Cevaplar.Org

SEYDA M. SALİH EKİNCİ HOCAEFENDİ İLE İLİM SERÜVENİ-4

M. Şimşek: Hadis’in diğer İslam ilimleriyle münasebeti konusunda neler söylemek istersiniz? Tefsir ile Hadis, Fıkıh ile Hadis, Akaid ile Hadis, veya diğer İslami ilimlerle ilişkisi nedir? Bir diğer ifadeyle bir tefsir hocası, bir akaid hocası, hadisle ne kadar iştigal etmeli? Onun için hadis ve sünnetin önemi ve değeri nedir, bu konu ile ilgili neler söylemek istersiniz?


Maşuk Yamaç

masukyamacc@gmail.com

2015-09-30 08:40:08

M. Şimşek: Hadis'in diğer İslam ilimleriyle münasebeti konusunda neler söylemek istersiniz? Tefsir ile Hadis, Fıkıh ile Hadis, Akaid ile Hadis, veya diğer İslami ilimlerle ilişkisi nedir? Bir diğer ifadeyle bir tefsir hocası, bir akaid hocası, hadisle ne kadar iştigal etmeli? Onun için hadis ve sünnetin önemi ve değeri nedir, bu konu ile ilgili neler söylemek istersiniz?

M. Salih Ekinci: Bu sorunuz, önceki sorunuza bina edilir. Sünnet İslam'da ikinci kaynaktır. Hatta şunu da ilave edelim, Kitap ve sünnetten hangisinin hangisine daha fazla ihtiyacı vardır? Kitab'ın sünnete olan ihtiyacı kadar sünnet'in kitaba ihtiyacı yoktur. Çünkü sünnette her şey teferruatıyla beyan edilmiştir. Kur'an'da ise beyan edilmemiştir. Bundan dolayı الكتاب أحوج إلى السنة منها إلى الكتاب  ve  السنة قاضية على الكتاب denilmiştir. Kimi âlimler bu tabirleri "ifade" açısından ağır bularak kullanmaktan kaçınmışsa da, mana olarak herkes sahih kabul etmiştir. Ama cumhur-u ulema bu tabiri kullanmaktan çekinmemiştir.

Durum böyle olunca, sünnete İslami ilimlerde ne kadar ihtiyaç olduğu çok aşikârdır. Bir İslam âlimi için sünnetsiz bir İslam mümkün olmadığı gibi, İslami ilimlerde bir şeyi öğrenmesi, bir seviyeye gelmesi de mümkün değildir. Tefsiri tamamen öğrenmesi mümkün değildir. 'Tamamen' diyoruz; çünkü Kur'an Arapça diliyle nazil olmuştur ve tefsire ilişkin çok hadis vardır; mesela hadis kitaplarında özel olarak uzun uzadıya "kitabu't-tefsir" diye bölümler vardır.

Kur'an Arapça olduğundan dolayı ağırlık Arapça bilmeye, bu dili tüm incelikleriyle hazmetmeye bağlıdır. Birinci derece budur. Hadis ise ikinci mertebede gelir. Hadisin sahih tefsirde büyük rolü vardır. Başka ilimler ise mesela fıkhın delilleri takriben yüzde doksan dokuz oranında hadistendir. Elbette ki ahkâm ayetleri vardır. Kıyas vardır. İcma vardır. İcma diyoruz ama icmaya da dayanak lazımdır. Dayanağı da çoğunlukla sünnettir. Dayanağı bilinmezse o ayrı, ancak dayanağı olması lazım. Dayanağı olmazsa icma keyfi olur. O zaman laiklik olur. Laiklik budur zaten. Ala külli hal fıkıh ilminin tamamen dayanağı, en büyük kaynağı hadistir. Asıldır demiyoruz, çünkü her şeyin aslı Kur'an'dır. En çok delil teşkil eden hadis'tir. Bundan dolayı zaten sünnetsiz fıkıh olamaz; zira sünnetsiz bir içtihad imkânı olamaz.

Müçtehidlerin en önemli şartlarından biri sünneti bilmektir. Sünneti bilmeyenin içtihadı geçerli değildir; çünkü o müçtehid değildir. Eğer sünnetsiz ictihat iddia ederse az önce de söylediğimiz gibi bu İslam değil, laiklik olur. Tabi bahusus müdellel fıkıh kitaplarına, mukayeseli fıkıh eserlerine –buna klasik kaynaklarda hilâf-ı âli denilir, yani mezhepler arasındaki ihtilaf, hilâf-ı nâzil ise mezhebin kendi içindeki ihtilafı ifade eder- baktığımızda delillerin yüzde doksanının hadis olduğunu müşahede ederiz. İctihadların çoğu hadis temelinde yapılmıştır. Hadissiz ne içtihad mümkündür, ne de hüküm çıkarmak. Çünkü Kur'an vardır; ama hadis onu açıklamıştır, beyan etmiştir, şerh etmiştir; her şeyini beyan etmiştir. Kur'an'ın, demin de söylediğimiz gibi, sünnete ihtiyacı şiddetlidir. Nitekim Kura'n'ın bizzat kendisi bu durumu beyan etmiştir:﴿ لِتُبَيِّنَ لِلنَّاسِ﴾ 'İnsanlara beyan etmen için…'

Ahlakla ilgili olan ilkeler zaten açıktır. Ama önemli bir mesele vardır; akaid meselesi. Kelamcıların arasında meşhur biz söz vardır: "Haberi âhâd akidede hüccet değildir." Âhâd da -tabi biliyorsunuz- mütevatir olmayan hadislerdir. Âhâd, tek senetle gelen değildir. O, garib'tir.

Bu arada tekrar sünnetin hüccet değeri ile ilgili bir şey söylemek istiyorum. Sünnetin üçüncü kısmının müstakil bi't-teşri (başlı başına hüküm koyan sünnet) olduğunu söyledik. Sünnet-i müstekil bi't-teşri olmadan İslam'ın kendisi sabit olamaz. Kur'an'ın kendisi de sabit olamaz. Şöyle ki, Muhammed (sav) geldi. Mucizeler gösterdi. Ama "ben peygamberim" demese idi, nübüvveti sabit olur muydu? Olmazdı. "Ben nebiyim" demesi nedir? Sünnet değil midir? Sünnettir. Sünnet-i müstakil bi't-teşri'dir. Dini getirdiğinde nübüvveti iddia etti. Nübüvveti iddia etmesi sözlüdür ve kendi sözüdür. Cenabı Hak'ın sözü değildir, Kur'an değildir. Kur'an'da sonradan ayet inmiştir,﴿وَلَكِنْ رَسُولَ اللَّهِ وَخَاتَمَ النَّبِيِّينَ﴾ [الأحزاب: 40 diye. Peygamberlerin sonuncusu olması Kur'an'da sonradan indirilmiştir. Ben peygamberim sözüyle nübüvveti sabit oluyor. İslam'ın temeli sünnet-i müstakil bi't-teşri üzerine kurulmuştur. Kur'an'ın hak olduğu da bu sözün üzerine temellenmiştir. Kur'an'ın Allah'ın kelamı olduğunu söylemesi onun(peygamber sav) sözüdür; eğer bunu söylemeseydi Kur'an sabit olur muydu? Bu neyi ifade ediyor? Sünnet-i müstekil bi't-teşri' olduğunu. 'Sünnet-i müstekil bi't-teşri yoktur' dersek İslam sabit olmaz. Nübüvvet sabit olmaz. Kur'an sabit olmaz, hiç bir şey sabit olmaz. Sünnet-i müstekil bi't-teşri öylesine hayati bir öneme sahiptir ki, nübüvvetin sübutu, İslam'ın hak din oluşu, Kur'an'ın Allah kelamı olduğunun ispatı, tüm bunlar onunla sabit olmuştur. Bu birinci husustur.

İkincisi ise, sünnet, sünnet-i mütevatir ve sünnet-i âhâd diye iki kısma ayrılır. Zaten sünnet-i âhâd bellidir. Mütevatirin de iki kısmı vardır:

Birincisi tevatürü'l-esânid ile gelendir. Genelde ilmi ıstılahlarda "mütevatir" denildiğinde bu kısım kastedilir. Tevatürü'l-esanidin mütevatir olduğunu herkes bilemez. Bunu ancak büyük muhaddisler bilir. Bizler ise filan hadis mütevatirdir dediğimizde, bunu taklit ederek söylüyoruz; zira biz yirmi tane, otuz tane, elli tane senedi, o senedlerin ricallerini araştırıp da hüküm vermiş değiliz. Bunun tespiti ancak büyük muhaddislere mahsus bir şeydir. Kişinin, kesin bilmesi gerekir. Biz ise taklit yoluyla biliyoruz. Hatta her muhaddis de bunu yapamaz, nitekim bazı muhaddisler sünnet-i mütevatirin varlığını inkâr etmişler. Niçin? Çünkü İbn Hacer el-Askalânî'nin dediği gibi:

"وذلك نشأ من قلة اطلاعهم على كثرة الأسانيد ومعرفة الرجال وصفاتهم "

 Bazı büyük muhaddisler de senedlere ve rical bilgilerine yeterince vakıf olamamışlar. Yani bu tevatürü'l-esanid meselesi avamın veya sıradan bir âlimin bileceği bir şey değildir Bundan dolayı bizim kanaatimiz şudur ki, tevatürü'l-esanidle sabit olan hadislerin muktezalarını inkâr etmek küfür değil, bidattir. Çünkü bizde tevatür sabit değildir, biz mukallidiz.

Evvelki İslam âlimleri tekfir meselesinde çok titiz davranmışlar, tekfir etmemeye çalışmışlar. Bu meselede de selefin bu tutumunu benimsemeyi doğru buluyoruz, örneğin filan hadis mütevatirdir inkârı küfürdür, deniliyor. Tamam, inkârı küfürdür; fakat şu şartla: eğer inkâr eden hadisin tevatür olduğuna inandığı halde inkar ediyorsa küfürdür, yani: "لمن ثبت عنده التواتر /بعد ثبوت التواتر عند المنكر". Günümüz de inkâr edenler azımsanmayacak sayıda ise de biz tekfir etmiyoruz, bidat diyoruz ve onları sika kabul etmiyoruz.

Mütevatirin ikinci kısmı ise "tevâtüru't-tabakât" yoluyla gelmiştir. Yani Kur'an-ı Kerim'in bize ulaşma şekliyle gelen tevatürdür. Bu rivayet şekli tartışmaya açık değildir. Kur'an'ın hücciyetini hiç kimse tartışmıyor, çünkü bize tevâtüru't-tabakât yoluyla ulaşmıştır. Kaynaklarda ki ifadesi: "رواه جمع كثير يعني عامة المسلمين عن عامة المسلمين" şeklindedir. ve bu tevatürün müstakil bilinen bir senedi yok; Bu tevatürle gelen haber kesinleşiyor, kat'ileşiyor. Nasıl ki Kur'an-ı Kerim bu yolla bize ulaşmışsa, zaruriyyât-ı diniyyenin tümü bu yolla bize ulaşmıştır. Kitap ve sünnetin hükümlere delaleti ise tevatürden farklıdır. Tevatür yoluyla sabit olan hükümler ise kat'idir ve tartışmaya anık değildir. Ama kitap ve sünnet delaletiyle sabit olan hükümler kat'i de olabilir zannnide olabilir. Bu delil (tevâtüru't-tabakât) ise kitaptan daha kuvvetlidir, sünnetten daha kuvvetlidir, sünnet-i mütevatirden de daha kuvvetlidir. Çünkü Kuran-ı Kerim'in kendisi bu yolla sabit olmuştur. Bu aynı Kur'an-ı Kerim'in sabit olduğu yoldan İslamî zaruriyyatları ve bir çok ahkâmı –ki sünnet-i amelî de derler veya tevâtüru't-tabakât veya tevâtüru'l 'âmme "نقل العامة عن العامة" denilir- bu yolla sabit olmuştur. Bundan dolayı bu yolla sabit olan şeylerin inkârı küfürdür, diyoruz. Tevâtüru'l-esânîd yoluyla gelen rivayetlerin inkârı küfürdür demiyoruz; ama tevâtüru't-tabakât yoluyla "نقل العامة عن العامة" yoluyla sabit olan hükümlerin inkârı küfürdür diyoruz. Nasıl Kur'an-ı Kerim'in inkârı küfürdür; bunun hükmü de aynıdır; zira bu aynı Kur'an-ı Kerim'in sabit olduğu yoldan sabit olmuştur. Çünkü bu durumun dinden olduğunu kesin/ilm-i kat'i ile biliyoruz.

İslam âlimleri tekfir kuralı olarak önemli bir kural koymuşlar. İnsan ne zaman kâfir olur? El-cevap: إذا أنكر ما أجمع عليه وكان معلوما من الدين بالضرورة Bizim münkirler hakkındaki görüşümüz de dayanağını bu kaideden alıyor. Mucmau aleyh olup وكان معلوما من الدين بالضرورة 'dinden olduğu bizzarure bilinenleri' inkâr etmek küfürdür. Bazı insanlar çıkıp "namaz Kur'an-ı Kerim'de beş vakit değildir" diyorlar. Tamam, açıkça yoktur ama Kur'an-ı Kerim'in bize sabit olduğu yoldan namazın da beş vakit olduğu sabit olmuştur. Siz bunu inkâr ederseniz o zaman Kur'an-ı Kerim'i de inkâr etmiş olursunuz; çünkü ikisi de aynı yoldan sabit olmuştur. Bunun benzeri çok yanlış görüşler vardır; bunlar küfre götüren görüşlerdir. Kimisi de kalkıp "الحج أشهر معلومات" öyleyse hac herhangi üç ayda olsun, serbest olsun diyor; bu da aynı meseledir, küfre götüren bir görüştür. Bunun çok örnekleri vardır. Hatta mesela misvakın sünnet olduğu buna dâhildir; ama teferruatı ayrı bir konudur, asıl sünnet olduğu bu kısımdandır. Yani bazı sünnetler, İslamın temel hükmü olmayan bazı hususlar da bu kısımdandır. İslam'ın temelini teşkil etmemesiyle beraber معلوما من الدين بالضرورة olduğundan dolayı نقل الكافة عن الكافة olduğundan dolayı inkârı küfrü gerektirir. Bu ikinci hususu da açıklamak istedik.

M. Şimşek: Muhterem hocam, tekrar yukarıdaki konumuza gelirsek, haber-i âhâd konusunda kalmıştık. Haber-i âhâd'ın özellikle itikadî konulardaki değeri konusundan da bahseder misiniz?

M. Salih Ekinci: Haberi üç kısma ayırdık, birincisi âhâd yani tevatür yoluyla gelmeyen rivayetlerdir. Nedir? Yani, bir senedi, iki senedi, üç senedi, beş senedi var ve fakat tevatür derecesine ulaşamıyor; tevatüre ulaşmadıkça âhâddır. Tevatürü de iki kısma ayırdık: Tevâtürü'l-esânîd ve tevâtüru't-tabakât. 'Kesinliği ifade eden tevâtüru't-tabakâttır. Tevâtürü'l-esânîd ancak mütevatir olduğu kendisine sabit olan kimse için "kesinlik/ ilm-i kat'İ" ifade eder' demiştik. Yaniلمن ثبت عنده التواتر. O da az ve nadirdir.

Şimdi ahbâr-ı âhâda gelince, akidede ahbâr-ı âhâdın değeri konusunda az önce söylediğimiz şeyi tekrar söylemek istiyoruz ki akide'nin temellerini Cenab-ı Hak Kur'an-ı Kerim'de tekrarlayarak ve akli delillerle birlikte açıklamıştır ve bu konuda nerdeyse sünnete bir ihtiyaç bırakmamıştır. Temel olduğundan dolayı da teferruatı fazla yoktur. Asıl olduğundan dolayı onun açıklamasını Cenab-ı Hak tekeffül etmiştir. Bir de önemli bir konuya dikkat çekmek istiyoruz; "akidede hüccet nedir?" El-cevap: Kur'an, Sünnet ve İcmadır. Kıyas akide de delil değildir. Daha önce de belirttiğimiz gibi "icma'" da mutlaka bir delile dayanması gerektiğinden delil olabiliyor. Ve zaten icmayla sabit olan akidevî hükümler çok azdır. Bu hükümlerin kahir ekseriyeti Kur'an'la sabittir; sünnetle sabit olan da azdır. Ama icma kadar az değildir. İcma'ın inkarı da küfrü gerektirmez. Ama إذا لم يكن معلوما من الدين بالضرورة kaydı burada da geçerlidir; zira bu genel bir şarttır. Zira icma' sadece âlimlerden bir grup tarafından sübut buluyor, çünkü kimi zaman sübutu ifade edilen icma'ın bazı alimler tarafından teslim edilmediğini görebiliyoruz. Örneğin ehl-i sünnet icma' etmişken mutezile muhalefet edebiliyor. Bundan dolayı bu meselede tekfir söz konusu olamaz. Ancak akidenin ekserisi Kur'an'la sabit olunca, bu mesele büyük oranda hilafa medar olmaktan çıkıyor. Bir de az önce söylediğimiz gibi akidenin temelleri tevatür yoluyla sabittir, نقل العامة عن العامة yolu ile yani. Bu yollarla sabit olan şeylerin inkârı zaten küfürdür.

Gelelim haberi âhâdın akidede değeri meselesine, kelamcılar arasında meşhur bir söz vardır, "haber-i âhâd akidede hüccet değildir." Bu söz çok meşhurdur. Fakat bu sözle ne kastetmişler, işte meselenin can alıcı noktası budur. Yani sünnetin hiçbir değeri yok mudur? Yoksa başka bir anlam mı kastetmişler?

Kelamcılar elbette ki, sünnetin hiç değeri olmadığını kastetmemişler. Nitekim başta da söylediğimiz gibi: Cenabı Hak Kur'an-ı Kerim'de sünnetin delil olduğunu beyan etmiştir. Müstakil bi't-teşri sünnetlerin varlığını Kur'an-ı Kerim beyan ediyor; o olmazsa zaten İslam'ın sübutu olmaz. İkincisi, mütekellimlerin kitaplarını okuduğumuz zaman görüyoruz ki birçok meselede hadis-i âhâd ile delil getiriyorlar. Üçüncüsü, bahusus sem'iyyât bölümünde hadisler delil olarak kullanılmıştır, sem'iyyât bölümünde zaten delillerin birçoğu sünnettir, haber-i âhâddır. Bir de genel olarak mütekellimlerin tamamına baktığımız zaman onlara göre İslam'da akidenin kaynağı nedir? Akidenin kaynağı Kitaptır, sünnettir ve icmadır, diyorlar. Mütekellimler kendi metotlarını beyan ederken bunu açıkça ifade ediyorlar. İmam Eş'arî akidesini yazarken neredeyse bütün kitaplarında bu metodunu beyan ediyor. 'Bizim kaynağımız Kitaptır, sünnettir; Rasulullah'dan ne sabit olduysa onu kabul ediyoruz' şeklinde bunu açıkça ifade ediyor. İbâne'nin başında da vardır bu. Makâlâtü'l-İslamiyyîn'de ehl-i sünnetin akidesini beyan ederken de ifade ediyor. Bunu tekrar tekrar bir çok yerde zikrediyor. Hem metot olarak beyan ediyor, hem delil olarak kullanıyor. O zaman bu söz, "haber-i âhâdın akidede hiçbir değeri yoktur" manasında değildir. Peki bu sözle ne murad edilmiştir?

Bu sözle kastedilen anlam tam olarak şudur: Yani, ليست بحجة يجب القطع بها ويكفر مخالفها "Âhâd haberler, ilm-i kat'i ifade eden ve muhalifi kafir olan bir delil değildir". Mütevatir gibi kat'iyet ifade etmez, bundan dolayı inkarı küfrü gerektirmez. Hiçbir huccet değeri yoktur manasında değildir. Kaldı ki kelam alimleri, belirttiğimiz gibi, metotlarını beyan ederken bunu ifade ediyorlar, delil getirmede bu yönde yöntem belirliyorlar. Hatta Allame Taftâzânî, Şerhü'l-Makâsıd'da bu söylediğimizi açıkça ifade ediyor ve diyor ki: 'Bu söz, âhâd haberlerin hiçbir hüccet değeri olmadığı manasında değildir. Bilakis bu sözün manası ليست حجة قطعية يجب الايمان بمقتضاها ويكفر من لم يؤمن بها şeklindedir. Zira haber-i âhâd zannî bir hüccettir. Yani, فيجب اعتقاد مقتضاها ويفسّق ويبدّع من لم يؤمن بها, "ifade ettiği manaya inanmak vacib ve fakat ona inanmayanın küfrünü değil, fıskını ve bid'at ehl-i olmasını gerektirir." Eğer muarızı yoksa ve sabit ise âhâd hadis delil sayılır. Bu sözün manası kesinlikle budur, Allahu a„lem.'

Hasıl-ı kelam, âhâd haberler, istidlal değeri bakımından nasıl sünnet içinde mütevatirden sonra gelip ilm-i zannî ifade ediyorsa, aynen öyle hüciyyeti de zannidir. Mütevatir katî bilgi ifade ettiğinden dolayı katî delildir. Âhâd da zanni bilgi ifade ettiğinden dolayı zanni delildir. Haber-i âhâdın gereğine inanmak şer'an vaciptir. Ancak

 وجوبا ليس بمعنى يكفر من لم يؤمن به بل يفسّق ويبدّعYani inkar eden dinden çıkmaz; fasık ya da bidatçi olur.

-devam edecek-

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DİĞER YAZILAR

Her can ölümü tadacaktır. Sonra bize döndürüleceksiniz.

Ankebut, 57

GÜNÜN HADİSİ

Gerçek Müslüman

Müslüman, dilinden, elinden müslümanlar selâmette kalan kimsedir. (Buhari, Kitabü'l İman -Abdullâh b. Amr b. Âs)

TARİHTE BU HAFTA

*Fatih Donanmayı Haliç'e İndirdi.(22 Nisan 1453) *T.B.M.M. Açıldı.(23 Nisan 1920) *Yavuz Sultan Selim Padişah Oldu.( 25 Nisan 1512) *Çernobil Nükleer Faciası.(26 Nisan 1986) *Sultan II.Abdülhamid Han Tahttan İndirildi.(27 Nisan 1909)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI