Cevaplar.Org

M. AKİF'İN GÖZÜYLE BATICILIK-1

Mehmet Akif 1873 yılında İstanbul’un Fatih semtinde doğdu. Sezai Karakoç, M. Akif'in ailesi ve kökeni ile ilgili olarak şu nefis yorumu yapar: “Baba soyu Rumelili, ana soyu Buharalı, doğuş yeri Fatih’tir. Yani M. Akif tam bir Doğu Müslümanlığının, Batı Müslümanlığının ve Merkez Müslümanlığının sentezi bir çocuk olarak dünyaya gelmiştir.”


Prof. Dr. Musa Kazım Yılmaz

musakazimyilmaz@gmail.com

2016-01-01 07:08:11

Mehmet Akif 1873 yılında İstanbul'un Fatih semtinde doğdu. Sezai Karakoç, M. Akif'in ailesi ve kökeni ile ilgili olarak şu nefis yorumu yapar: "Baba soyu Rumelili, ana soyu Buharalı, doğuş yeri Fatih'tir. Yani M. Akif tam bir Doğu Müslümanlığının, Batı Müslümanlığının ve Merkez Müslümanlığının sentezi bir çocuk olarak dünyaya gelmiştir."

M. Akif'in dünyaya gözlerini açtığı dönem, Osmanlı devletinin hasta adam ilan edildiği ve bu görüşün, dönemin devlet adamlarına ve aydınlarına uğursuz bir hastalık gibi bulaştığı, çöküş şartlarının hemen herkeste çözülme, umutsuzluk ve panik yarattığı, buna rağmen herkesin bir şeyler yapma çabasında olduğu bir dönemdir.

 2. Mahmut'un ve 3. Selim'in başlattığı yenileşme hareketleri, Tanzimat fermanıyla doruk noktasına ulaşmıştı. Gittikçe artan bir düzeyde devam eden aydın- halk çatışması, milletle devlet arasında birçok siyasi ve sosyal problemler doğurmuş, bu problemler toplumsal ayrışmalara yol açmıştı.

Aslında yenileşme ve değişme çok cazip ve eğer tabii seyrinde bırakıldığı takdirde, toplumun her kesimi tarafından da kabul görebilen bir hareketti. Fakat özellikle ulemanın ve dindar aydınların ciddi bir korkusu vardı: Başkalaşma ve kökten değiştirme...

İşte Tanzimat aydınlarının önderliğinde devam eden yenileşme ile başkalaşma arasındaki farklar sık sık belirsizleşiyor, atılan her adım ciddi siyasal ve sosyal maliyetler getiriyordu. Denilebilir ki, atılan yanlış veya maksatlı adımlar yüzünden kendi özünden ve kendi köklerinden beslenen bir yenilenme hareketi bir türlü gerçekleştirilemiyordu.

Bugün olduğu gibi o dönemde de korkuyla umut, ataletle hamle çabası, teslimiyetle yiğitçe direniş, çözülme ve yeniden toparlanma gayreti, aynı anda ve çok zaman kol kola denecek kadar birbirine yakın duruyordu.

Diğer taraftan, devletin başı büyük dertteydi. Zira Avrupa ülkelerinin Osmanlıyı tasfiye etme politikası bütün hızıyla ve büyük bir kararlılıkla devam ediyordu.

Daha Akif 6 yaşında iken Ruslar İstanbul'a kadar ilerlemiş ve bir meydana Ayestefanos Abidesini dikebilmişlerdi. Tam bu sıralarda, devletin ve milletin tehlike altında olduğunu gören II. Abdülhamid Han, politik dehasının bir eseri olarak, devletin ve milletin varlığını korumak için çöküş endişesinin yarattığı bir halet-i ruhiye ile Meclis-i Mebusan'ı kapatıyor ve mecburen baskıcı bir politikaya yöneliyordu.

Toplumların gerileme dönemleri, aynı zamanda sorunların çözümü doğrultusunda siyasi ve fikri çalışmaların da yoğunlaştığı dönemlerdir. Osmanlı İmparatorluğu'nun son yüzyılı da gerilemeyi tersine çevirecek, sorunları çözecek arayışlar çerçevesinde geçmiştir. Bu çözüm çabalarının odak noktasında "Devlet nasıl kurtulur?" sorusuna cevap arayışı vardı. Kuşkusuz "devlet" ifadesiyle toplum da kastedilmiştir. Yani "devlet ve millet nasıl kurtulur?" sorusuna cevap aranmıştır.

Biz o döneme ait politik hareketleri ve tez sahibi kişileri Türkçüler, İslamcılar ve Batıcılar diye üç ana başlık altında toparlayabiliriz. Ayrıca bu üç eksenin sadece geçmişte kalmadığını, bugünkü fikir dünyamızda da karşılıkları bulunduğunu söyleyebiliriz.

İslamcı yaklaşım, politik ve ideolojik tezlerinin temeline İslamı, Türkçüler milliyeti, nihayet batıcılar da bir temel proje olarak batılılaşmayı ve çağdaşlaşmayı koymaktadırlar.

M. Akif Ersoy'u bu kategoriler içinde İslamcılığa yerleştirmek yanlış olmaz. Ancak İslamcılık da homojen bir ideoloji değildir; İslamcı adlandırması altında eskiden olduğu gibi bugün de iki temel eğilimi belirlemek mümkündür. Bunlardan birincisi, "Batı dünyası ile herhangi bir alanda ilişkiye girmeyi reddeden kitlesel refleksin ait olduğu" taassup tutumudur. Bunlar geleneği kutsal kabul ederler ve "tenkit, tahkik ve maddi yönden ilerleme" gibi son derece önemli yöntemleri görmezlikten gelirler.

"Modern İslam" adı verilebilecek ikinci tepki ise, Batı ile diyaloga girmeyi talep eden, Batı'nın meydan okumalarına karşı sessiz kalmayan, onun kurum ve kurallarıyla hesaplaşmak isteyen, özellikle maddi kalkınmaya ve refaha bigâne kalmak istemeyen bir anlayıştır.

Bu İslami anlayışın bir özelliği daha var: Batı'nın ilerleme yönündeki bazı geleneklerini adapte eden, bazılarına ise, onlara karşılık gelecek kurumları İslam içinden çıkartmaya çalışan, ayrıca eleştirinin asıl mekânı olarak Batının entrikalarını değil Müslümanların eksikliklerini gören bir anlayıştır. Yani çuvaldızı kendimize iğneyi başkasına batırmayı esas alan bir anlayış.

İşte Mehmet Akif Ersoy, İslami anlayış içinde yer alan bu ekolü benimsemektedir. Esasen M.Akif iki tür kör taklitçi ve mutaassıpla mücadele etmiştir. Başka bir deyimle, Akif bağnazlık ve taassubun iki türüyle mücadele etmiştir.

Bunlardan birincisi, Kur'an'a ve Hz. Peygamber'in sünnetine sırt çevirip, icat ettiği bid'alara din namını veren ve her türlü yeniliği din adına günah kabul ederek redden taasup sahibi sözde dindarlardır.

İkincisi ise, Batılılaşma ve çağdaşlık yolunda kendi kültüründen ve hatta dininden vazgeçmeyi göze alarak Avrupa'yı körü körüne taklit eden sözde aydınlardır.

M. Akif'in mücadele ettiği ikinci grup insan, Batıyı körü körüne taklit eden ve Batı medeniyeti karşısında ezilmişlik ruhu içinde bulunan taassupçu aydınlardır.

Kuşkusuz M. Akif, bütünüyle Batı karşıtı bir aydın değildir; ancak Akif, Batı'nın sömürgeci siyasetleri ile bilimsel araştırma ve insan hakları alanında görülen gelişmişlik düzeyleri arasındaki derin çelişkiyi de görebilen bir aydındır.

Elbette M. Akif, Batı'lıların sömürgeci siyasetlerini eleştirirken, insanlığa faydalı olan teknoloji ve bilimsel araştırmalara karşı son derece yakın kanaatlere sahiptir. M. Akif'in Safahat'ında ve diğer yazılarında Batı'nın bu iki yüzüne işaret eden çeşitli yorumları görmemiz mümkündür.

Bir defasında M. Akif, her açıdan büyük saygı duyduğu Hersekli Hoca Kadri Efendi'ye " Hocam, Avrupalıları nasıl buldun?" diye sorar. Hoca şöyle der: "Bu adamların güzel şeyleri vardır, evet, pek çok güzel şeyleri vardır. Lakin şunu bilmelidir ki, o güzel şeylerin hepsi, evet hepsi yalnız kitaplarındadır." 

M. Akif bu anekdotu arkadaşlarına naklettikten sonra şöyle der: "Hakikat hoca merhumun dediği gibi, Avrupalıların ilimleri, irfanları, sanayideki terakkileri inkâr olunur şey değildir. Ancak insaniyetlerini, insanlara karşı olan muamelelerini, maddiyattaki şu terakkileri ile ölçmek katiyen doğru değildir. Heriflerin ilimlerini, fenlerini almalı; fakat kendilerine asla inanmamalı, asla kapılmamalı ve onlara asla güvenmemeliyiz."

Mehmet Akif'teki bu Batı karşıtlığını manzum veya mensur tüm eserlerinde görmek mümkündür. Ancak M. Akif'e göre; "Eski, eski olduğu için atılmaz; zararlı veya faydasız olduğu için atılmalıdır. Yeni olan bir şey de, yeni olduğu için alınmaz; doğru, güzel ve faydalı ise alınmalıdır!"

İstiklal Marşında yer alan;

Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar

Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.

Ulusun… Korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar?

Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar?

Şiirinde bunu daha açık bir ifadeyle görüyoruz.

M. Akif Ersoy büyük önem verdiği Seyyah-ı Şehir Abdürreşid İbrahim(1857-1944)'in İslam coğrafyasına, Hindistan'a ve uzak doğuya seyahatini 'Süleymaniye Kürsüsünde' adıyla şiirleştirirken, Osmanlılarla birlikte Batı'ya öğrenci gönderen Japon'ların neden bu kadar ilerlemiş olduklarını, buna karşılık Batı'ya giden Osmanlı aydınlarının neden toplumun ilerlemesi konusunda itici bir güç olmadıklarını ifade ederek, merhum Abdürreşid Efendi'yi şöyle konuşturur;

Bu Arabmış, bu Acemmiş, bu Tatarmış demedim.

Müslüman unsurunun hepsini gezdim kendim.

İstedim sonra neden böyle Japonlar yüksek,

Nedir esbab-i terakkisi? Onu yakından görmek.

Bu uzun boylu mesai, bu uzun boylu sefer,

Bir kanaat verecekmiş bana dünyada meğer.

Kanaat da şudur: Sırr-ı terakkinizi siz,

Başka yerlerde taharri etmeyiniz.

Onu kendinde bulur, yükselecek bir millet,

Çünkü her noktada taklit ile sökmez hareket.

Alınız ilmini garbın, alınız san'atını,

Veriniz mesainize hem de son suratını.

Çünkü kabil değil yaşamak artık bunlarsız,

Çünkü sanatın, ilmin milliyeti yok, biliniz.

Ancak kendi mahiyet-i ruhunuz olsun kılavuz,

Çünkü beyhudedir ümid-i selamet onsuz.

M. Akif, Batı'ya gönderilen bilim adamı adaylarına büyük masraflar yapıldığını, fakat her şeye rağmen yapılan masrafın önemli olmadığını dile getirir. Ne var ki, gidenlerin bir kısmının dönerken beraberinde getirdikleri kokmuş fikir ve teorilerin yenilir yutulur cinsten şeyler olmadığını açıkça ifade eder. Yine Abdürreşid İbrahim'in dilinden şunları söyler;

Sonra zenginlerimiz…"Haydi gidin fen getirin"

Diye, her isteyenin şahsına bilmem kaç bin

Ruble tahsis ile sevk eylediler Avrupaya.

Pek fedakâr idi hemşehrilerim doğrusu ya.

Bu giden kafileden birçoğu cidden tahsil

Ederek döndü. Fakat geldi üç beş de sefil.

Geldi bir tanesi akşam hezeyanlar kustu.

Dövüyordum, bereket versin, edebsiz sustu.

Bir selamet yolu varmış… O da neymiş, mutlak,

Dini kökten kazımak, sonra evet Ruslaşmak.

O zaman iş bitecekmiş… O zaman kızlarımız,

Şu tutundukları gayet kaba, pek manasız

Örtüden sıyrılacak… Sonra da erkeklerden,

Analık ilmini tahsil edecekmiş… zaten.

Müslüman o sebepten bu sefalette imiş,

Ki kadın "sosyete" bilmezmiş, esarette imiş.

Bu satırların yazarı M. Akif Ersoy, ilim tahsil etmek için milletin parasıyla Avrupa'ya giden, fakat döndükten sonra, Avrupa'nın hayâsızca geleneklerini ülkeye sokmaya çalışanlara karşı üslubunu biraz daha sertleştiriyor ve şöyle diyor:

Din için, millet için iş görecek alçağa bak,

Dini paymal edecek, milleti Ruslaştıracak

Al okut, Avrupa tahsili desinler, gönder,

Servetinden bölerek na-mütenahi para ver.

Sonra bir bak ki, meğer karga imiş beslediğin,

Hem nasıl karga, değil öyle bellediğin.

Kızımın iffeti batmakta rezilin gözüne

Acırım tükrüğe billahi, tükürsem yüzüne

Burada, tükürüğüne acıdığı için onların yüzüne tükürmeyen M. Akif, başka bir şiirinde, başta samimi olmayan Batı dünyasına ve onların bizdeki işbirlikçilerine tükürüğünü esirgemiyor. Vefat eden ecdadın aziz ruhlarına hitap ederek yeryüzünde dolaşan bu insan suretindeki mahlûkları onlara şikayet ediyor:

Ey bu topraklarda birer naş-ı perişan bırakıp,

Yükselen mevkib-i ervah, sakın arza bakıp,

Sanmayın şevk-i şehadetle coşan bir kan var.

Bizde leşten daha hissiz, daha kokmuş kan var.

Bakmayın hem tükürün, çehre-i mürdarımıza,

Tükürün, belki biraz duygu gelir arımıza.

Tükürün, cephe-i lakaydına şarkın tükürün,

Kuşkulansın görelim, gayret-i halkın, tükürün.

Türürün milleti alçakça vuran darbelere,

Tükürün, onlara alkış dağıtan kahbelere.

Tükürün, ehl-i salibin o hayasız yüzüne,

Tükürün, onların asla güvenilmez sözüne.

Medeniyet denilen maskara mahluku görün,

Tükürün, maskeli vicdanına asrın tükürün.

Acaba M. Akif'i bu kadar öfkelendiren nedir, diye baktığımız zaman, Batı'nın ve Batı'nın bizdeki işbirlikçilerinin, sözde Batı medeniyetinin Osmanlı'ya sokulması karşılığında Milletin manevi hayatını toptan değiştirmeyi amaçlayan çabalar göstermeleridir. Ona göre Batı'yı taklit etmek isteyen Osmanlı aydınlarının en büyük çıkmazı, kendi kültürlerinin köklerinden utanıp onunla yüzleşmekten kaçınmaları, kültürün en büyük öğesi olan dinlerini sırtlarında bir yük kabul ederek ondan kurtulmaya çalışmaları, fakat birçok aydının bunu sesli bir şekilde dile getirmemesidir. Akif onlara cevaben diyor ki:

Hele ilanı zamanında şu melun harbin,

Bize efkâr-ı umumiyesi lazımmış Garbın.

O da Allah'ı bırakmakla olurmuş, herzesini,

Halka iman gibi telkin ile, dinin sesini,

Susturan aptalın idrakine bol bol tükürün.

Yine hicran ile çılgınlığım üstümde bugün,

Bana vahdet gibi bir yar-i müsait lazım.

Artık Ey Yolcu, bırak, ben yalnız ağlayayım.

İşte M. Akif Safahat adlı devasa eserinde, İkinci Mahmud zamanından beri, çağdaşlaşmak yolunda, Milletimize bazen tamamen ters, bazen bin bir noksanla sunulan sakat reçetelerin nasıl verildiğini, şiirsel üslupla bize nakleder. Açıkça belirtelim ki, batılılaşma ve çağdaşlaşma konusunu Akif kadar bilen ve bize doğru yolu gösteren ikinci bir şair gösterilemez.

JAPONYANIN YAPTIĞI

Batıyı taklit etme konusunda Müslümanların Japonları örnek almaları gerektiğini savunan M. Akif, Abdürreşid İbrahim'in Uzakdoğu seyahatinde uğradığı Japonya'da Japonlara karşı büyük bir hayranlık duyduğunu ifade etmekten çekinmez. Şöyle der:

Sorunuz şimdi, Japonlar da nasıl millettir?

Onu tavsife zaferyab olamam, hayrettir.

Şu kadar söyleyeyim, din-i mübinin arada,

Ruh-i feyyazı yayılmış, yalnız şekli: Buda

Doğruluk ahde vefa, vade sadakat, şefkat,

Acizin hakkını i'laya samimi gayret.

Kimsenin ırzına, namusuna yan bakmayarak,

Yedi kat ellerin evladını kardeş tanımak.

Müslümanlıktaki erkânı siyanette ferid,

Müslüman denmek için eksiği ancak tevhid

Medeniyet girebilmiş, yalnız fenniyle,

O da sahiplerinin lahik olan izniyle.

Dikilip sahile binlerce basiret-im'an,

Ne kadar maskaralık varsa kovulmuş kapıdan.

Garbın eşyası eğer kiymeti haizse yürür,

Moda şeklinde gelen seyyie, gümrükte çürür.

Görüldüğü gibi M. Akif, batılılaşma ve çağdaşlaşma uğrunda gümrüksüz idhal edilen sefil ahlak anlayışını, dini sırtında bir kambur olarak telakki eden aydınlarımızın bu komplekslerini şiddetle reddetmektedir.

M. Akif'e göre İslam dünyasının gerileme nedenlerinden birisi, hatta en önemlisi, Müslümanların, aralarındaki birliği bozacak şekilde kavmiyetçiliğin peşine düşmeleridir. Ona göre kavmiyetçiliğin kökü dışarıdadır. Çünkü 18. yüzyılda Batıda gelişen milliyetçi hareket, Tanzimat dönemiyle birlikte Osmanlı coğrafyasına da sıçradı. M. Akif milletlerin topla, tüfekle, ordular ve tayyarelerle yıkılmayacağını, ancak milletlerin arasındaki bağların çözüldüğü ve her kavim kendi derdine düşüp kendi menfaatini temin etme sevdasına düştüğü zaman, kısacası milletin arasına tefrika düştüğü zaman yıkıldığını ifade etmektedir.

M. Akif İslam'ı ve İslam kültür ve geleneğini merkeze alan bir anlayışla hareket ettiği için ırkçılığa ve ırk ayrımcılığına şiddetle karşı çıkar. Kendisi de aslen Arnavut olan M. Akif, Balkan harpleri esnasında Müslüman Arnavutların Osmanlı'ya karşı gösterdikleri isyan hareketinin nelere mal olduğunu, Balkan harpleri esnasında Kosova halkının Sırplardan, Hırvatlardan ve Yunanlılardan neler çektiklerini, Sultan Murad-ı Hudavendigar'ın şehit olduğu yer olan şehitliğin bugün Sırpların meyhanesine nasıl dönüştürüldüğünü, bütün bu felaketlerin asıl sebebinin de ırkçılık ve tefrika olduğunu ifade ederken şu dramatik ifadeleri kullanır:

Nerde olsam çıkıyor karşıma bir şanlı ova,

Sen misin yoksa hayalim mi vefasız Kosova?

Hani binlerce mefahirdi senin her adımın?

Hani sinende yarıp geçtiği yol Yıldırımın?

Hani Asker? Hani kalbinde yatan şah-ı şehid?

Ah o kurban-ı zafer nerde bugün? Nerde o iyd?

Söyle meşhed, öpeyim secde edip toprağını,

Yok mudur sende Murad'ın iki üç damla kanı?

Ah meşhed, O ne? Sahandaki meyhane midir?

Kandilin görmüyorum yoksa şu peymane midir?

Ya Hariminde yatan şapkalı sarhoşlar kim?

Yoksa yanlış mı? Hayır, söyleme, bildim…bildim.

Hani Ey kavm-i esaret-zade, muhtariyet?

Korkarım ki, şimdi nasibin mütemadi haybet.

Karadağ haydudu, Sırp eşeği, Bulgar yılanı,

Sonra Yunan iti yahu, çepeçevre kuşatsın vatanı.

Tar-u-mar eyleyiversin de bütün ordumuzu,

Bizi kovsun, elimizden alarak yurdumuzu.

Kimsesiz ailelerden kimi gitsin bıçağa,

Kimi bin türlü feca'etle çekilsin kucağa.

Birinin ırzı heder diğerinin hûnû helal,

İşte Ey unsur-u isyan, bu elim izmihlal,

Seni tahrik eden üç-beş alığın marifeti,

Ya neden beklemiyordun bu rezil akibeti?

Hani milliyetin İslam idi… kavmiyet ne?

Sarılıp sımsıkı dursaydın a milliyetine.

Arnavutluk ne demek? Var mı Şeraitte yeri?

Küfr olur başka değil, kavmini sürmek ileri.

En büyük düşmanıdır Ruh-u Nebi tefrikanın.

Adı batsın onu İslama sokan kaltabanın.

Müslümanlıkta anasır mı olurmuş ne gezer?

Fikr-i kavmiyeti tel'in ediyor Peygamber.

Arabın Türke, lazın Çerkeze, yahut Kürde,

Acemin Çinliye rüchanı mı varmış? Nerede?

-devam edecek-

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DİĞER YAZILAR

Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabb'ine kulluk et!

Hicr, 99

GÜNÜN HADİSİ

Hikmetli söz, müminin yitiğidir. Onu nerede bulursa almaya en layıktır.

Tirmizi, İlim, 19.

TARİHTE BU HAFTA

*Fatih Camii Tekrar İbadete Açıldı(15 Nisan 1772) *Şeyhülislam İbn-i Kemal'in Vefatı(16 Nisan 1534) *Einstein'in Ölümü(18 Nisan 1955) *93 Harbi Başladı(19 Nisan 1877) *Miladi Takvime Göre Efendimiz'in(s.a.v) Doğumu(20 Nisan 571)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI