Cevaplar.Org

BEDİÜZZAMAN VE TECDİD

Kavramsal Çerçeve Tecdit kelimesi “Yenilemek”, Müceddit ise “Yenileyen kimse” anlamında kullanılmaktadır. Hz Peygamber(s), (إن الله يبعث لهذه الأمة على رأس كل مائة سنة من يجدد لها دينها) buyuruyor. Bu hadiste anlatılan şudur: Müceddit, ümmetin dinini değil, dinin emrini tecdit edecektir. Başka bir deyimle, yenilenen dinin kendisi değil, yanlış algılarla süslenmiş olan Müslümanların dini hayatlarıdır. Nitekim Resûl-i Ekrem (s) (جددوا إيمانكم) “İmanınızı yenileyin” buyurmuştur. Hz. Peygamber’e, (قيل: يا رسول الله! وكيف نجدد إيماننا؟ ) “Ey Allah’ın Resûlü! İmanımızı nasıl yenileyeceğiz?” denildi. Resûlulah (s): (قال: "أكثروا من قول لا إله إلا الله.) buyurmuştur.


Prof. Dr. Musa Kazım Yılmaz

musakazimyilmaz@gmail.com

2015-11-30 21:19:43

Kavramsal Çerçeve

 Tecdit kelimesi "Yenilemek", Müceddit ise "Yenileyen kimse" anlamında kullanılmaktadır. Hz Peygamber(s), (إن الله يبعث لهذه الأمة على رأس كل مائة سنة من يجدد لها دينها) buyuruyor. Bu hadiste anlatılan şudur: Müceddit, ümmetin dinini değil, dinin emrini tecdit edecektir. Başka bir deyimle, yenilenen dinin kendisi değil, yanlış algılarla süslenmiş olan Müslümanların dini hayatlarıdır. Nitekim Resûl-i Ekrem (s) (جددوا إيمانكم) "İmanınızı yenileyin" buyurmuştur. Hz. Peygamber'e, (قيل: يا رسول الله! وكيف نجدد إيماننا؟ ) "Ey Allah'ın Resûlü! İmanımızı nasıl yenileyeceğiz?" denildi. Resûlulah (s): (قال: "أكثروا من قول لا إله إلا الله.) buyurmuştur.

Kuşkusuz ki, tarihte yaşamış ve bugün yaşamakta olan birçok âlim için "müceddit" ifadesi kullanılabilir. Ancak bir şeyi hatırlatmakta fayda vardır: Her şeyden önce tecdit asla dönüştür; köklerde tasarruf etmek değildir. Yani, tecdit bir ihya hareketidir; bir tebdil ve bir tağyir hareketi değildir. Dinin köklerine saldırmak ve dini yeniden dizayn etmek ise, bir ihya değil bir itfâdır, bir söndürmedir ve erkan-i imaniyeye ilişmektir. Tecdit hareketinden maksat, dini, nazil olduğu şekliyle yeniden keşfedip benimsemektir. Yoksa bazılarının zannettiği gibi tecdit, dini nefsin arzularına göre yeniden tasarımlamak değildir.

Kuşkusuz, müceddit olan İslam âlimleri bir kaygı taşırlar: Acaba günümüzün Müslümanların da, Hz. Peygamber ve ashabının üzerinde bulundukları cadde-i kübranın üzerinde midirler yoksa bir sapma var mıdır? Eğer bir sapma varsa işte onu düzeltmek için harekete geçerler. Ne var ki, Allah dünyada zıtları iç içe yaratmıştır. Hayır ve şer, ziya ve zulmet, iyilik ve kötülük… Bunlar hep iç içedirler. Bu yüzden bazen insanlar tarafından şerre hayır rengi, kötülüğe da iyilik rengi verilebiliyor. Bazen şer, bir gazete, bazen de bir internet sitesi şeklinde karşımıza çıkabilir. Hatta şer bazen, hayr-i mahz olarak kabul edilen bir cami şeklinde de karşımıza çıkabilir. 

Medine döneminde, Müslümanları bölmek için münafıklar tarafından inşa edilen Mescid-i Dirar'ın varlığı ve Kur'an'da مسجدا ضرارا ) (tevbe,9/107) şeklinde bu camiye vurgu yapılmış olması, iyilik adıyla bazen kötülüğün yapılabileceğinin en açık delilidir. Hatta bazen kötü niyetli bir kişi, muhataplarına yemin ederek "Vallahi ben size nasihat etmek istiyorum" da diyebilir. Tıpkı Şeytanın Hz. Adem ve Havva'ya yemin ederek, "وقاسمهما إني لكما لمن الناصحين" (Araf, 21) diyerek onları çok sevdiğini ve onlara iyilik yapmak istediğini söylemesi gibi… Bütün bu durumlar, tecdidin bazı kimseler tarafından saptırılabileceğini gösterdiği gibi, tecdit hareketinin hakkıyla anlaşılmasının zor olduğunu da gösteriyor.

Kısacası tecdit, imanın aslı olan tevhidi yenilemekten başka bir şey değildir. Tecdit, dinin aslına bir şeyler katmak değil, sadece, imanın aslını hatırlamaya engel olan gaflet perdesini kaldırmak ve kalbin paslarını silmektir. Şu halde burada müceddit tarafından yenilenen şey, dinin kendisi değil, ümmetin gaflet perdesi altında yaşamaya çalıştığı din algısıdır.

Bediüzzaman ve Tecdit

Bediüzzaman, sahabenin mesleğini esas alarak 20. asırda bir asr-ı saadet modelini yeniden dünyaya gösterebilmek için cihat meydanına atılan büyük bir İslam âlimidir. Sahabeler gibi, ölümü hakir görecek kadar cihat ruhu yüksek olan bu zatın en büyük özelliği, İslam'ın ve Kur'an'ın öz değerlerine bağlı kalarak asırların idrakine hitap edebilen Risale-i Nur gibi bir külliyatı ortaya koymuş olmasıdır.

Hayatı boyunca çağını ve çağdaşlarını kendisiyle sıkı bir şekilde meşgul ettirecek kadar faal olan Bediüzzaman bütün hayatını, Müslümanların gözlerine çekilen gaflet ve dalalet perdesini kaldırmakla geçirmiştir.

Birinci dünya savaşından sonra askerî tehlikenin bitişini takiben kendisini göstermeye başlayan inançsız bir kültür istilasına karşı çıkmak ihtiyacını hissetmiş, bu sebeple 20. asrın bu ilk çeyreğinden itibaren hayatını, Risale-i Nurla gençlerin imanını kurtarmaya adamıştır. Nitekim 23. Lema olan Tabiat Risalesinin başında şöyle der: "1338(1922)'de Ankara'ya gittim. İslâm Ordusunun Yunan'a galebesinden neş'e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne çalıştığını gördüm. "Eyvah," dedim. "Bu ejderha imanın erkânına ilişecek!"(1) Bu ifadeler, İstiklal savaşından hemen sonra, ülkenin nasıl bir tehlike ile karşı karşıya olduğunu açıkça ifade ediyor.

Diğer taraftan,"Bana ıztırap veren, yalnız Islâmın mâruz kaldığı tehlikelerdir... Yoksa, şahsımın mâruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeye bile vaktim yoktur."(2) şeklindeki sözleri ve "Ben kendi elemlerime tahammül ettim; fakat, ehl-i İslam'ın eleminden gelen teellümat beni ezdi. Âlem-i İslama indirilen darbelerin en evvel kalbime indiğini hissediyorum."(3) şeklindeki sözleri, onun kendisini İslam davasına ve Müslümanlara ne kadar adadığının açık bir ifadesidir.

İman ilimleri konusunda kendisini vazifeli kabul eden Bediüzzaman, 20. asır insanının içine düştüğü imam ve ahlak buhranına karşı tedbir almak ihtiyacını hissetmiş ve bütün mesaisini iman ve Kur'an hizmeti üzerinde teksif etmiştir. Fakat Bediüzzaman öyle sadece Kur'anî ve imanî ilimlerle meşgul olup bir köşeye çekilen ve manevi makamlara talip olan bir vaiz değildir. Amacı, erkân-ı imaniyeye yapılan saldırılara karşı koymaktı. Bu iş için her şeyi göze almıştı: "Umumun malûmu olsun ki: İki elim iki hayatımı tutmuşum, iki hasım için iki meydan-ı mübarezede iki harple meşgulüm. Tek hayatlı olan adam meydanıma çıkmasın"(4) diyerek hem sosyal hayatın merkezi olan dünya hayatının, hem de manevi hayatın merkezi olan kalbî hayatın ıslahına çalıştığını ortaya koymuştur.

İslam Dünyasının Müceddit İhtiyacı

Bediüzzaman, erkân-i imaniyeyi anlatmanın yanı sıra, sosyal ve siyasal sahayı, Batı dünyasının mukallitleri olan talihsiz aydınlar zümresine terk etmemek için, İslam'ın sosyal ve siyasi görüşlerinden de bahsetmiştir. "Ben Arabistan'da da olsaydım buraya gelmem gerekirdi" ve "Ben halka, tabiata ve bu toprağın gerçeklerine öylesine yakınım ki, onların mevzularını konuşuyorum" diyerek, içinde yaşadığı toplumun gerçeklerini kendisi için hareket noktası olarak kabul eden bir âlimdir.

Kuşkusuz birinci dünya savaşından sonra dağılma istidadını gösteren İslam dünyasını ve hilafet merkezi olan Anadolu'nun Kur'an'ın ruhuyla mayalanmış toplum yapısını muhafaza etmek için bir tecdit ruhuna ihtiyaç vardı. Bu da ancak Kur'an'ı çağımıza uygun şekilde yorumlayan bir eserle mümkün olabilirdi. Bence Bediüzzaman'ı ve onun hayatının mahsulü olan Risale-i Nur külliyatını, çağımızın bu noktadaki ihtiyaçlarına cevap veren çok yönlü bir irşad otoritesi ve bir müceddit olarak değerlendirmek gerekir. Şöyle der: "Evet, bu zaman hem iman ve din için, hem hayat-ı içtimaî ve şeriat için, hem hukuk-u amme ve siyaset-i İslamiye için gayet ehemmiyetli birer müceddid ister. Fakat en ehemmiyetlisi, hakaik-i imaniyeyi muhafaza noktasında tecdid vazifesi, en mukaddes ve en büyüğüdür. Şeriat ve hayat-ı içtimaiye ve siyasiye daireleri ona nispeten ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalıyor. Rivâyât-ı hadisiyede, tecdid-i din hakkında ziyade ehemmiyet ise, imanî hakaikteki tecdid itibarıyladır." (5)

Risale-i Nur'un birçok yerinde, gerek Bediüzzaman'ın kendisi gerek onun has talebeleri, Risale-i Nur'un bir müceddit olduğunu ifade etmişlerdir. Fakat Said Nursi, insanların teveccühünü, şan ve şöhreti bir riya kabul ettiği için, zamanın âlimleri tarafından kendisine verilen "Bediüzzaman" lakabının bile, aslında Risale-i Nura ait bir lakap olduğunu ilan ederek Risale-i Nur'un bir tecdit vazifesi gördüğünü ifade etmiştir.

İnsanların Gözünden Gaflet ve Dalalet Perdesini Kaldırma Çabası

Bir müceddit olarak Bediüzzaman'ın bütün çabası, gözlerine gaflet ve dalalet perdesi çekilmiş olan insanları bu gafletten kurtarmaya yöneliktir. Ehl-i gaflet dünyasının hakikatini tasvir eder levhada söyledikleri sözler, hep bu çabanın eseridir.

Bir talebesine yazdığı mektupta bu levhayı şöyle anlatır: "Ben de senin gibi gençlik sarhoşluğuyla, gaflet içinde, dünyayı hoş ve güzel gördüğüm halde, gençlik sarhoşluğundan ihtiyarlık sabahında ayıldığım dakikada, o güzel zannettiğim, âhirete müteveccih olmayan dünyanın yüzünü nasıl çirkin gördüğümü ve âhirete bakan hakiki yüzün ne kadar güzel olduğunu, On Yedinci Sözün İkinci Makamının 199 ve 200. sayfalarında yazılan iki levha-i hakikate bak, sen de gör. Birinci Levha: Ehl-i dalâlet gibi, fakat sarhoş olmadan, gaflet perdesiyle eskiden gördüğüm ehl-i gaflet dünyasının hakikatini tasvir eder."(6) 

Risale-i Nur'un bir yerinde Vahy-i ilahinin bakış açısı ile felsefenin bakış açısını mukayese ederek felsefenin insana verdiği gaflet ve ülfet perdesine işaret ediyor ve şöyle diyor:"Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân bütün kâinattaki âdiyât nâmiyle yâd olunan, hârikulâde ve birer mu'cize-i kudret olan mevcudât üstündeki âdet ve ülfet perdesini keskin beyânâtıyla yırtıp, o hakàik-ı acîbeyi zîşuura açıp, nazar-ı ibretlerini celb edip, ukùle tükenmez bir hazîne-i ulûm açar. Felsefe hikmeti ise, bütün harikulâde olan mu'cizât-ı kudreti âdet perdesi içinde saklayıp, cahilâne ve lâkaydâne üstünden geçer."(7)

Bediüzzaman, bu zamanda gaflet ve dalaletin fen ve felsefeden geldiğini müteaddit yerlere ifade ediyor. Bu yüzden "Ey insafsız ve dikkatsiz ve imânı zayıf, felsefesi kavî, hodbîn, münekkid adam!" veya " Ey gaflet ve felsefe uykusu içinde tenvîm edilen (uyutulan) insafsız adam!" diyerek felsefenin verdiği kalın gaflet perdesini insanların gözünden kaldırıp onları Kur'an'ın hakikatlerine yönlendirmek istiyor.

Bediüzzaman, kendisini müceddit kabul eden talebelerinin ve dostlarının nazarlarını, "Bu zaman cemaat zamanıdır. Şahıs zamanı değildir" diyerek hep Risale-i Nur'a çevirir. Bu meyanda, Risale-i Nur'un gafleti izale eden bir eser olduğunu ifade ederek şöyle der: "Risâle-i Nur, o vazifeyi tam yapıyor. Ve aleyhindeki dehşetli propagandalara ve gayet muannid zındıklara tam galebe çalmış ve dalâletin en sert kuvvetli kalesi olan tabiatı, Tabiat Risâlesi ile parça parça etmiş ve gafletin en kalın ve boğucu ve geniş daire-i âfâkında ve fennin en geniş perdelerinde, Asâ-yı Mûsâ'daki Meyvenin Altıncı Meselesi ve Birinci, İkinci, Üçüncü, Sekizinci Hüccetleriyle gayet parlak bir tarzda gafleti dağıtıp, nur-u tevhidi göstermiştir."(8)

İman Konusunda Yaptığı Tecdit

Bediüzzaman, başta imanî meseleler olmak üzere dinî hayatın her safhasında tecdit yapmıştır. Hele tevhidin kesiminden insanları kendisine hayran bırakmıştır. Her gün gördüğümüz ve bildiğimiz objeleri kullanarak Allah'ın varlığına birliğine ve tesadüfün imkânsızlığına delil getirmektedir: Şöyle der: "Meselâ, Ayasofya kubbesindeki taşlar eğer mimarının emrine ve sanatına tâbi olmazlarsa, her bir taşı, Mimar Sinan gibi dülgerlik sanatında bir mahareti ve sair taşlara hem mahkûm, hem hâkim olmak, yani "Geliniz, düşmemek, sukut etmemek için baş başa vereceğiz" diye bir hüküm sahibi olması lâzımdır; öyle de, binler defa Ayasofya kubbesinden daha sanatlı, daha hayretli ve hikmetli olan masnuattaki zerreler, Kâinat Ustasının emrine tâbi olmazlarsa, her birine Sâni-i Kâinatın evsafı kadar evsaf-ı kemâl verilmesi lâzım gelir."(9)

Müceddit, insanları Kur'an'la ve Allah'la buluşturmak için yeni yollar keşfeder. Bu açıdan Müceddit bir keşşaftır. Bediüzzaman da kâinat kitabını bir başka gözle okumuş ve yorumlamıştır. Adeta kâinatı yeniden keşfetmiştir. Çünkü o, kâinata ve insana herkesin baktığı gözle bakmamış, yeni bir okuma biçimiyle kâinatı ve insanı yeniden okumuş ve okutmuştur. Şu sözler ona aittir: "Demek nasıl Esmada bir ism-i azam var, öyle de o esmanın nükuşunda da dahi bir nakş-ı azam var ki, o da insandır. Ey kendini insan bilen İnsan! Kendini oku! Yoksa hayvan ve camid hükmünde insan olmak ihtimali var."(10)

Bediüzzaman, bazen başından geçen bir anıyı anlatacakmış gibi söze başlar.  "Bir gün bir bahar mevsiminde, garibâne, mütefekkirâne, seyahate gidiyordum. Bir tepeciğin eteğinden geçerken parlak bir sarıçiçek nazarıma ilişti." (11)Bu cümleyi işitenler, Bediüzzaman'ın bir anısından söz edecek sanırlar. Evet, aslında burada başından geçen bir anıyı anlatıyor. Fakat bu anısını tevhide bir pencere yapar ve o pencereden yaratıcıyı ve onun sıfatlarını bize anlatır. Gözümüzdeki ülfet, hata gaflet perdesini kaldırarak her gün gördüğümüz çiçeklerden ibret almamıza vesile olur. Buradan yola çıkarak bir çiçeği halkeden zatın, bütün baharı halkeden zat olabileceğini dile getirir.

Merhamet, Şefkat, Fedakârlık ve Tevazu

Bediüzzaman merhamet ve şefkat duygusunda da tecdit yapmıştır. Adeta bir eliyle cehennemin yolunu kapatarak bütün insanları cennete sevk edecek kadar geniş bir merhamete sahiptir. Bediüzzaman, "Bana, `Sen şuna buna niçin sataştın?' diyorlar. Farkında değilim; karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor, içinde evladım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum."(12) diyerek, imanını kurtarmak istediği gençlerin her birisini, yangının alevleri içinde yayan kendi evladı gibi kabul etmiş ve onların imanını kurtarmaya koşmuştur.

Fedakârlık duygusunda ve hoşgörüde de tecdit yapmıştır. Şöyle der: "Mademki, nur-u hakikat, imana muhtaç gönüllerde tesirini yapıyor; bir Said değil, bin Said feda olsun. Yirmi sekiz sene çektiğim ezâ ve cefâlar, mâruz kaldığım işkenceler, katlandığım musîbetler helâl olsun. Bana zulmedenlere, beni kasaba kasaba dolaştıranlara, hakaret edenlere, türlü türlü ittihamlarla mahkûm etmek isteyenlere, zindanlarda bana yer hazırlayanların hepsine hakkımı helâl ettim."(13)

Tevazuda da tecdit yapmıştır. Ortaya koyduğu Risale-i Nur Külliyatı, bugün bütün dünyadaki İslam âlimleri tarafından kabul gördüğü halde, Risalelerin kendi malı olmadığını, belki Kur'an'ın malı olduğunu ısrarla ifade etmesi tevazuun zirvesidir: "Benim şahsımdan bir himmet beklemeyiniz ve şahsımı mübarek tanımayınız. Ben makam sahibi değilim. Adi bir neferin, müşir makamının emirlerini tebliğ etmesi gibi, ben de manevî bir müşiriyet makamının emirlerini tebliğ ediyorum. Hem müflis bir adamın, gayet kıymettar ve zengin elmas ve mücevherat dükkânının dellalı olduğu gibi, ben dahi mukaddes ve Kur'ânî bir dükkânın dellâlıyım"(14) şeklindeki sözler ona aittir.

Bediüzzaman, ayrılık acılarından dolayı bağırıp çağıran ve yetimane bir şekilde ağlayanların feryatlarrına da yeni bir anlam vermiştir. "Maddi ve süfli muhabbetler için bütün mazi ve müstakbel firaklarla doludur… Bütün firaklardan gelen feryatlar aşk-ı bekadan gelen ağlamaların tercümanlarıdır(15)…. Yerinde sarf olunmayan bir muhabbet-i gayri meşruanın cezası, merhametsiz bir musibettir." diyerek İlahi aşktan yoksun olan ehl-i dünyanın gafletli muhabbetlerine gönderme yapmış ve gaflet perdesini kalınlaştıran feryatlara, ah-u figanlara ve hasretlere yeni bir anlam yüklemiştir. Bu feryad-u figanların, insanın fıtratındaki şiddetli beka arzusuna delalet ettiğini vurgulamıştır.

Sonuç

Bediüzzaman kendisini mücedditlik makamına layık görmese de, hiç kuşkusuz onun Risale-i Nur gibi bir külliyatla ortaya koyduğu dini mücahede, onun müceddit olduğunu göstermektedir. Ancak kendi şahsını ileri sürmeden Risale-i Nur'un müceddit olduğunu söylemesi tevazudan başka bir şey değildir. Çünkü eserler müellifleriyle kaimdirler. Filhakika hem Risale-i Nur hem de onun muhterem müellifi müceddittirler. Hem Bediüzzaman'ıın hem de Risale-i Nur'un müceddit olduğunu gösteren en büyük delil, Bediüzzaman'ın hiçbir İslam âliminin mazhar olmadığı alaka ve teveccühe mazhar olmasıdır. Risale-i Nur külliyatı ise bugüne kadar 40'tan fazla dünya diline tercüme edilmiştir. Risale-i Nur'un gördüğü bu alakanın sebebi, İslam'ın özüne ve Sünnet-i seniyyeye olan bağlılığı ve Kur'an nurlarından tereşşuh etmesidir. Risale-i Nur'u hayatının bir gayesi olarak kabul eden Bediüzzaman, İmana ve Kur'an'a hizmet edebilmek için hem dünyasını hem de ahretini feda etmeyi göze almıştır. Şöyle der:

"Eğer başımdaki saçlarım adedince başlarım bulunsa, her gün biri kesilse, hakîkat-i Kur'âniyeye fedâ olan bu başı zındıkaya ve küfr-ü mutlaka eğmem! Ve bu hizmet-i îmâniye ve Nuriyeden vazgeçmem ve geçemem."(16) Unutulmamalıdır ki, böyle bir fedakârlığı ancak mücedditler yaparlar.

Dipnotlar

1-Bediüzzaman, Lemalar,181, Yeni Asya Neşriyat

2-Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat, 543.

3-Tarihçe-i Hayat, 123.

4-Münazarat, 116.

5-Kastamonu Lahikası, 149.

6-Sözler, 298. Yeni Asya Neşriyat

7-Sözler, 126. Yeni Asya Neşriyat

8-Sözler, 141. Yeni Asya Neşriyat

9-Sözler, 510.

10-Sözler, 628.

11-Sözler, 623.

12-Tarihçe-i Hayat, 543.

13-Tarihçe-i Hayat, 595.

14-Mektubat, 338; Yeni Asya Neşriyat.

15-Lemalar, 21,23.

16-Tarihçe-i Hayat, 482.

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DİĞER YAZILAR

Üstünlük ve şeref ancak Allah'ın, Peygamberinin ve mü'minlerindir.

Münâfikûn, 8

GÜNÜN HADİSİ

İslam hakkında.

"İslam beş esas üzerine bina edilmiştir: Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in O'nun kulu ve elçisi olduguna şehadet etmek, namaz kılmak, oruç tutmak, Kabe'ye haccetmek, Ramazan orucu tutmak" Buhari-İman:1

TARİHTE BU HAFTA

*Fatih Camii Tekrar İbadete Açıldı(15 Nisan 1772) *Şeyhülislam İbn-i Kemal'in Vefatı(16 Nisan 1534) *Einstein'in Ölümü(18 Nisan 1955) *93 Harbi Başladı(19 Nisan 1877) *Miladi Takvime Göre Efendimiz'in(s.a.v) Doğumu(20 Nisan 571)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI