mala mukabil, hadsiz bir hayat-ı ebediyeyi tahrib etmeye bazan vesile olur. O pis hırs ile gazab-ı İlahîyi kendine celbeder ve ehl-i dalaletin rızasını celbe çalışır." (Mektubat 29.Mek.6.Kısım, 3.Desise-i Şeytaniye,455)

Bu arada hizmetimizle alakalı olduğu için şu hususu belirtmek isterim: "Gerçi umûr-u uhreviyede hırs ve kanaatsizlik bir cihette makbuldür, fakat mesleğimizde ve hizmetimizde -bazı ârızalar ile- inkisar-ı hayal cihetiyle, şükür yerine, me'yusiyetle şekva etmeğe sebeb olur; belki de hizmetten vazgeçer. Onun için mesleğimizde kanaat, daima şükrü ve metaneti ve sebatı netice verdiği için; ihlâs dairesinde, hizmet noktasında çok hırs ve kanaatsizlik gösterdiğimiz halde, neticelerine ve semeratına karşı kanaatla mükellefiz."(Emirdağ Lahikası-1, 94 )

"İşte ey derd-i maişetle sersem olmuş ve hırs-ı dünya ile sarhoş olmuş kardeşler! Hırs bu kadar muzır ve belalı bir şey olduğu halde, nasıl hırs yolunda her zilleti irtikâb ve haram helâl demeyip her malı kabul ve hayat-ı uhreviyeye lâzım çok şeyleri feda ediyorsunuz?"

Üstadımız İktisat Risalesinde de anlatıyor. Yani size verilen o az menhus, uğursuz para sizden neleri götürüyor, siz farkında mısınız? Bazı devlet memurlarının Allah muhafaza hırs saikasıyla, sebebiyle rüşvete girmeleri… v.s kendi şerefini kaybediyor. Orada kendi devletini, vatanını birkaç kuruşa satıyor adam… Ama bakın Allah o malı kendi hakkında hayırlı kılmıyor kendi evlatlarını onun aleyhine döndürüyor daha dünyada iken belki bu adamın çocukları bile Allah muhafaza hayatına son verebiliyor. Burada anlatıyorlar, bir iş adamı ismini söylemeye gerek yok. İstanbul'da çok büyük bir araziye zamanında sahipmiş, çocukları bu malları daha çabuk ele geçirelim diye, elimize geçsin diye babalarını öldürüyorlar, hem o mal ve mülkü kaybediyorlar

Hem kendileri ebediyen hapsi, belki ebedi cehennemi boyluyorlar Allah muhafaza. İşte hırsın sonucu. Kendi elindeki mal kayboluyor.

"Hattâ erkân-ı İslâmiyenin mühim bir rüknü olan zekâtı, hırs yolunda terkediyorsunuz?"

Adam zekât verebilecek özelliği var. Hırs olduğu için veremiyor. Veremediği için de bakıyorsunuz ki Allah'ın hakkı olan zekâtı da terk ediyor adam.

"Hâlbuki zekât, her şahıs için sebeb-i bereket ve dâfi-i beliyyattır. Zekâtı vermeyenin herhalde elinden zekât kadar bir mal çıkacak; ya lüzumsuz yerlere verecektir, ya bir musibet gelip alacaktır."

Allah zekât veren insanların malına, mülküne sıhhatine, ailesine evladına, nesline bereket veriyor. Ve malın sigortası olan belaları da Allah defediyor. Ama hırslı insan gözünü öyle bir kapatıyor ki, bu gibi hakikatları göremiyor ve zekâtı vermekten de uzak kalıyor kaçıyor. Neticede, ya bir musibet gelip alıyor ya da boşu boşuna gidiyor. Zekât vermeyen insandan Allah dünyada da alıyor. Cenab-ı Hak bizi dünyada iken uyandırsın. Ahirette, kabirde hepimiz uyanacağız, ama iş bu dünyada uyanmak mühim.

"Hakikatlı bir rü'ya-yı hayaliyede, Birinci Harb-i Umumî'nin beşinci senesinde, bir acib rü'yada benden soruldu: "Müslümanlara gelen bu açlık, bu zayiat-ı mâliye ve meşakkat-ı bedeniye nedendir?"

Niye acip rüya? Aslında bunlar yaşanmış şeyler. Bütün Gavslar'ın bütün müçtehitlerin, mücedditlerin başından geçen hadiseler bunlar. Manevi bir âleme çağrılır, ona vazife tevdi edilir. Ama Üstad Hazretleri maddiyyunluk asrında olan bu asrın insanlarına rüya diyor. Hakikatlı bir rüya-yı sadıka.

Açlık çektiler, öyle diyorlar, Çanakkale'de dağlarda yiyecek ot kalmamış. Affedersiniz mesela seferberlikte de olmuş kırk beşli yıllarda. Anlatıyor büyüklerimiz, seferberlikte askerlerin atlarının affedersiniz dışkılarını toplayıp içindeki taneleri yıkayıp onları pişiriyor millet. O kadar açlık yaşanmış bu gibi durumlar bir 1945'teki seferberlikte bir de 1915 -18 arasındaki yıllara gidin. Millet tamamıyla bitmiş. Açlık çekilmiş, bir de mal zayi olmuş, millet fakirleşmiş, bedeni meşakkat çekilmiş.

Birçoğumuzun babasının dedesi, anasının dedesi ne yapmış onlar da cepheye gitmişler. Hepsi hemen hemen. Her evimizde elhamdülillah şehit var bizim, şükürler olsun gazilerimiz var.

Peki, bunun kaderi boyutu nedir? Başınıza bu açlık niye geldi, meşakkat-ı bedeniye niye geldi, zayiat-ı maliye neden geldi? diye Bediüzzaman Hazretlerine sorulduğu vakit bizim gibi cevap vermiyor. İşgal kuvvetlerine vermiyor, kadere hisse verse de tam olarak müessir kaderdir demiyor. Kendimize dönüyor ve biz bir şey yaptık ki, bu musibet de başımıza geldi. Kadere fetva verdirdik diyor.

"Rü'yada demiştim:"Cenab-ı Hak, bir kısım maldan onda bir {(Haşiye-1): Yani her sene taze verdiği buğday gibi mallardan onda bir.}veya bir kısım maldan kırkta bir {(Haşiye-2): Yani eskiden verdiği kırktan ki; her senede galiben ve lâakal ribh-i ticarî ve nesl-i hayvanî cihetiyle o kırktan taze olarak on aded verir.}, kendi verdiği malından birisini bizden istedi; tâ bize fukaraların dualarını kazandırsın ve kin ve hasetlerini men etsin."

Biz zekât vermekle ne yapıyoruz? Başta Allah'ımızın rızasını kazanıyoruz, ondan sonra içtimai ve toplumsal hayatın düzenini sağlıyoruz.''Ez zekatül-kantaratü'l İslam'' diye Peygamberimiz (A.S.M) buyuruyor. Zekât İslam'ın neyidir? Köprüsüdür. Alt tabaka ile üst tabakayı zekât köprüsü ile koruyoruz tesis ediyoruz. Alttan üste doğru dualar, üstten alta doğru şefkat ve merhametler yağmaya başlıyor toplum hayatı düzenlenmeye girmeye başlıyor elhamdülillah. Bakın Allah bize bazı mallardan onda bir, bazı maldan kırkta bir vermemizi istedi, ta bize fukaraların dualarını kazandırsın ve kin ve hasetlerini menetsin.

"Biz hırsımız için tamahkârlık edip vermedik. Cenab-ı Hak müterakim zekâtını, kırkta otuz, onda sekizini aldı."

Onda birini vermemiz gereken şey var ya (tarladaki mahsulden).Onda sekizi gitti, kırkta birini vermemiz gereken şey vardı ya? (yanındaki nakit mal ve paradan)Kırkta otuzu gitti. Sen misin zekâtı vermeyen... Hırs sebeb-i mahrumiyettir. Yani sen malım kırkta bir azalmasın diye vermeyince Allah otuzunu almış..

"Hem her senede yalnız bir ayda yetmiş hikmetli bir açlık bizden istedi."

Şu anda bilim adamları orucun çok büyük nimetleri olduğunu bedensel olarak fiziksel olarak söylüyorlar. İnsanlık ister inansın ister inanmasın, belli bir zaman sonra oruç tutacaktır. Ne için? Sıhhati için..Orucun böyle faydaları var.

"Biz nefsimize acıdık, muvakkat ve lezzetli bir açlığı çekmedik. Cenab-ı Hak ceza olarak yetmiş cihetle belalı bir nevi orucu beş sene cebren bize tutturdu."

Sen sadece sabahtan akşama kadar duracaktın yapmadın, senede bir ay duracaktın yapmadın, yetmiş hikmetli oruç tutacaktın yapmadın. Allah da sana ceza olarak beş sene boyunca yemek bulamayacak ve yirmi dört saat aç kalacak, günlerce aç kalacak bir cezayı sana verdi. Allah Adildir, Allah Hâkimdir. Zulmetmez abes iş yapmaz. Peki, niye verdi? Çünkü sen o orucu tutmadığın için Allah da seni böyle bir açlıkla cezalandırdı.

"Hem yirmi dört saatte bir tek saati, hoş ve ulvî, nuranî ve faideli bir nevi talimat-ı Rabbaniyeyi bizden istedi."

Allah yirmi dört saat bize hediye veriyor. Her gün yirmi dört saatten de Allah bizden bir saat istiyor namaz karşılığı olarak.

"Biz tembellik edip, o namazı ve niyazı yerine getirmedik. O tek saati diğer saatlere katarak zayi' ettik."

Karadenizli birisi, bizim arkadaşlarla seyahat ediyormuş otobüste. Bu yaşanmış bir hadise. Yani hep böyle uydurulan şeyleri Karadenizlilere mal ettikleri manasında değil bu. Hakikaten yaşanmış. Dördüncü Söz'ü anlatıyor ona.

Diyor ki: Mesela birisi sana yirmi dört tane altın verse sonra o yirmi dört tane altından bir tanesini senden istese verir misin vermez misin? Tereddütsüz evet diyeceğini bekliyor. Arkadaşımız, Karadenizli bir kardeşimize bu dersi veriyor.

Yirmi dört tane saati Allah verip bir tanesini bizden istiyor ya namaz için, onu altın misali ile Üstadımız anlatıyor Dördüncü Sözde bunu anlatacak. Mesela diyor sana birisi sana yirmi dört tane altın verse sonra bir tanesini senden istese, vermez misin?. Bekliyor ki evet desin. "Yok" diyor. Diyor ki "her halde anlamadı." "Bak" diyor "senin ondan hiçbir alacağın yok kendisi sırf merhametinden sana yirmi dört tane altın çıkardı verdi sonra bir tanesini senden istiyor verir misin vermez misin?" "Yok" diyor Karadenizli. Arkadaşımız;"neden diyor, Neden vermiyorsun?"

 Adam diyor ki; "Kardeşim, bak niye yirmi dört tane verip bir tane istiyor, yirmi üç tane versin bir şey istemesin, muhakkak bunda bir bit yeniği var diyor.

Şimdi gelelim bizim meselemize, yirmi dört saatten bir saati Allah bizden hem dünyevi için hem asıl ahiret rızası için, cennet için bizden istedi biz tembellik edip, o namazı ve niyazı yerine getirmedik o tek saati diğer saatlere katarak zayi ettik. Allah için söyleyin, namaz kılmazsak, ahiretimize bazı mühim şeyleri göndermezsek, dünyada ne kazansan kazan, ya ehemmiyetsiz, ya boşu boşuna gidecektir.

"Cenab-ı Hak onun keffareti olarak, beş sene talim ve talimat ve koşturmakla bize bir nevi namaz kıldırdı." demiştim. Sonra ayıldım, düşündüm, anladım ki; o rü'ya-yı hayaliyede pek mühim bir hakikat vardır. Yirmi beşinci Söz'de, medeniyetle hükm-ü Kur'anı müvazene bahsinde isbat ve beyan edildiği üzere; beşerin hayat-ı içtimaîsinde bütün ahlâksızlığın ve bütün ihtilalatın menşe'i iki kelimedir:

Birisi: "Ben tok olduktan sonra, başkası açlıktan ölse bana ne?"

İkincisi: "Sen çalış, ben yiyeyim."

Bu iki kelimeyi de idame eden, cereyan-ı riba ve terk-i zekâttır. Bu iki müdhiş maraz-ı içtimaîyi tedavi edecek tek çare, zekâtın bir düstur-u umumî suretinde icrasıyla, vücub-u zekât ve hurmet-i ribadır.

Yani, nev-i beşerde ne kadar ihtilal varsa, ne kadar keşmekeşler varsa, toplumlar arasında bir sıkıntı varsa bunları araştırın, iki tane temel kelimeye dayanıyor. Bunların hayatta olduğu toplumlarda hayat olmaz. Bakın. "Ben tok olduktan sonra, başkası açlıktan ölse bana ne?" Bunu devam ettiren ney? Zekâtın olmadığı toplumlarda bunlar oluyor."Sen çalış, ben yiyeyim."Nerde oluyor? Faizin hükümran olduğu toplumlarda oluyor.

Demek ki bunlar nerde varsa yani, faiz nerde hâkimse, bu hastalık vardır. Zekât nerede yoksa bu iki hastalıktan birisi orada vardır. Yani zekâtın yayılması insanlar içerisinde güzel bir şekilde işlenebilir duruma getirilmesi ve riba dediğimiz faizin kökünün kesilmesi gerçekleşebilse, göreceksiniz o zaman toplumlar refah seviyesinde yaşamaya başlar. Anlaşarak, yardımlaşarak hayatlarını devam ettirir.

Başlı başına İslami Ekonomi konusunu içine alacak olan bu bahsi, başka bir derste işlemek ümidiyle burada sadece işin maddi ve manevi boyutuna nasıl katkı sağlayabilir? hususuna Üstad'ımızın veciz bir sözü ile son vermek istiyorum:

''Eğer ezkiya zekâvetlerinin zekâtını ve ağniya velev zekâtın zekâtını milletin menfaatine sarf etseler; milletimiz de başka milletlere yolda karışabilir.'(Münazarat, s: 63 )

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DİĞER YAZILAR

"Allah bize yeter, O ne güzel vekildir" dediler.

Âl-i İmrân; 173

GÜNÜN HADİSİ

Kim bir oruçluya iftar ettirirse, kendisine onun sevabı kadar sevap yazılır. Üstelik bu sebeple oruçlunun sevabından hiçbir eksilme olmaz.

Tirmizi, Savm 82, (807); İbnu Mace, Sıyam 45, (1746)

TARİHTE BU HAFTA

*Fatih Camii'nin yeniden ibadete açılışı(15 Nisan 1772) *Turgut Özal'ın Vefatı(17 Nisan 1993) *Türk-Yunan savaşının başlaması(18 Nisan 1897) *Miladi takvime göre Efendimiz'in (s.a.v.)dünyaya teşrifleri(20 Nisan 571)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI