Cevaplar.Org

SEYDA M. SALİH EKİNCİ HOCAEFENDİ İLE İLİM SERÜVENİ-5

M. Şimşek: Muhterem hocam! Hadis usulüyle ilgili muasır dönemde, kısmen Mısırda ve ülkemizde bazı araştırmacılar yeni bir hadis usulü ilmine ihtiyaç olduğunu söylemektedirler. Buna Mısır’dan Muhammed Gazzâlî’nin hadisi anlamada “aklı” çok faal bir şekilde hadis usulünde işleterek, sırf akla muhalefetin hadisin kabulünde ölçü alınması gerektiğiyle ilgili görüşler var. Ülkemizde de bazı araştırmacılar, klasik hadis usulü yeterli değildir; yeni bir usul geliştirilmelidir, diyorlar, bu konudaki görüşleriniz nelerdir?


Maşuk Yamaç

masukyamacc@gmail.com

2015-10-08 07:47:07

M. Şimşek: Muhterem hocam! Hadis usulüyle ilgili muasır dönemde, kısmen Mısırda ve ülkemizde bazı araştırmacılar yeni bir hadis usulü ilmine ihtiyaç olduğunu söylemektedirler. Buna Mısır'dan Muhammed Gazzâlî'nin hadisi anlamada "aklı" çok faal bir şekilde hadis usulünde işleterek, sırf akla muhalefetin hadisin kabulünde ölçü alınması gerektiğiyle ilgili görüşler var. Ülkemizde de bazı araştırmacılar, klasik hadis usulü yeterli değildir; yeni bir usul geliştirilmelidir, diyorlar, bu konudaki görüşleriniz nelerdir?

M. Salih Ekinci: Hemen belirtmek gerekir ki, bu konuda kayda değer düşünceler öne süren âlimlerin bahis konusu ettikleri mütevatir hadis değil, âhâd hadislerdir. Çünkü mütevatir sabit olduktan sonra hakkında bir şüphe kalmaz.

Muhaddisler hadisi üç kısma ayırmışlar: sahih, hasen, zayıf; hatta mütekaddimlere göre sadece sahih ve zayıf vardır. Tabi bu, onların ıstılahlarında hasen hadis hiç yoktu anlamına gelmez; ama bu ıstılah onların döneminde çok az kullanılmıştır.

"Hasen hadis" istilahını yaygınlaştıran Tirmizî'dir. Bu üçlü taksimi oturtan ise Hattâbî'dir. Biz konumuzla ilgili sahih ve zayıfı ele alalım; çünkü o zaman konu daha kısa ve daha anlaşılır olur. Sahih hadis için hangi şartları koymuşlar? Beş şart koşmuşlardır. Acaba akıl, bu beş şarttan daha fazla bir şart düşünebilir mi? Nedir bu şartlar? "Raviler âdil, zabıt olacak, sened muttasıl olacak, şaz olmayacak, bir de muallel olmayacak." Akıl bundan başka, zan yoluyla, nakledilecek haber için neyi şart koşabilir? Bir haberin sahih olması için belirlenecek en ağır şartlar bunlardır. Başka bir şart düşünülemez; ama muhaddisler bu konuda daha da titiz davranmış, şaz ve muallel olmama şartlarını açıklarken meseleyi ele almış ve kurallar koymuşlardır. İşte bu kurallardan daha üstün, daha mantıklı kurallar konulamaz.

Raportör: Muhterem Hocam! Klasik hadis usulü yeterli değil düşüncesini savunan bu grubun en belirgin iddialarından biri, hadis tenkidine yönelik muhaddislerin belirlediği yöntemin yeterli olmadığı, dolaysıyla tenkidin hakkını veremediği ve bu yüzden de hadis tenkidinde yeni bir metoda ihtiyacımız olduğu şeklindedir. Bu hususta sizin yorumunuz nedir?

M. Salih Ekinci: Belirttiğimiz gibi hadis usulü kitaplarından -uzun olanları bırakın- muhtasar bir kitap okuyan ve bu ilmin ıstılahlarına vakıf olan bir kimse, muhaddislerin hadisi koruma adına ne denli titiz bir çaba içine girdiklerini, dahiyane yöntemler belirleyip mükemmel bir sistemle işleyen bir usul ortaya koyduklarını teslim eder. Dünya tarihinde ne bir peygamberin, ne bir filozofun ne de tarih büyüklerinden birinin sözleri için böylesine dakik, titiz, akılları hayran ve hayrette bırakan bir metodoloji geliştirilmemiştir. Müslümanlara has olan eşsiz ve benzersiz bir ilimdir bu. Hak ya da batıl diğer dinlerin hiçbirinde "kendi peygamber veya kurucularının sözlerini" muhafaza adına bırakın böylesine ilmi ve akli bir ilmin geliştirilmesini, buna yakın diyebileceğimiz bir çaba bile yoktur.

Bu metoda alternatif daha kuvvetli ve daha yerinde yeni bir metot geliştirilmesi iddiasında bulunanlara gelince, ben onlara şu iki ayet-i kerimeyi okumakla yetineceğim:

 "Kulumuza indirdiğimiz kitap hakkında bir şüphe içindeyseniz ona benzer yalnızca bir sure getirin, Allah'tan başka ilah edindiklerinizi de yardıma çağırabilirsiniz. Eğer dürüst kimselerseniz (bu meydan okuma karşısında kılıca sarılmaz, kendi görüşünüzü ispata yeltenirsiniz)" (Bakara: 23.)

"Madem yapamadınız –ki yapamayacaksınız da- öyleyse yakıtı insanlar ve taşlar olan ve kafirler için hazırlanan cehennemden sakınınız." (Bakara: 24.)

Raportör: Bir grup vardır ki onlar, sünnetin bir teşri kaynağı olduğuna inanmakla birlikte Kur'an'la veya akılla çeliştiği, asrın verilerine uymadığı veya tarihsel olduğu gerekçesiyle halefin seleften kabulle telakki ettikleri bazı rivayet ve hadisleri tenkit etmektedirler. Bu iddialarının bir kısmını da Hanefî usulüne dayandırmaktadırlar. Bu konuda görüşünüz nedir?

Cevap: İfade etmek gerekir ki: Muhaddisler, hadisin mevzu olduğuna alamet olarak bazı ölçüler koymuşlardır. Bunlardan bazıları: o rivayetin Kur'an nassına, mütevatir sünnete, kat'î icma, sarih akla, dini asıllara, yerleşik kaidelere ve de Şâri tarafından konulan tasavvur ve algılara aykırı olması; realiteye ve kabul görmüş tarihi gerçeklere muhalif olması; Hz. Peygamber'in söylemeyeceğini gösterecek derecede manası bozuk saçma olması ve de münker görülen ve imkansız olan bir durumu içermesidir. Hadisçiler bütün bu sayılanları -makul (karîb) te'vili kabul etmemesi şartıyla- hadisin uydurma alametlerinden saymışlardır. Nitekim tenkit ehli hafız Ebu'l-Ferec Abdurrahman İbnü'l-Cevzî şöyle demiştir: "Akla muhalif ve asıllara munakız gördüğün hiçbir hadise itibar etme, çünkü o mevzudur/uydurmadır."

Yine ifade etmek gerekir ki; usul âlimleri şunu tespit etmişlerdir: hadis, zamanla sınırlı (muvakkat) bir maslahata veya geçici bir illete mebni olmadığı sürece genel teşri ifade eder, değilse genel teşri ifade etmez. Bilakis hükmü bu maslahatın varlığına ve illetin gerçekleşmesine bağlı olur. Dolayısıyla maslahat ve illet her gerçekleştiğinde, hüküm gerçekleşir, bunlar kaybolduğunda, hüküm de kaybolur. Tarihselliğin gerçek anlamı da budur. Bu nevi hadisler, gerçekten çok azdır.

İşte bu yukarıda sayılanlar, İslam ümmetinin muhakkik imamlarının ortaya koydukları usul ve kaidelerdir. Bunlar, hadislerin uydurma ve ya tarihsel olduğunu bilmek için ilmî, sağlam, kesin ve kayıt altına alınmış kurallardır. Fakat, -Allah'a şükür- ümmet âlimlerinin kabulle karşıladığı hadislerde bu tür şeyler bulunmamaktadır. Ümmetin kabulle karşıladığı hadislerden herhangi birine bunlardan biriyle hüküm vermek, ancak kalbinde kin ve nefret bulunan veya aklında basiretini kaybetme hastalığı bulunan kişilerden sadır olur. Çünkü hasta, bazen tatlıyı acı, değerliyi değersiz algılayabilir.

Ümmetin muhakkik âlimlerinin ortaya koyduğu bu kaideler, ilmî ve kayıt altına alınmış ilkelerdir ancak bunları ümmetin kabulle karşıladığı hadislerin ıskatında kullanmak büyük bir hatadır. Ayrıca bunlar, özel bir mezhebin kuralları değildir; genel kurallardır.

Diğer mezheplerde olduğu gibi Hanefi mezhebinin de kendine has usul ve kaideleri vardır. Nitekim İmam Ebû Hanîfe (r.a.), sahihe yakın derecede zayıf hadisi, re'ye tercih etmesi ve mürsel hadisle amel etmesi vb. açılardan mütesahil olmakla birlikte; onun, sahih hadisi delil alma şartı olarak ravisinin rivayet hilafına amel etmemiş ve fetva vermemiş olmasını, herkesin maruz kalacağı bir olayla ilgili olayın haber-i vahid olarak rivayetini yeterli görmeyerek tevatür yoluyla gelmesini şart koşması gibi titiz davrandığı durumlar da vardır. İşte bu, bu büyük imamın muteber içtihadıdır.

Eğer bu görüşte olanlar yukarıda sayılan kaidelerle uyum içinde olduklarını ve bu kurallara dayalı olarak bazı hadisleri delil almadıklarını kastediyorlarsa, bu, muteber bir imamı taklittir ve övülecek bir iştir. Ancak onlar bununla sahih hadisleri reddetmede disiplinsiz ve kuralsız şekilde bu usul ve kuralları sömürmeyi, sahih hadislerin taşımayacağı şekilde onları tenkit etmeyi kastediyorlarsa, işte bu okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkmaktır ve İslam'a karşı gelmektir.

Muhaddislerin Hz. Peygamber'in sünnetine yönelik çalışmalarındaki gayretlerine aşina olan kimse, onların sünnete yapılması gereken en büyük hizmeti yaptıklarını kabul eder. Tarih boyunca da sünnete en büyük ve emsalsiz hizmeti muhaddisler yapmıştır. Nebevî hadise hizmet etmek için ömürlerini harcayan onlardır. Onlar ki bu yol uğruna canını ve cananını ortaya koyarlardı. İnsan aklının daha doğrusunu kavrayamayacağı, doğru ile yanlışı birbirinden ayırmak ve tenkit edilmesi gereken haberleri tenkit etmek için öyle ölçüler belirlediler ki onlarla usul ve kaideler oluşturdular. Sonra hadisleri, oluşturdukları bu doğru kaidelere sunmakla sened ve metin tenkidi yaptılar. Böylesi çalışmalarla akılları hayret içinde bırakan mükemmel neticeler sergilediler.

Bazıları ise muhaddislerin metin ve sened tenkidi yapmak için yeterli ilmi esaslar ve kapsamlı titiz dayanaklar tespit ettiklerini itiraf etmekte, ancak bu ilme dayalı esas ve dayanakların sened tenkidinde gereğince veya gerekene yakın bir şekilde uygulanmasıyla birlikte metin tenkidinde kafi derecede uygulanmadığını ve sadece az bir kısmında kısmen uygulandığını; dolayısıyla sahih diye bilinen birçok hadis metninin tenkit edilmesi gerektiğini iddia ederler. Bu düşüncedekiler genel bir bakışla haber-ul ahâdın sahihliği konusunda kuşkuya kapılıp, tümünün güvenirliğini ıskat etmeye kalkışıyorlar.

Bu kuşkuya ben cevap olarak derim ki: Metin tenkidine gelince, aslında bu, muhaddislerin ifâ edecekleri bir vazife değil; aksine, muhaddis fakihlerin yani müctehidlerin üstlendiği bir görevdir. Binaenaleyh –senet bakımından hadisin sıhhatini tespitten sonra- müctehidin görevi hadis metinlerini inceleyip karşılaştırmak, hadisler arasında tercihte bulunmak ve kendi ictihadına uygun olarak bir hükme varabilmek için hadislerin bir kısmını kabul edip bir kısmını reddetmektir. İşte asıl metin tenkidi de budur.

Asıl görevleri bu olmamakla beraber muhaddisler, bir ölçüde metin tenkidi faaliyetinde bulunmuşlardır. Bunun en açık şahidi muhaddislerin meşhur, zayıf ve mevzu hadisler konusunda yazdıkları çok sayıdaki muazzam eserlerdir. Zira bu kitaplarda hadislerin zayıf veya mevzu oluşuyla ilgili verilen hükümlerin çoğu metin tenkidi esasına dayanır. Özellikle burada büyük muhaddislerin ilelu'l-hadis konusunda yazdıkları eserleri anmakta fayda vardır. Muhaddislerin metin tenkidine değil de senet tenkidine yoğunlaşmalarının başka bir sebebi ise: senet tenkidi alanının çok geniş olması, metin tenkidi alanı ise senede nispeten az olması; çünkü tenkide uğrayan hadislerin çoğu senet yönünden tenkide uğramıştır.

Müçtehit ve fakihle ise metin tenkidinde gidilebilecek en son noktaya kadar ilerlemişler. Zaten bu derece bir tenkit yapmamış olsalardı içtihatları kabul görmezlerdi. Çünkü içtihat, hüküm istinbatı için sarf edilen çabadır. Bu çaba da ancak metinleri tenkit etmek, onları karşılaştırmak, bazılarını bazılarına tercih etmek, bazılarını kabul diğer bazılarını-kendilerinde yapılan tenkitten dolayı- ret etmek ile olur. Bunun tanığı da müçtehitlerin kendi mezhep ve görüşlerini beyan etmek için kaleme aldıkları devasa eserlerle daha sonra gelenlerin telif ettiği ilmi hilafa ('ilmu'l-hilâfil-'âlî) –günümüzdeki adıyla mukayeseli fıkha- dair yazdıkları kitaplardır. Muhakkik hadisçilerin muhtelifu'l-hadis ve müşkilu'l hadis alanında yazdıkları eserler de bu gerçeğin bir başka şahididir. Zira bu ilimler, metinlerin incelenmesi ve değerlendirmesine dayanır.

Evet, ister muhaddis olsun ister fakih olsun bu âlimler, yaptıkları çalışmalarla ilahi ecir kazanmış müçtehitlerdir. Ama hatadan masum değillerdir. Bu nedenle aralarında bazı hadislerin tenkidi, kabulü, ya da reddi konusunda bir takım görüş ayrılıkları olmuştur. Onlardan bir kısmı bazı hadisleri tenkidinde veya kabulünde hata etmiş olabilirler. Keza, tenkite muhtaç bazı hadisleri tenkit etmemiş olabilirler.

İçtihat için gerekli donanıma sahip muhaddis âlimlerden biri çıkar da temelsiz arzu ve eğilimlerden uzak olarak, bozuk ortamların etkisinde kalmadan ilmi bir yöntemle ehli tarafından tenkit edilmeyen falanca hadisin tenkit edilmesi gerektiğini ispat ederse kendisini şükran ve takdirle karşılar, Cenabı Hakkın kendisini bu tür salih amellerden daha fazlasına muvaffak kılması için duada bulunuruz.

Bütün bunlarla birlikte burada şu dört hususa işaret etmek gerekir:

1- Bu asırda metin tenkidi ile meşgul olup hadis metinlerinin yeterince tenkit edilmediğini iddia edenlerin elinde kendilerini bu sahaya ehil kılacak ilim bulunmamaktadır. Onlara müsteşriklerin metotlarından etkilenme, arzu ve meyillere ittiba, hastalıklı atmosferden ve ateşli çevrelerin tesirinde kalma, baskın gelmiştir.

2- Bilebildiğimiz kadarıyla bunu iddia edenler, gerek tenkit ve gerek ret konusunda sadece daha önceden âlimlerin, muhakkik muhaddis ve fakihlerin hakkında konuştukları rivayetleri tenkit etmektedirler. Bunu için ilgili hadislerin bulanabileceği yerlere müracaat etmek gerekir. Muasır alimlerin çoğu yazdıkları kitaplarında bu tür rivayetleri haklarında yapılan değerlendirmelerle toplamaya çalışmışlardır.

Bu asırda hadisleri tenkit ettiklerini iddia edenler, önceki âlimlerin tenkitlerini alırlar, çoğunlukla da onlardan aldıklarını söylemezler, kendi öz fikirleriymiş gibi konuşurlar. O tenkitleri almakla kalmaz, kendi heveslerine göre değiştirirler. Muhakkik âlimlerin o tenkitlere verdikleri cevapları da görmezlikten gelirler. Bu iddiacıların yaptıkları sahtekârlıktır ve büyük bir ihanettir.

3- Yine onlar, hadisleri tenkit ederlerken, muhaddislerin ortaya koyduğu kıstas ve dayanaklar haricine çıkamamışlar; her ne kadar onlara dayanmıyor gibi görünmeye çalışsalar veya onlara dayandıklarının farkında olmasalar da tamamen onlara dayanmışlardır. Ancak bu kıstasların tatbikini de kötüye kullanmışlardır. Nefislerin isteklerine ve heveslerine ulaşmak için bu kıstas ve kuralları kullanmışlar, suiistimal etmişler. Onların bu heveslerinden bazıları da - sahih olduğunda icma' olan bir çok hadisi reddetme pahasına olsa da- şunlardır: önceki muhakkik alimlere muhalefet etme, yeni bir görüş keşfettiğini iddia etme ve hür fikirli olduklarını gösterme. Bu pis heves, suç ve emellerine ulaşmak akıllarını hakem kılarlar. Bakınız dikkatinizi çekerim, burası çok önemli: onların bu yaptıkları, sahih olduğunda ittifak olan hadislerin büyük bir bölümünü reddetmedir.

4- Bu şüpheciler sünnetin büyük bir kısmının yeterince tenkit edilmediğini, eğer ki bu kısım yeterince tenkit edilmiş olsaydı "sahih" derecesinden "zayıf" veya "mevzu" (uydurma) derecesine düşeceğini iddia etmektedirler. Bu, İslam dinini yıkmaya ve sünneti güvensiz kılmaya götürecek tehlikeli bir iddiadır. Demek Allah (celle celalühü), göndermiş olduğu dini (İslam'ı), geçmiş dinler gibi muharriflerin tahrifatına uğramış bir şekilde, hakla batıl arasında karma karışıklığa terk etmiştir. Allah (celle celalühü) geçmiş din sahiplerinin yaptıkları bu hataları şöyle bildirir: " Ey Ehl-i Kitap! Neden hakla batılı birbirine karıştırıyorsunuz?" İslam dinini ise bu karışıklıktan tenzih ettiğini şöyle bildirir: "Şüphesiz ki, zikri (Kur'an'ı) biz indirdik ve onu koruyacak olan da biziz." Burada Kur`an-ı Kerim'i korumaktan maksadın, bütün İslam dinini kitabıyla, sünnetiyle korumak olduğu açıktır. Değilse Kur`an-ı Kerim'deki bir takım mutlak ifadeyi bir kayda bağlayan, müphemi (belirsizliği) açıklayan ve mücmeli (genel kavramı) birbirinden ayıran sünneti korumaksızın sade Kur`an-ı Kerim'i korumanın ne tür bir faydası olabilir?

Büyük imam Abdullah b. el-Mubarek'e "bu mevzu (uydurma) hadisler hakkında ne demeli?" diye sorulduğunda "onların tespiti için uzmanlar yaşayacaktır" diyerek şu ayeti sünnetin korunuyor olduğuna delil gösterir: " Şüphesiz ki zikri biz indirdik ve onu koruyacak olanda biziz." Tüm noksanlıklardan münezzeh ve yüce olan Allah en iyi bilendir.

-devam edecek-

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DİĞER YAZILAR

Kim iyi bir iş yaparsa kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa kendi aleyhinedir. Rabbin kullara (zerre kadar) zulmedici değildir.

Fussilet, 46

GÜNÜN HADİSİ

Îmân altmış bu kadar şu'bedir. Hayâ da îmânın bir şu'besidir.

BUHARİ,KİTÂBÜ'L-ÎMÂN, EBU HUREYRE(r.a.)'dan

TARİHTE BU HAFTA

*Şair Muhammed İkbal'in vefatı(21 Nisan 1938) *TBMM'nin açılışı ve çocuk bayramı(23 Nisan 1920) *Osmanlı-Rus Harbi(24 Nisan 1877) *Hudeybiye Gazvesi(26 Nisan 628) *II.Abdülhamid'in tahttan indirilmesi(27 Nisan 1909)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI