Cevaplar.Org

DERS: 2 MESNEVİ-İ NURİYE, KATRE HATİME

Şu hatime 4 çeşit hastalıkları beyan eder. Ve tedavi çarelerini gösterir. Birinci hastalık: ‘’YEİS’’tir.


M. Ragıp Öncel

İsminur1940@gmail.com

2015-10-15 06:15:54

Şu hatime 4 çeşit hastalıkları beyan eder. Ve tedavi çarelerini gösterir.

Birinci hastalık: ''YEİS''tir.

Yeis; yani ümitsizlik hastalığı. Bu bir fertte olabilir, bir ailede olabilir, bir millete olabilir, bir orduda olabilir, herhangi bir meslek erbabında olabilir, bir şirkette olabilir ila ahir…

Yeis bir hastalıktır. Yeis bir bünyeye girdi mi bünyeyi talan eder bünyeyi mahveder. Üstadımız ''Hutbe-i Şamiye'' de İslam Aleminin karşılaştığı 6 nevi hastalıktan biri olrak tarif ettiği yeisle alakalı söylediği ifadeleri belirtmek istiyorum: "Ben, bu zaman ve zeminde beşerin hayat-ı içtimaiye medresesinde ders aldım ve bildim ki: Ecnebiler, Avrupalılar terakkide istikbâle uçmalariyle beraber, bizi maddi cihette kurûn-u vustada (orta çağ)durduran ve tevkif eden; altı tane hastalıktır. O hastalıklar da bunlardır:

1- Ye'sin (ümidsizliğin) içimizde hayat bulup dirilmesi. (T.Hayat,90)

Evet, "yeis en dehşetli hastalıktır ki âlemi İslam'ın kalbine girmiş. Âlem-i İslam niye esaret zinciri altına girdi? Hastalık var çünkü bünye hastalıklı. İşte o yeistir ki, bizi öldürmüş gibi garp da bir iki milyonluk küçük bir devlet (buna İngiltere de diyebilirsiniz Hollanda da diyebilirsiniz) şarkta yirmi milyon Müslümanları kendine hizmetkâr ve vatanlarını müstemleke(sömürge) haline getirmiş." (Tarihçe-i Hayat, 95-96)

 

İki milyon gayr-i müslim yirmi milyon Müslümanı müstemleke, sömürge haline getirmiş. Onları galip bizi mağlup eden, onları hâkim bizleri mahkûm eden nedir? Onlardaki, kendilerine olan güven, bizlerde ki kendimize olan güvensizlik, ümitsizlik ve yeis dediğimiz hastalıktır. Hem o yeistir ki (o ümitsizlik hastalığıdır ki) yüksek ahlakımızı öldürmüş.

Meşhur "Mute savaşı" vardır. Hz. Peygamber, Ashabtan Hâris b. Umeyr (r.a)'ı Busra (Havran) Emiri Şurahbil b. Amr el-Gassânî'ye İslâm'a davet mektubunu sunmak üzere yollamış, ama bu sahabi Gassan ile tarafından şehid edilmişti Halbuki; "elçiye zeval yoktur" anlayışı gereğince düşman ülkeler bile birbirlerinin elçilerine dokunmazlardı. Hz. Peygamber, ashabına çok düşkündü, onlardan birinin başına bir sıkıntı geldi mi ondan çok rahatsız olurdu. Bu sebeple ashabından birinin küstahça öldürülüşüne seyirci kalamazdı. Hemen 3000 kişilik bir ordu hazırladı.

 Hz. Peygamber (asm) daha Mekke fethedilmeden evvel İslam âleminin ordusu gücü daha kuvvetli olmadan evvel bu hadise vuku bulmuş, ama nasıl ki bir insanın bir uzvuna zarar geldiği vakit, diğer uzuvlar onun imdadına koşarlar aynı şekilde İslam âlemi bir vücuttur herhangi bir uzva bir zarar geldi mi, diğer uzuvlar onun imdadına koşar kaidesini tam hakkıyla yerleştirmiş.

Üç bin kişilik bir ordu hazırlanır. Karşılarındaki ordu hakkında ise bir rivayet var yüz bin, bir rivayette, yüz ellibin. Ben bir ara bir arkadaşa sordum. Dedim ki, sen bir sokaktan geçsen senin karşına kaç kişi geçse kaç kişiye kadar dövüşebilirsin, vuruşabilirsin? İki veya üç, ama dört olunca artık tabana kuvvet. Erkekliğin yüzde doksanı kaçmaktır, yüzde onu da görünmemektir. Şimdi elli kişi çıktı mı bir insan dayanamaz değil mi? Yirmi kişi çıksa dayanamaz, ya otuz kişi çıktı mı hiç dayanamaz ve doğrusu da kaçmaktır. Üç bin kişiye iki ayrı rivayet var yüz bin veya yüz ellibin kişilik ordu çıkıyor. Hz. Peygamber (asm)'in o ashabı öyle bir terbiye almışlar, öyle dinlerine, öyle Rablerine ciddi ümitleri, itimatları var ki "bizim önümüzde iki yol var, ya gazilik ya da şehitlik" diyorlar. Ve neticede Allah galip ediyor.

Tarihçe-i Hayat'tan devam ediyoruz:

"Hem o yeistir ki, kuvve i maneviyemizi kırmış." Biz hiç bir şey yapamıyoruz. Az bir kuvvetle imandan gelen kuvve i maneviyeyle şarktan garba kadar istila ettiği halde o kuvve i maneviyeyi harika me'yusiyetle kırıldığı için zalim ecnebiler dörtyüz seneden beri üçyüz milyon Müslümanı kendilerine esir etmiştir. Evet şimdi yeis bu. Yani ümitsizlik bir bünyeye girse Allah muhafaza Üstadımızın ifadesi şu " yeis, milletlerin devletlerin seretan dediği (şimdiki tabirle kanser dediği) en müthiş bir hastalıktır." Allah kimsenin içerisine düşürmesin.

 Şimdi Üstad Hz. dört tane hastalığı burada teşhis ediyor. Ve birincisine de yeis diyor. Buradaki yeis amele muvaffak olamamaktan kaynaklanan yeis'in bizi götürdüğü helaket ve felaket kapısı.

Arkadaş amele ve taate, ubudiyete muvaffak olamayan azaptan korkar.

Eyvah benim halim ne olacak. Ben namaz kılmadım, ibadet yapmadım, oruç tutmadım, malım vardı zekât vermedim, hacca gitmedim. Acaba benim halim ne olacak, ben mahvoldum diye yeise mi girecek bu adam yoksa her şeyin ilacının içerisinde bulunduğu Kur'an-ı Kerime dayanıp ondan ilacını mı bulacak bu adam? Maalesef genellikle Kur'an-ı Kerim'den istimdat etmiyoruz, medet beklemiyoruz ve birinci kapıya sülûk ediyoruz.

Amele ve taate muvaffak olamayan azaptan korkar yese (yani ümitsizliğe) düşer. Böyle bir me'yusun gözüne(böyle bir ümitsizin gözüne) dini meselelere münafi edna ve zayıf bir emare kocaman bir bürhan görünür. Böyle birkaç emareyi elde eder etmez, diğer emarelerin saikasıyla, (diğer emarelerin de kuvvet vermesiyle) ilan-ı isyan ederek, İslam dairesinden çıkar, şeytanın ordusuna iltihak eder.

Evet, ahirete inanan, fakat İslam'ı yaşama konusunda nefsine söz geçiremeyen bir kişinin yakalanacağı ilk hastalık yeistir. İkinci Lem'ada Üstadımız o örnekleri veriyor; ''Cehennem azabını intaç edecek (netice verecek) büyük bir günahı işleyen adam istiğfar ile ona karsı siper almazsa (istiğfar ile o günahı temizlemeye çalışmazsa,) o zaman ne yapar? Cehennem azabının olmadığını ya da olmaması gerektiğini başta bir arzu eder''(Lemalar s:10) ondan sonra o arzudan aldığı kuvvetle der ki, ''ahirete gidip de kafası kırılıp ta dönen kimseyi görmedim ki ahirete inanayım, cehenneme inanayım, öyleyse yoktur" der, Hâşâ! Cehennemi inkâr etmeye cesaret bulur. O halde iki yol var, ya ümitsizliğe gireceğiz ondan dolayı da Allah muhafaza küfre girip şeytanın ordusuna iltihak edeceğiz veyahut Kur'an'ın gösterdiği tövbe ve istiğfar ile Allah'ın rahmetine merhametine sığınacağız, öyle değil mi?

قُلْ يَا عِبَادِىَ الَّذِينَ اَسْرَفُوا عَلَى اَنْفُسِهِمْ لاَ تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللّهِ اِنَّ اللّهَ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ

 جَمِيعًا اِنَّهُ هُوَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ ( Zümer Suresi, 53 )De ki " ey nefislerine günah işlemek suretiyle zulmeden kullarım, Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Muhakkak ki Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.

 Ayette geçen nefis kelimesi ''zat'' anlamındadır. Yani bize ait olan organlarımızı (göz, kulak... v.s) 6.Söz'de belirtildiği yaradılışa uygun olmayan haram yollarda kullanarak nefsine zulmeden kullarım demektir. Ayette geçen ''camian'' bütününü, tamamını kelimesi de çok önemlidir. Bu kelime büyük günahların affedilemeyeceğini iddia eden Mutezile'ye ve Haricilere de en güzel bir cevaptır.

İkinci Hastalık: "Ucb"dur. Arkadaş! Ye'se düşen adam, azabdan kurtulmak için, istinad edecek bir noktayı aramaya başlar. Bakar ki, bir miktar hasenat ve kemalâtı var, hemen o kemalâtına bel bağlar. Güvenerek der ki: "Bu kemalât beni kurtarır, yeter" diye bir derece rahat eder. Hâlbuki a'male güvenmek ucbdur. İnsanı dalalete atar.

İkinci ise hastalık ucb'dur.Yani,kişinin kendi ameline güvenmesidir.Yeis ''kişinin cehennemi garanti görmesi'',ucub ise 'cenneti kesin bilmesi'dir.

Veya yeis 'Allahın rahmetinden ümit kesmek',ucub ise 'O'nun azabından kendini emin sanmak'tır. 'Benim dedem şeyh idi v.s"diyerek, dedesinin şeyhliğine ucb ile bağlanmak veya babasının şöyle hayırsever bir insan olduğuyla bağlanmak gibi. Ya da döner kendi hayatının tersine geçmişine bakar ve filan vakitte bir hayır işlemiştim. Şöyle bir hasenat işlemiştim, şöyle bir iyiliğim vardı. Bir fakire sadaka vermiştim, dul yaşlı bir kadının eşyalarını taşımıştım gibi. Bunlara güvenerek, dayanarak azaptan kurtulmaya çalışmaya ucb diyoruz.

Çünkü insanın yaptığı kemalât ve iyiliklerde hakkı yoktur; mülkü değildir, onlara güvenemez.

Mesela; yaşlı bir kadının eşyalarını mı taşıyıp götürdünüz? Evet, sen felçli olsan neyle kaldıracaksın onları. Sana gücü veren kimse, o kemalatın sahibi O. Güzel bir Fatiha mı okumuştun, Kur'an mı okumuştun? Allah sana o dili, o mahreçleri vermeseydi sen neyinle okuyacaktın? Dolayısıyla bizde olan ne varsa onların sahibi Cenab-ı Hak'tır. Biz bunlarla bir şey yaptığımız vakit bunlara güvenerek, bu amel beni kurtarır, yeter diyemezsin. Çünkü, öyle dedin mi, o söylemek seni dalalete atar.

Hem insanın vücudu ve cesedi bile onun değildir. Çünkü kendisinin eser-i sanatı değildir. 

Sen şu vücudu nereden aldın, şu cesedi nereden buldun şu gözünü nereden aldın, şu dilini nereden satın aldın, kimden hediye aldın annenden mi babandan mı ecdadından mı miras kaldı?

Bakın anne rahmindeyken daha ruh gelmeden şu ceset hazırlanıyor. Biz yokuz ortada, hanemiz hazırlanıyor. Yani ruhumuzun görmeye ihtiyacı var, gözümüz orada nakşoluyor. Döşeniyor, işitmeye ihtiyacımız var, kulaklarımız orada hususi bir matkapla deliniyor. Ağzımız deliniyor, kafamızın içerisine beynimiz konuyor ve beynimizin etrafında onu muhafaza edecek sağlam bir mazbata korunuyor. Sağlam bir kılıf konuyor. Şimdi bütün bunlar benimdir diyebilir misin?

O vücudu yolda bulmuş, lakita olarak temellük etmiş de değildir. Kıymeti olmayan şeylerden olduğu için, yere atılmış da insan almış değildir.

Yani, yolda mı buldun bunları! Hani bazen olur çöpe bir şey atarsınız, kıymetsizdir diye. Sizin için kıymetsizse de ama birisi için kıymetli olabilir. Öyle mi yani; bizim gözlerimiz, ellerimiz, ayaklarımız, azalarımız kıymetsiz olduğu için atılmış da, birisi dışarıya atmış da, biz de gittik aldık bunları başladık kullanmaya öyle mi? Hayır! Kıymetli olmayan şeylerden olduğu için yere atılmış da, insan almış değildir.

Ancak o vücut, havi olduğu garip san'at, acip nakışların şehadetiyle, bir Sani-i Hakimin desti kudretinden çıkmış kıymettar bir hane olup, insan o hanede emaneten oturur.

Evet o vücut havi olduğu garip sanat, acip nakışların şehadetiyle bir Sanii Hakimin dest-i kudretinden (kudret elinden) çıkmış, kıymettar bir hane olup, insan o hane de emaneten oturuyor. Bazıları bir yıl oturur, bazıları üç yıl oturur, bazıları otuz yıl bazıları da yetmiş yıl, bilemedin yüz yıl orada emaneten oturursun.

O vücutta yapılan binlerce tasarrufattan, ancak bir tane insana aittir.

Yüzlerce, binlerce tasarrufat oluyor bizde. Üstad Hazretleri burada kesretten kinaye konuşmuş. Sadece şu elimi kaldırmam için -bir profesörün ifadesiyle, yetmiş ayrı reaksiyon lazım ki, ben elimi kaldırabileyim. Ben yaptım, ettim deyince bir manada Allah'ın malından hırsızlık yapmış oluruz. Bir hadiste var. "Ben şöyle yaptım, böyle yaptım diye mağrurane bir insan bir şey anlatırsa Cenab-ı Hak meleklere hikmet lisaniyle seslenir "ey melekler şu insanın amellerinin yarısını, sevabının yarısını silin" diyor. İkinci defa yine mağrurla, gururla ben bunu yaptım, şunu yaptım diye anlatırsa, Cenab-ı Hak meleklere lisanı hikmetle yine seslenir "ey melekler bunun geri kalan sevabını da silin" üçüncü defa anlatırken Cenab-ı Hak meleklere buyurur ki "ey melekler bunu yalancılar defterine yazın" Allah muhafaza!...

Ve keza, esbab içerisinde en eşref, en kuvvetli bir ihtiyar sahibi insan iken, ef'al-i ihtiyariye namıyla, kendisine mal zannettiği ef'alin ekl, şürb gibi en adi bir fiilin husulünde yüz cüz'ünden ancak bir cüz'ü insana aittir.

Bizim en iyi yapabildiğimiz ve başardığımız fiil nedir? Yemek yemek. Ne yapıyoruz yemekte. Mesela; bir elma düşünün. Elmanın yapılışında bizim hiçbir şeyimiz yok değil mi tesirimiz yok. Kopardık mı dalından kopardık. Bakın işte o kadar bir şeyimiz var. Ağzımıza götürdük, orada dişlerimizi hareketlendirdik. Allah bize bu işi yaptırırken ayrıca ücretini de veriyor.

Bakın eğer tadı güzel olmazsa, bize güzel lezzeti vermezse, vücudumuzu besleyecek o elmayı emin olun çoğumuz belki yiyemeyeceğiz. Angarya gibi görürüz. Ama Allah rahmetiyle lezzet koyuyor içerisine, o lezzetin saikasıyla, tesiriyle ne yapıyoruz, yiyiyoruz. Şimdi boğazımızdan geçtikten sonra bizim ne tesirimiz var. Yüz trilyon hücremize kim dağıtıyor. İçindeki atomun ya da elementin nereye gideceğini kim tayin ediyor? Var mı öyle bir hesap uzmanınız sizin? var mı öyle bir gıda mühendisiniz?. Var mı sizin böyle bir dağıtım uzmanınız? Şu göze gitsin, şu beyne gitsin, şu tırnağa gitsin. Elhamdülillah ki yok. Olsa iş karışır. İçimizi tanzim eden Allah'ın rahmeti, kudreti, ilmidir, hikmetidir. Demek ki fiillerimizden, ihtiyari fiillerimizden en güzel becerdiğimiz yemek ve içmek gibi şeylerde ne kadar tesirimiz olduğunu görüyorsunuz. Konuşmada da, biz sadece kelimeleri mahreçlere sokuyoruz ondan sonra çıkarıyoruz.

Hz.Üstad bu hususu 32.Söz'de şu veciz ifadelerle ne güzel belirtmiştir; "Esbab içinde, bilbedâhe en eşrefi ve ihtiyarı en geniş ve tasarrufatı en vasi', insandır. İnsanın dahi en zâhir ef'al-i ihtiyariyesi içinde en zâhiri; ekl ve kelâm ve fikirdir. Yâni: Yemek, söylemek, düşünmektir. Şu yemek, söylemek, düşünmek ise gâyet muntâzam, acib, hikmetli birer silsiledir. O silsilenin yüz cüz'ünden, insanın dest-i ihtiyarına verilen ancak bir cüz'üdür. Meselâ: Yemekten, bedenin tegaddi-i hüceyratından tut, tâ semeratın teşekkülüne kadar olan silsile-i ef'al içinde, insanın dest-i ihtiyarına verilen yalnız ağızdaki dişlerin değirmenini tahrik edip onu çiğnemektir''.(Sözler,32.Söz.2.mevkıf,657)

Ve keza, insanın elindeki ihtiyar pek dardır. Havassının en genişi hayal olduğu halde, o hayal akıl ve aklın semerelerini ihata edemez. Bunları, bu kadar büyük iken, nasıl daire-i ihtiyarına idhal edip, onlarla iftihar ediyorsun.

İşte insanın aczi bu cümlelerde ne güzel belirtilir: İnsan, hayalen bir anda yıldızlara gidebiliyor... V.s amma yanı başında sayılan akla ulaşamıyor. Akıl nasıl bir şeydir? Nasıl çalışır?Elde ettiği bilgileri hafızaya nasıl gönderir?...v.s Öyle ise biz, nasıl bunları kendimize mal edip sahip çıkabiliriz?...

Ve keza, şuuri olmaksızın, senin lehine ve aleyhine çok fiiller cereyan etmektedir. O fiiller şuuri oldukları halde, senin şuurun taalluk etmediğinden sabit olur ki, o fiillerin faili bir Sani-i Zişuurdur. Ne sen failsin ve ne senin esbabın…

Vücudumuzda kanımız temizleniyor değil mi, lehimize olan bir fiil. Peki, bu kan, şuurlu olarak mı bu işi yapıyor? Hayır. Bizim şuurumuz taalluk etmiyor. Vücudumuzda hücrelerimiz değişiyor mu, evet. Şuurumuz taalluk ediyor mu hayır. Ama lehimize. Bir de aleyhimize olan şeyler var. İhtiyarlıyoruz, vücudumuz pörsüyor, gideceğiz mesela. Saçımız beyazlıyor, şöyle oluyor böyle oluyor. Dolayısıyla lehimize ve aleyhimize çok fiiller içimizde cereyan ediyor. Mesela büyüme hormonu var, onu da yeri gelmişken söyleyeyim. Yani lehimize tecelli eden bir şey ama şuurumuz taalluk etmiyor ama şuuri bir fiil. Büyüme hormonu, bilim adamları diyorlar ki gramın beşyüzbin bir, birisi fazla olursa büyüme hormonunun; insan iki buçuk metreden büyük devcik olur(!)

Kadın ise sekiz doğurur. Vücudundaki faaliyetler o kadar hızlı değişir ki, o kadar hızlı bir çalışma olur ki vücudunda, affedersiniz mutfak ile tuvalete gidip gelmekten başka hiçbir şey yapamaz bu adam. Yani hem acıkacak hem de ihtiyacını görecek. Şimdi düşünün, gramın beşyüzbin birde birisi fazla olmamasını, şu anda bütün insanlarda bu ayarı ve bu sistemi yapan kimdir? Tersini düşünüyoruz. Gramın beşyüzbin birde birisi az olursa büyüme hormonunun; cüce olur diyor, kısır olur diyor, pısırık olur diyor… Fesübhanellah. Bunu ayarlayan kim? İşte onu kim ayarlıyorsa sizin bütün hayırlı amellerinizin sahibi O'dur.

Binaenaleyh, malikiyet davasından vazgeç. Kendini mehasin ve kemalata masdar olduğunu zannetme. Ve katiyyen bil ki senden sana yalnız noksan ve kusur vardır. Çünki su-i ihtiyarınla sana verilen kemalatı bile tağyir ediyorsun. Senin hanen hükmünde bulunan cesedin bile emanettir. Mehasinin, hep mevhubedir. Seyyiatın, meksubedir, Binaenaleyh لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ وَلاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ اِلاَّ بِاللّهِ de.

Yani başımızdaki saçları biz yapmadığımız gibi ağacın başındaki meyveleri de ağaç yapmış değil.Yani ne biz failiz (o işlerin yapıcısıyız )ne de o ağaç.O halde ne saçlar bizim kendi malımız,ne de meyveler o ağacın. Üstadın güzel ifadesiyle "bizden başkası bizde tasarruf ediyor." 20.Mektub'un İkinci makamda geçen Veysel Karani,münacatında ne güzel söylemiş: "Yâ İlâhenâ! Rabbimiz Sensin! Çünki biz abdiz. Nefsimizin terbiyesinden âciziz. Demek bizi terbiye eden Sensin!.. Hem sensin Hâlık! Çünki biz mahlûkuz, yapılıyoruz. Hem Sensin Mâlik! Çünki biz memlûküz. Bizden başkası bizde tasarruf ediyor. Demek mâlikimiz Sensin.'' (Mektubat,20.Mek.2.Makam,8.kelime,258)

''Kendini mehasin ve kemalata masdar olduğunu zannetme.'' Masdar ''bir şeyin sudur ettiği, çıktığı yer, kaynak''demektir. Mazhar ise "bir şeyin göründüğü mekendır.'' Bir yerden su fışkırdığını görsek bu suyu o toprağın yaptığını söyleyebilir miyiz? Elbette hayır. Su topraktan çıkmaktadır, ama suyu yapan toprak değildir. Evet bütün sebebler o toprak gibidir, onlardan çıkan neticeler ise o suyu andırır. Sebebler masdar değil mazhardırlar. Allah'ın nimetleri, ikramları, harika sanatları onlarda görülmektedirler, ama bunları onlar yapmışlar değillerdir. Güneşin bir aynaya ışık vermesi halinde de durum aynıdır. Ayna masdar değildir, yani ışık o cam parçasından çıkmamaktadır. O sadece bir mazhardır, Güneşin ışığı onda zahir olmakta, görülmektedir. Aynen bunun gibi, bizden bir iyilik sudur ettiğinde kendimizi suyun çıktığı toprak yahut ışığın aksettiği ayna gibi görmeliyiz. Toprak suyu yapmadığı gibi ben de bu iyiliğin gerçek faili değilim. Veya ışık aynanın malı olmadığı gibi, bu kemalat da benim değil demeliyiz, ancak o iyiliğe mazhar olduğumuz için Rabbimize şükretmeliyiz.

''Mehasinin, hep mevhubedir. Seyyiatın, meksubedir, Binaenaleyh لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ وَلاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ اِلاَّ بِاللّهِ de.''

Ben bu güzelliklerin sahibiyim, bunları ben yaptım, şu elektriği ben keşfettim, şu buzdolabını ben hallettim, şu tonlarca ağırlıktaki demiri ben uçuruyorum, içerisinde yüzlerce insan olduğu halde, gibi ifadeleri artık kullanma, ayıp. Evet, insanın sesinin güzel olması bir kemaldir ve Allah'ın ihsanıdır. Onunla ahlaksız şarkılar söylendiğinde bu kemali tağyir etmiş, yani aksine çevirmiş olur, kemal iken noksan olur v.s gibi "velehül hamdü" hamd ve medih, tebrik, takdir ancak ona mahsustur. Başka hiç kimseye tebrik edilemez. Takdir edilemez. Takdirin âlâsı ve hakikisi Allah'a mahsustur. "ve la havle ve la kuvvete illa billah" yani, havl ve kuvvet ancak Allah'ındır(cc).

Üçüncü Hastalık: "Gurur"dur.

Evet, gurur ile insan maddî ve manevî kemalât ve mehasinden mahrum kalır.

 

Bir insan gururlu oldu mu, mağrur oldu mu maddi ve manevi kemalattan mahrum kalıyor. Maddi bir iş ise maddi neticeden, manevi bir şey ise manevi bir güzellikten mahrum kalır. Mesela; bir sohbete birisini çağırdınız. Dediniz ki "gel seninle sohbete gidelim. İman üzerine, ahlak üzerine, ibadet üzerine bir ders var, bir sohbet var". Dese ki "kardeşim ya, ben sizin orada ne konuşacağınızı bilirim" derse, bu akşam ki şu manevi atmosferden mahrum kaldı mı kalmadı mı? Birisi bir ustanın yanına gitti. Ustaya, "ustam ben bunların hepsini zaten biliyorum" derse, o sanattan mahrum kalır mı kalmaz mı?

Anlatılır ki, Erzurum'da bir hanım, bir tepsi ustasının yanına küçük oğlunu götürmüş. Demiş ki "ustam, bu çocuğum sana çırak olsun." Usta kabul etmiş. Çırak üç gün sonra annesinin yanına gitmiş demiş ki "annecim ben işten ayrıldım, bu işi anladım" demiş. Anası "oğlum neyini anladın" diye sormuş. Çocuk " anne, sana anlatayım; bir demiri ateşin üzerine koyarlar olur ısi, sonra onu döverler olur yassi, sonra çevirirler olur tepsi, bu meseleyi anladım" Şimdi bu adam, bin sene de kalsa, o kafayla tepsi ustası olamaz. Öğretmen bir şey anlatır, öğrenci "öğretmenim, ben bunu biliyorum" derse, hiçbir şey öğrenebilir mi?

Eğer gurur saikasıyla, başkaların kemalatına tenezzül etmeyip kendi kemalatını kâfi ve yüksek görürse, o insan nakıstır. Böyle insanlar, malumat ve keşfiyatlarını daha yüksek görmekle, eslaf-ı izam'ın irşadat ve keşfiyatlarından mahrum kalırlar.

Ben şöyle insanlar gördüm, siz de görmüşsünüz; biraz mürekkep yalamış, biraz da ilim okumuş kendince "İmam-ı Azam da insan ben de insanım canım" diyen, "ona tabii olmak zorunda değilim" diyen mağrur insanlar gördüm ama bunlar bir türlü vesveseden kurtulamazlar. Çünkü abdesti sen neye göre alacaksın, abdestin neye göre bozulacak, namazın neye göre kılacaksın, imam arkasında fatiha okuyacak mısın okumayacak mısın, yani bu gibilerin bütün hayatları vesvese. Ama İmam-ı Azam gibi bir müçtehidin peşine düştün mü, onun vereceği kaidelere göre ibadetini yaptın mı, iş kolay. 

Cümlede geçen ''malumat''kelimesi medrese ilimlerine, ''keşfiyat'' kelimesi ise tasavvuf ilmine bakar. Bir medrese talebesi bir şeyler öğrenir öğrenmez, ''ben de Arapça biliyorum...müçtehitlere ne ihtiyacın var, ben de Kur'an'dan hüküm çıkarabilirim''derse, aynı şekilde, tasavvuf yoluna giren ve bir takım güzel rüyalar görüp, bazı manevi hazlar duyan kişiler de kendilerini büyük veliler gibi görürlerse, her şeyden mahrum kalırlar.

Ve evhama maruz kalarak, bütün bütün çizgiden çıkarlar.

Geçen birisi dedi ki "hocam birisini size getireceğim" dedi. "Sizinle bir görüştürmem lazım". "Olur dedim. Dedi ki "bu şahıs Kur'an'dan başka mürşid tanımam diyor. Dedim "Kardeşim getir, fakat böyle insanlara da işin doğrusu fazla verecek bir şeyimiz yok, çünkü adam Kur'an'ın zaten talebesi olarak görüyor kendisini. Sen ona bir şey veremezsin bir. İkincisi dedim ki "namaz kılıyor mu bu adam?" Dedi ki "hocam kılmıyor, ama nerden anladınız?" Dedim "bu gibi insanlar ibadetsizliklerini, günahlarını, kusurlarını, tembelliklerini Kur'an-ı Kerim'den kendilerine göre getirdikleri yanlış yorumlara dayanarak o yükün altından kaçmaya çalışıyorlar.

Böyle insanlar Kur'an-ı Kerimde geçen ifade salat, ifadesine zikir manası verirler, ondan sonra Allah'a itaat manasını verirler, bizim kıldığımız namaz anlamı orada yoktur derler. Bunun için namaz kılmamaya kendilerine göre fetva bulurlar. Peygamber (asm) da vardır dese namaz kılacak. Sadece Kur'an vardır dese namazı bırakır, doğru mu" dedim.

Hastalık belli, bu sadece şimdi çıkan bir şey değil ki. Bin beş yüz senedir aynı hastalık var. "Ve evhama maruz kalarak bütün bütün çizgiden çıkarlar. "Halbuki, eslaf-ı izamın kırk günde yaptıkları bir keşfiyatı, bunlar kırk senede bulamazlar."

DÖRDÜNCÜ HASTALIK: "Su-i zan"dır.

Dördüncü hastalık su-i zan'dır. Şu anda toplumda en büyük hastalıklardan birisi budur. Kötü zan beslemektir. İnsanların yaptıkları fiilleri yanlışa ve kötüye yormaktır. Bu da ayrı bir hastalık.

Evet, insan hüsn-ü zanna memurdur.

Hüsn-ü zan, iyiye de kötüye de yorumlanabilecek bir işe, güzel yönden bakmak demektir. Dikkat edin şu ifadeye. Müslüman ya da nur talebesi hüsnü zanna memurdur demiyor. "İnsan hüsnü zanna memurdur" deniyor. Hristiyan da olabilir, Yahudi de olabilir. Putperest de olabilir. İnsan mükerrem bir mahluktur. Allah ona çok güzellikler ikram etmiştir. Bu insan hüsn-ü zan etmekle mükelleftir, çünkü fıtratı onu gerektirir. Bir hadis-i kudsi'de "Ben, kulumun hüsnü zannı üzereyim'' buyurulmuştur. Yani, kul Allah'a ne nazarlarla bakarsa, Allah'da ona öyle muamele eder. Ancak fıtratında nankörlük hissi bulunan insan, hâşâ Allah'a bile su-i zan bulunmak yanlışına düşer. Bu manayı Cenab-ı Hak, Fecr suresinin 15. ve 16. ayetlerinde şöyle haber verir:

''Ne zaman Rabbi onu imtihan etmek için kendisine nimetler verse ve ikramda bulunsa, insan 'Rabbim beni üstün kıldı' der. Ne zaman rızkını daraltarak imtihan etse bu defa da 'Rabbim bana hor baktı' der''

İnsan; eşinin, çocuklarının, hısım ve akrabalarının, dava arkadaşlarının ve diğer insanların hal, hareket, söz ve davranışlarına hüsnü zanla yaklaşmalı hayra ve iyiye yormalıdır.

Bizzat benim de Merhum Mustafa Acet Ağabey'den duyduğum bir hatırayı Salih Okur kardeşimin "Ulemanın Gözüyle Bediüzzaman" adlı eserinden(Kayıhan Yayınları) nakletmek isterim. Bediüzzaman Hazretleri, Emirdağ İlçesinde ikamet ettiği sıralarda Piribey kasabasında Hüseyin Tanrıkulu adlı bir hocaefendi varmış. Şöyle diyor Salih kardeşimiz; "merhum Namık Şenel hocamız sorumuz üzerine şunları anlattı; "Bir gün Mustafa Acet, Piribey'e gidiyordu. Üstad Hazretleri Piribeyli Hüseyin Efendi için "O benim kardeşim, ona benim selamımı söyle" dedi.

Mustafa Acet; "Üstadım o Risale-i Nur'a karşı" dedi. Üstad kızarak; "Sus, senden istiskal ediyorum. Benim kardeşimi bana göstermeye çalışıyorsun" dedi.

Bu sözü sonradan Hacı Hüseyin Efendi'ye demişler. Emirdağ'a geldiğinde bize misafir oldu. Babam rahmetli de var. "Oğlum hafız, Bediüzzaman benim için ne dedi. Bir söyler misin?"

Ben de aynen aktardım. Ağladı. "Benim Bediüzzaman hakkında bildiğimi bilseler hergün ayağının altını öperlerdi. Ben, 'bu zamanın feridi, mürşid-i kâmili kimdir? Kutbu kimdir?' diye kaç defa istiareye yatmışsam; hepsinde karşıma Bediüzzaman, al bir ata binmiş olarak karşıma çıkmıştır. Ben çok vesveseli bir adamım. Bunun için Bediüzzaman Hazretlerinin sakalı olmadığından ve evlenmediğinden iki sünneti terk ettiğini düşünerek tereddüde düşüyordum. Ben çok müvesvis bir adamım, Bu iki vesvese beni mahvetti." Üstadını hüsnü zannı hocayı bu noktaya getirmiş.

"Evet insan hüsn-ü zanna memurdur."Hüsnü zannın en önemli bir kullanım şekli, insan iradesini aşan musibet ve felaketlerde kaderin bir hikmet ve rahmet yönü olduğunu düşünüp şikayet ve isyandan sakınmaktır. Allah Resulü(asm)bu manayı şöyle belirtmiştir; "Allah'a hüsn-ü zan ibadettir."

Hz. Üstad her şeyde güzellikleri görmüş bir nadire-i hilkattir. Kastamonu'ya ilk teşrif ettikleri zaman çocuklar, bir bedbaht şaki tarafından teşvik edilip, abdest almak için çeşmeye çıktıkları vakit taş atmışlar... Fakat Üstadımız daima gördüğü eza ve cefalara ulülazmane sabır ve tahammül eder. Hem safâ-i sadre ve selâmet-i kalbe mâlik olduklarından, o çocuklara dahi hiddet etmeyip buyururlardı ki: "Bunlar, Sure-i Yâsin'den mühim bir âyetin nüktesini keşfime sebeb oldular" diye onlara dua ederlerdi. Sonra bu çocuklar, Üstadımızın duaları bereketiyle şâyân-ı hayret bir hal kesbettiler ki; Üstadımızı uzak-yakın nerede görürlerse, koşarak yanına gelirler, mübarek elini öperler, duasını alırlardı.''(T.Hayat 319)

O, "kaderin her şeyi güzeldir''buyurarak hem kendi kalbine hem de talebelerinin kalblerini geçici hadiselerle meşgul etmemiş ve iman hizmetini asla sekteye uğratmamış ve hüsn-ü zannı tavsiye etmiştir.

İnsan, herkesi kendisinden üstün bilmelidir. Kendisinde bulunan su-i ahlakı su-i zan vasıtasıyla başkalara teşmil etmesin. Ve başkaların bazı harekâtını, hikmetini bilmediğinden, takbih etmesin. Binaenaleyh, eslaf-ı izamın hikmetini bilmediğimiz bazı hallerini beğenmemek su-i zandır. Su-i zan ise maddi ve manevi içtimaiyatı zedeler.

İnsanı su-i zanna sevk eden en önemli sebeb, kendi mizacının bozukluğu ya da kendi hayat düzeninin çarpıklığıdır. Daima karşısındakileri aldatan bir insan herkesin sözlerini şüphe ile karşılar ve her işin altında bir hile bir oyun arar. Bir arkadaşım anlatmıştı, "Ben hizmeti ilk tanıdığım günlerde fakültede bir asistan vardı ki selam veremiyorsun. Gururundan, enaniyetinden geçilmiyor. Ama bir profesör vardı, geliyor seninle beraber çay içiyor, çorbanı içiyor, sana iltifat ediyor, yanında kendisi de bağdaş kuruyor. Bu eserleri okumuş, kendisini terbiye etmiş profesör. Tabi ben de o aşkla, şevkle memlekete ilk gittiğim vakit herkese anlatıyorum. "Ya öyle bir cemaat tanıdım ki, ya öyle insanlar ki, profesör gelip yanımızda çay içiyor" diye hakikaten hayret edilecek bir durum. Bana birisi dedi ki "yok yok dedi muhakkak onların bir menfaati var, sen bilmiyorsun" dedi.

Bunu diyen adam çok enteresan, ama kendisinde bulunan su-i ahlakı su-i zan vasıtasıyla başkalara teşmil ediyor. Ben bu adamı biliyorum, iyi tanıyorum, "ben menfaatim olmazsa babama bile selam vermem" diyen bir adam. Menfaatim olmazsa babama bile selam vermem diyen bir adam. Bir profesörün hiçbir menfaati olmadığı halde Allah rızasından başka, gelip talebelerin hal hatırını sorması, yanlarında çay içmesi, bağdaş kurması, yemeklerinden yemesi, annelerini babalarını ve derslerini sorması gibi bir durumu, o tipler anlayabilirler mi? "sen bilmiyorsun arkadaş onda muhakkak bir menfaat var" diyor. Bunu ona söyleten, su-i zan saikasıyla kendisindeki su-i ahlakı başkalarında görmesidir. Bir yerde su-i zan mı var? O takdirde maddi ve manevi içtimai hayat, toplumsal hayat, sosyal hayat zedelenir, zehirlenir, mahvolur ve biter…

Su-i zanna sebeb olanlar, su-i zanna müstahak olurlar. Bu hususta Cenab-ı Hak'tan duamız ve niyazımız, bizleri hüsn-ü zan dairesinde muhafaza edip, su-i zandan uzak tutması ve her türlü tahribat karşısında uyanık olmamızı sağlamaktır. Rabbim bizi bu tür hastalıklardan muhafaza etsin. Bizleri kendine kul, Habibine ümmet ve Üstadımıza talebe etsin.

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

Mustafa, 2019-10-10 00:25:20

Esselamu aleyküm Buraya ayrıca hadislerin kaynağında yazar mısınız?

Bu yoruma katılıyor musunuz ?

DİĞER YAZILAR

Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et!

Nahl, 125

GÜNÜN HADİSİ

Geçmiş peygamberlerin sözünden (hiç eksiksiz) nâsın eriştiği haberlerden birisi de: Utanmazsan dilediğini işle! (sözü) dür.

Abdullâh b. Mes'ûd (r.a)'dan

TARİHTE BU HAFTA

*Fatih Donanmayı Haliç'e İndirdi.(22 Nisan 1453) *T.B.M.M. Açıldı.(23 Nisan 1920) *Yavuz Sultan Selim Padişah Oldu.( 25 Nisan 1512) *Çernobil Nükleer Faciası.(26 Nisan 1986) *Sultan II.Abdülhamid Han Tahttan İndirildi.(27 Nisan 1909)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI