Cevaplar.Org

İNSANIN SAPKINLIĞA DÜŞMESİNİN NEDENLERİ

Kur’an’ı inceleyerek okuyabilen herkes, Kur’an’ın, insanın düşünce kaynaklarına hitap eden “ilahi irade” ile insanın seçme yeteneğinden (cüzi irade- ihtiyar) ve geniş olan fikir özgürlüğünden ve buna bağlı olarak insanın sorumluluğundan söz eden bir kitap olduğunu görecektir. Yani Kur’an’ı okuyabilen her insan, ihtiyar ve irade sahibi olan insanın, aynı zamanda ilahi iradenin tesiri altında olduğunu kabul edecektir.


Prof. Dr. Musa Kazım Yılmaz

musakazimyilmaz@gmail.com

2015-05-21 02:56:16

Allah İradesinin Mutlakiyeti ve İnsan İradesinin Serbestiyeti:

Kur'an'ı inceleyerek okuyabilen herkes, Kur'an'ın, insanın düşünce kaynaklarına hitap eden "ilahi irade" ile insanın seçme yeteneğinden (cüzi irade- ihtiyar) ve geniş olan fikir özgürlüğünden ve buna bağlı olarak insanın sorumluluğundan söz eden bir kitap olduğunu görecektir. Yani Kur'an'ı okuyabilen her insan, ihtiyar ve irade sahibi olan insanın, aynı zamanda ilahi iradenin tesiri altında olduğunu kabul edecektir. Gerçekten insana verilen "tercih etme" yeteneği insanı mutlak bir özgürlüğe sahipmiş gibi göstermektedir. O kadar ki insan, kendi yaratıcısını bile kabul edip etmemekte kendisini serbest hissediyor. Kuşkusuz insana verilen bu tercih ayrıcalığı onun aynı zamanda başıboş bir varlık olmadığını, yaptığı her tercihten mutlaka sorumlu olduğunu açıkça gösterir.

Hür yaratılan ve hür olan insanın yaptıklarından sorumlu olması dini ahlakın temelini oluşturur. İlk bakışta bu hayret verici durum, bir çelişki gibi görünebilir. Yani insan hem özgür, hem tesir altında gibi bir durumla karşı karşıyadır. Başka bir deyimle, amellerini egemen bir iradenin hükmü altında gören insanın kendi yaptıklarından sorumlu olması bir kafa karışıklığına yol açmakta ve bir çelişki oluşturmaktadır. 

Kur'an'ın da ifade ettiği gibi, tarih boyunca insanların ekserisi Allah'a karşı sorumlu olmaktan kaçınmışlar. İnsan hep kendisini "la yüs'el"(sorumsuz) görmek istediğinden, bazı hareketlerinin günah hanesine yazılmasını anlamak istememiştir. Allah iradesinin mutlak ve beşerin de buna karşı iradesinde serbest olduğunu ifade eden bazı ayetler(1) birçok fikir hareketlerinin ve mezheplerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.

Ancak Kur'an'a göre insanın cüz'i (sınırlı) bir iradesi vardır. Bu sınırlı irade çerçevesinde kendi hareketlerinin hâkimidir. Bu yüzden insan, hareketlerinden ve sahip olduğu yeteneklerin iyi veya kötü yönde kullanılmasından sorumludur. İnsan kendi arzu ve isteklerine göre hayat yolculuğunda ya yücelir ya da sukut eder, alçalır. Allah'a inanan ve Allah'tan yardım isteyen herkes mutlaka yardım görür. Ruh, tazarru ve niyazda bulunmak suretiyle Allah'ın vaat ettiği zafer ve yardımı hak eder. Âlemlerin Rabbi olan Allah'tan yardım dileyen zayıflar ve teselli isteyen felaketzedeler bu dünyada istediklerine kavuşmasalar da, ahirette mutlaka kavuşurlar. İnsanın hiçbir hareketi cebir(zorunluluk) altında değildir. Hiçbir insan cennetlik veya cehennemlik olmak üzere yaratılmamıştır. Bilakis her insanın amelleri, akıbeti hakkında etkileyicidir. İşte İslam'ın, Allah'ın mutlak hâkimiyeti ve insan iradesinin özgürlüğü hakkındaki temel öğretileri bu merkezdedir.

İslam inançlarının temel kavramlarından olan kaza ve kader yahut cebir ve ihtiyar, tarihte olduğu gibi İslam dünyasında oluşan mezhepler arasında da büyük münakaşalara yol açmıştır. Kur'an ayetleri ve Rasulüllah'ın sahih hadisleri, külli iradenin egemenliğini öngördüğü kadar beşer iradesinin serbestîsini de dile getirmektedir. Cebre inanan bazı mezhepler tarafından irsi bir şekilde meydana geldiği iddia edilen ahlaksızlık ve tabii günahkârlık İslamiyetçe reddedilmiştir. Her insan temiz ve doğru olarak doğar. İnsanın doğru yoldan sapması ve güzelliklerden uzaklaşması, nefsini terbiye edip etmemesine bağlıdır. Hz. Peygamber (S.A.V) "Her doğan çocuk fıtrat üzere(İslam üzere) doğar"(2) buyurmuştur. Dolayısıyla doğan çocukların tümü müspet ve yüksek bir ahlaki karaktere sahiptir. Ancak hangi çocuğun toplum için faydalı ve Allah'a yakın olacağı bilinemez.

Bütün bu temel öğretilere rağmen insan öncelikle kendi nefsini düşündüğü için doğru yol olan hidayet yoluna bir türlü gelmek istemez. Bu konuda bir takım bahaneler bulup isyan ve itaatsizliğini haklı göstermeye çalışır. Zaten Kur'an-ı Kerim'de en sık geçen insan tiplemelerinden birisi de insanın iman ve inkâr, itaat ve isyan çerçevesinde oluşturduğu kişiliktir. Özellikle Kur'an'ın Allah kelamı (vahiy) olduğu hususunda insanın gösterdiği tereddüt ve dini emirlere karşı gösterdiği direnme ve kendini savunma konusunda ilginç tiplemeler yer almaktadır.

Bu çerçevede, kâinatta, insanı hidayete teşvik edip adeta doğru yola sevk eden ilahi, doğal, psikolojik ve sosyal unsurlar olduğu gibi insanı dalalete sevk eden bir takım sebepler de vardır.

İNSAN HİDAYETİNE ENGEL GİBİ GÖRÜNEN SEBEPLER

İnsan "daima itaat etme" karakterinde olan meleklerden farklı yaratılmıştır. Melekler gereği kadar Allah'ı tesbih ve takdis ettikleri halde Allah, inkâra da kabiliyetli olan ancak kavşak noktasına geldiğinde iman ve itaati tercih edecek bir varlık (insan) yaratmayı uygun görmüştür. Bunun bir diğer anlamı, kavşak noktasında dalalet ve inkâr yolunu gösteren işaretler tam anlamıyla insanın karşısına çıktığında bazı kuvvetler bu yolu da tercih etmesini akla telkin edecekler demektir. İşte bu iç kuvvetler ya da telkin odakları insanın hidayetine engel olan sebeplerdir.(3)

İnsanın cüzi iradeye sahip olması bir bakıma bağımsız olması anlamına da gelir. Denebilir ki bağımsızlık, özel bir donanıma (enaniyete) sahip olan insana verilen ve onu motive eden önemli bir karakterdir. Bu karakterin kontrol altına alınıp insanın yaratılış gayesine uygun olarak yönlendirilmesi, Kur'an'ın tasvip hatta teşvik ettiği başlıca gayesidir. Ama insan nefis ve şeytanın etkisinde kalarak kendini hiçbir güce karşı sorumlu hissetmezse, Allah'ın çok şiddetli kınama ve azarlarına muhatap olur. Fakat her halükarda insan kendisini haklı görmek ister. İşte özgürlüğünün ve bağımsızlığının değerini idrak edemeyen insan, doğru yolu arayıp bulmasına engel olan birçok psikolojik davranış sergilemektedir.

1-İstiğna:

İnsanın kendisini yeterli görmesi, kendi ayakları üzerinde durabileceğini sanması anlamına gelen istiğna, insanın doğru yola gelmesinin en büyük engellerinden biridir. "Gerçek şu ki, insan kendini kendine yeterli görerek azar. Kuşkusuz dönüş rabbinedir"(4) ayeti insanın her zaman müstağni davrandığını ve kendi kendine yeterli olduğunu sandığını ifade eder.

Kur'an-ı Kerim eski kavimlerin helak oluşlarını anlatırken güçlerine ve eserlerine güvenerek Allah'a ve peygamberlere meydan okuyanların hazin sonlarını anlatır ve insanların bu tablolardan ibret almaları gerektiğini vurgular: "Onlar yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, kendilerinden öncekilerin sonu nasıl olmuştur! Öncekiler bunlardan daha çoktu, kuvvetçe ve yeryüzündeki eserleri bakımından daha da sağlamdılar. Fakat kazandıkları şeyler onlara asla fayda vermemiştir. Peygamberleri onlara apaçık bilgiler getirince, onlar kendilerinde bulunan(beşeri) bilgiye güvendiler (onu alaya aldılar). Alaya aldıkları şey kendilerini boğuverdi."(5)

Bu manada birçok ayet vardır. Kur'an'da, kendi gücünü yeterli görüp babasına inanmayı reddeden Nuh (s.s)'ın asi oğlundan(6) tutunuz da, peygamberlerine "Ey Salih, sen kim oluyorsun ki, babalarımızın taptıklarına tapmamıza engel oluyorsun"(7) diyen Semud kavmine kadar, elçilerin doğru yola davetleri karşısında istiğna gösteren kavimlerin acı akıbetlerini anlatan sahneler pek çoktur.

Kuşkusuz istiğnadan vazgeçmeyen bu karakterdeki kimselerin hidayete ermesine karşı Allah da müstağni davranır. Nitekim bazı peygamberlerin inkârcı toplumlarına gelen azapların asıl sebebinin o kavimlerin "Bir beşer mi bizi doğru yola götürecekmiş" diyerek istiğna gösterip yüz çevirmeleridir. Hatta Hz. Peygamber(s.a.v) âmâ olan Abdullah b. Ümmi Mektum'u dinlemekten vazgeçip Velid, Utbe b. Rabia ve Ümeyye b. Halef gibi Kureyş'in ileri gelenlerini dinlediği için Allah tarafından uyarılmıştır; "Kendini sana muhtaç görmeyene (müstağni davranana) gelince, sen ona yöneliyorsun. Oysaki onun temizlenip arınmasından sen sorumlu değilsin. Fakat koşarak ve Allah'tan korkarak sana gelenle de ilgilenmiyorsun" (8)ayetleri, haşyet ve gayret içinde hidayete koşana aldırmadan, doğruya karşı burun kıvırıp isteksiz davranan müşrik reislerine nasihat eden Hz. Peygamber'in açıkça kınandığını ifade etmektedir.(9)

2- Heva:

"Heva" insan nefsinin önerdiği sınırsız ve sorumsuz arzu ve isteklerdir. İnsan bu arzu ve isteklere uyarak sapıklığa düşer. Heva kavramının geçtiği pek çok ayete baktığımızda hevanın ne olduğunu anlamamız mümkündür. Denebilir ki heva, vahyin zıttı ve sapıklığın ilk sebeplerindendir. Her insandaki heva farklı olduğu için belirli bir ölçüsü yoktur. Bu açıdan kendi hevasına uymak dalalet olduğu gibi, başkalarının hevasına uymak da dalalettir. Başta Hz. Peygamber (S.A.V) olmak üzere insanların hevalarına uymamaları istenmiştir. Özellikle Hz. Peygamber gibi sorumlu mevkilerde olanların, vahiy çizgisinde kalmaları ve başkalarının hevasına uymamaları emrolunmuştur.

Maide Suresinde geçen bir ayette, Hz. Peygamber'e, Allah'ın indirdiği ile hükmetmesi ve kendine indirilen gerçeği bırakıp onların(ehl-i kitabın) arzularına uymaması istenmektedir.(10) Necm Suresinde geçen bir ayette ise "o kendi hevasına göre konuşmaz, söyledikleri, vahyedilenden başka bir şey değildir"(11) buyrulmaktadır. 

Başka bir ayette ise Hz. Peygamber'in davet prensipleri açıklanırken uyacağı esaslar da beyan edilmiştir. Buna göre Hz. Peygamber davete devam edecek, inanmayanların heva ve heveslerinin eseri olan teklif ve ısrarlarını asla dinlemeyecektir. Ayet şöyle: "Sen tevhide davet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların heveslerine uyma ve de ki: Ben Allah'ın indirdiği kitaba inandım ve aranızda adaleti gerçekleştirmekle emrolundum. Allah bizim de rabbimiz, sizin de rabbinizdir."(12)

Vahiy çizgisinden çıkanların nefsin dizginlenemeyen arzu ve isteklerine uyacağı ve böylece kendini ateşe atıp yardımsız kalacağı belirtilmiştir. Bakara Suresindeki bir ayette özellikle Yahudi ve Hıristiyanların arzu ve isteklerine uymama konusunda sebat göstermesi için Hz. Peygamber ve dolayısıyla müminler uyarılmıştır. Çünkü değiştirilmiş bir dinin mensupları olanlar, Allah'ın peygamberlere indirmediği indi görüşleri din diye takdim etmeye çalışırlar. Dolayısıyla heva ve heves mahsulü olan bir takım kurallara Hz. Peygamber'in ve müminlerin uymamalarını isterler. Allah ise uyarıyor. Ayet şöyle: "Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hıristiyanlar da asla senden razı olmazlar. De ki: Doğru yol, ancak Allah'ın yoludur. Sana gelen ilimden (vahiyden) sonra onların arzularına uyacak olursan and olsun ki, Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır."(13)

Allah'ın heva ve hevese uymama yönündeki ısrarlı emirleri sadece Hz. Peygamber'e ve müminlere mahsus bir durum değildir. Daha önce gelmiş peygamberler için de aynı ısrarlı talep söz konusu olmuştur. Nitekim İsrailoğullarının peygamberlerinden olan Hz. Davut için de aynı uyarıları görüyoruz."Ey Davut! Biz seni yeryüzünde halife yaptık. O halde insanlar arasında adaletle hükmet. Heva ve hevese uyma, sonra bu seni Allah'ın yolundan saptırır. Doğrusu Allah'ın yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarına karşılık çetin bir azap vardır."(14) Anlaşılıyor ki, Allah'ın emrettiği yoldan sapmanın en önemli göstergesi ahiret gününe inanmamaktır. Kıyamet gününde takdir edilen çetin azap da bu inançsızlığa karşılıktır.

Kur'an'a göre nefse (hevaya) uymanın en çirkin ve en affedilmez şekli insanın kendi hevasını (nefsini) tanrı edinmesidir. Bu şu şekilde olabilir: İnsan yaratılış itibariyle nefsini çok sever. Hatta denebilir ki, insan kendi nefsi kadar hiçbir şeyi sevmez. Tanrıya layık övgülerle övülmekten hoşlanan insan, nefsini bütün ayıp ve kusurlardan uzak tutmak ister. Haklı olsun veya olması insan daima kendisini müdafaa eder. Öyle ki, yaratıcıya hamd ve şükür etmek için kendisinde yaratılan azaları kendi nefsini övmek için kullanır. İşte insanın bu tutumu onu "Heva ve hevesini tanrı edinen ve Allah'ın (kendi katındaki) bir bilgiye göre saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allah'tan başka kim doğru yola eriştirebilir?"(15) ayetinin hükmüne mazhar ediyor

Kur'an özellikle ehl-i kitabın vahiy yerine kendi hevalarına uydukları için sapıklığa düştüklerini açık bir dille ifade eder. "Deki: eğer doğru sözlü iseniz, Allah katından bu ikisinden (Kur'an ve Tevrat'tan) daha doğru bir kitap getirin de ben ona uyayım. Eğer sana cevap vermezlerse, bil ki, onlar, sırf heveslerine uymaktadırlar. Allah'tan bir yol gösterici olmaksızın kendi hevesine uyandan daha sapık kim olabilir?"(16) Bütün bu ayetler, insanın kendi arzu ve hevesine uyarak Allah'ın yolundan ayrıldığını ve dalalete düştüğünü açıkça ifade eder. 

3- Ümitsizlik:

İnsanın ümidini kaybetmesi hayatla ilgili bütün girişimlerini akim bıraktığı gibi doğru yola ulaşmasını ve eğer ulaşmış ise onu devam ettirmesini güçleştirir. Özellikle hayatında refah içinde yaşamış bulunan insanlar bu refahtan kısa bir süre bile ayrılacak olsalar her şeylerini yitirdiklerini hissederek büyük bir umutsuzluğa kapılırlar. Kur'an-ı Kerim temelde Allah'ın rahmetinden ümit kesmenin müminlere yakışmadığını, ancak inkârcıların Allah'tan ümit kestiklerini vurgular.(17) Bu da gösteriyor ki, ümidini kaybetmiş insanların düşecekleri yer dalalet çukurudur.

Allah, insanın mal, sağlık ve refah gibi dünyevi mutlukların kaynağı olan ve kendisine faydalı şeyleri istemekten usanmadığını, fakat kendisinse fakirlik, mihnet, sıkıntı v.b. gibi üzüntü verici şeyler dokunduğunda ümitsizliğe kapıldığını ifade eder.(18) İnsan ruhsal yapısı bakımından, kendisine iyilik, bolluk ve bereket verildiği zaman doğru yoldan yüz çevirir. Fakat kendisine bir şer, bir darlık geldiği zaman bağırıp çağırır ve ümitsizliğe kapılır.

Bir de salih amellerde muvaffak olamayan bazı insanlar Allah'ın azabından korkmaya başlar. Bu korku onları ümitsizliğe götürür. Dini inançlarına aykırı gördükleri en ufak bir mesele gözlerinde büyümeye başlar ve dinin aleyhine kullanılmak üzere büyük bir bürhana dönüşür. Sonuçta şeytanın da desteğiyle dinden çıkar ve dalalet bataklığına düşerler. Böyle durumlara düşen insanların müracaat edecekleri kaynak yine dinin temeli olan Kur'an-ı Kerim'dir.(19) Allah şöyle buyuruyor: "Ey nefisleri aleyhinde aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyiniz. Şüphesiz Allah tüm günahları affeder. Çünkü O bağışlayandır, esirgeyendir."(20)

Kuşkusuz ayette yer alan "tüm günahlar" deyiminden maksat şirkin dışında kalan günahlardır. Çünkü başka ayetlerde şirkin dışındaki tüm günahların affedileceğinden söz ediliyor.

4- Kibir ve Gurur:

 Kibir, insanın kendisinde bir büyüklük, bir yeterlilik ve bir üstünlük hissetmesidir. Oysa insanın yaptığı iyilik ve güzelliklerle bile övünmeye hakkı yoktur. Çünkü iyi ve güzel şeyleri yapmak zaten insanın görevidir. Dikkat çekicidir ki, insanın vücudu bile ona ait değildir. Çünkü Allah insan vücudunu bir sanat eseri olarak yaratmış, insan ruhunu bir misafir olarak o vücutta emaneten durdurmaktadır. Dolayısıyla insan vücudunda yapılan binlerce tasarruftan ancak bir tanesi insana ait olabilir. Hatta yemek ve içmek gibi, insanoğlunun kendisini yüzde yüz tercih edici ve belirleyici olarak kabul ettiği konularda bile insanın tasarrufu yüzde bir bile değildir.(21) Şu halde insanın gurur ve kibre kapılarak kendisini kendine malik zannetmesi ve kendisini iyiliklerin ve güzelliklerin kaynağı kabul etmesi doğru değildir.

 İnsan kibir ve gururla, maddi ve manevi bütün güzelliklerden mahrum kalır. Bir insan gurur saikasıyla başkalarını dinlemeye tenezzül etmeyip kendini yeterli görüyorsa eksiktir. Kuşkusuz, nefsinin arzularına tapan ve bu sebeple Allah ve Peygamber sözü dinlemeyen insanlar için yapılacak bir tek şey kalıyor; o da kendi nefislerine itaat etmektir. Bu tip insanlardaki kibir ve gurur onları alabildiğine kötülüklere ve dalaletlere sürüklemektedir. Gurur ve kibirlerinin esiri olan bu insanları esaretten kurtarmak da kolay değildir. Her şeyin en iyisini ve her yolun en doğrusunu kendileri biliyor sandıkları, düşünme ve anlama kapılarını kapattıkları ve son derece inatçı ve katı bir tutum içinde oldukları için dalalet batağına battıkça batıyorlar.

Tıpkı avcıya görünmemek için başını kuma sokan bir deve kuşu gibi, kibirli insanlar da hakkın sesine karşı parmaklarını kulaklarına sokuyorlar. Kavminin inatçı, söz dinlemez ve ısrarcı tutumlarını Allah'a arz eden Hz. Nuh'un Allah'a yakarışı, kibir ve inatlarının kurbanı olanlara güzel bir örnek oluşturur.: "(Sonra Nuh) Rabbim! dedi, doğrusu ben gece gündüz (kavmimi) imana davet ettim. Fakat benim davetim ancak kaçmalarını arttırdı. Gerçekten de, (imana gelmeleri ve böylece) günahlarının bağışlanması için onları ne zaman davet ettiysem, parmaklarını kulaklarına tıkadılar.(Beni görmemek için) elbiselerine büründüler, ayak dirediler ve kibirlendikçe kibirlendiler."(22) 

Kibir ve gururlarının kurbanı olan Mekke müşriklerinin reisleri hakkında nazil olan bir diğer ayette Allah kibir ve gururlu insanları ağır bir ifade ile tehdit etmektedir: "Vay haline, her yalancı ve günahkâr kişinin! O ki, Allah'ın kendisine okunan ayetlerini işitir de sonra büyüklük taslayarak sanki onları hiç duymamış gibi (küfründe) direnir. İşte onu acı bir azap ile müjdele!"(23)

5-Şeytan:

Şeytan, insanın dünya hayatında dengelenmesi için Allah tarafından yaratılan manevi bir varlıktır. Başka bir ifadeyle beşerin manen terakki etmesi için şeytan bir kamçı görevini üstlenmiştir. Eğer şeytan yaratılmamış olsaydı insanların makamları sabit olurdu. Oysa Allah, meleklerin dışında, makamları değişebilen bir varlık tasarladığı zaman Hz. Âdem'i yaratmıştı. Böylece insanoğluna kuyunun dibi ile minarenin ucu arasında veya alay-ı illiyinden esfel-i safiline kadar değişebilen manevi makamlar ve fırsatlar verilmiştir. Dolayısıyla şeytanın insan türüne düşman oluşu bir kanundan kaynaklanmaktadır. Hadislerde yer alan ifadesiyle insan, "meleklerden gelen iyi düşünceler ile şeytandan gelen vesveseler"(24) gibi iki ciddi etken arasındadır.

Çocukluğunda ölen çocuklar için Rasulüllah şöyle buyurdu: " Büyüseydi kim bilir ne olurdu?" Yine buyurdu ki: "Her insanın iki temayülü vardır. Birisi insanı hayra sevk eder ve o yolda gitmesini teşvik eder, diğeri şerre sevk eder ve şerri benimsemesine yardımcı olur. Fakat Allah'ın inayeti yakındır. Kalbin çirkin arzularına galebe çalmak için Allah'ın yardımını isteyenler bu arzularına nail olurlar. Sizi cennete veya cehenneme sevk eden şey, sizin hareketlerinizdir."(25)

Hz. Peygamber buyuruyor: "Çalışınız! Her insan kendi seciyesine göre bir akıbete nail olur."(26) İnsanın hareketleri tesadüfî değildir. Her hareket diğer bir hareketin sonucudur. Hayat, kader ve seciye(karakter) birbirine bağlı olan hareketler ve olaylar zinciridir.

SONUÇ

Günah ve sevapların bir hedefi vardır. Her müessir eserinden sorumludur. Semavi cisimlerin hareketleri, tabii hareketler, ölüm ve hayat... Bütün bunlar ezelde takdir edilen ilahi kanunlara tabi olan şeylerdir. Bazı ayetler, insan iradesine hâkim olan bir ilahi iradeyi ifade etmektedir. Ancak bazı ayetler ise bunları izah ederek bu âlemin insan iradesine bağlı olduğunu göstermektedir. Allah yardımını, ancak isteyenlere verir. Kalplerini ve ruhlarını çirkin yaklaşımlardan uzak tutanlara Allah rahmetini bol bol ihsan eder.

Güçlü, kudretli, yaratıcı, müdebbir ve mahlûkatına hâkim olan bir zat(c.c), insan için canlı bir hakikattir. Her şeyi kuşatan, Hayy ve Kayyum olan bir zata(c.c) kesin bir itimat, her devirde dünyanın itici gücü olmuştur. Hayat yollarında yer almakta olan yolcular için, emellerini gerçekleştirecek, çaresizlere yardım edecek ve insanları hesaba çekecek bir Allah'a iman etmekten daha güven verici bir şey olamaz.

Daha mükemmel ve daha temiz bir dünyaya karşı duyulan hararetli arzuyu yerine getirecek imandan başka bir şey olabilir mi? Bizim Allah'a imanımız, ilahi emirlerin kendisinden ileri gelmektedir. Bunlar gök cisimlerini tanzim eden kanunlar gibi, kelimenin tam anlamıyla, birer kanundurlar. Fakat ilahi irade keyfi bir irade değildir. İlahi irade terbiyecidir. İlim ve kültür sahasında ilerleyen âlimlerden tutunuz da itikâfa çekilen zahidlere kadar herkes bu iradeye itaat etmekte ve ona boyun eğmektedir. Bununla birlikte, insan sorumluğunu ve beşer iradesinin özgürlüğünü ifade eden ayetler mutlakıyet mefhumunu kayıtlamakta ve sınırlamaktadır.

Dipnotlar

1-Bkz.Yasin, 38; Ahkaf, 33.; Nahl, 77.;Hicr, 21; Nur, 45 ;Bakara, 6; Bakara, 213. Rad, 27; Nisa, 111; Araf, 28; Araf, Yunus, 108; Tevbe, 70.

2-İbnu Hanbel, Müsned, IV, 24.

3-Bilal Temiz, Kur'an-ı Kerim'de Hidayet Kavramı, (basılmamış doktora tezi), s.190, İzmir, 1996.

4-Alak, 96/6-8.

5-Hud, 11/42–44.

6-Mümin, 40/82–83.

7-Hud, 11/ 62, 68.

8-Abese, 80/5–10

9-Bu konuda geniş bilgi için bkz. Bilal Temiz, Kur'an-ı Kerim'de Hdayet Kavramı, (basılmamış doktora tezi), s.191 vd. İzmir, 1996.

10-Maide, 5/48 vd.

11-Necm, 53/3-4.

12-Şura, 42/15.

13-Bakara, 2/ 120.

14-Sad, 38/26.

15-Casiye, 45/23.

16-Kasas, 28/50.

17-Yusuf, 12/87; Hicr, 15/ 56; Ankebut, 29/23.

18-Fussilet, 41/49.

19-Said Nursi, a.g.e., s.68.

20-Zümer, 39/53.

21-Said Nursi, a.g.e., s. 69.

22-Nuh, 71/ 5-7.

23-Casiye, 45/7-8.

24-Tirmizi, Sünen, Tefsir, 2. sure.

25-İbnu Hanbel, Müsned, V, 325.

26-İbnu Hanbel, Müsned, III, 213.

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DİĞER YAZILAR

Âl-i imran:190

Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde selim akıl sahipleri için gerçekten açık, ibretli deliller vardır.

GÜNÜN HADİSİ

Oruç insanı cehennem ateşinden koruyan bir kalkandır; tıpkı sizi harpte ölüme karşı muhafaza eden bir kalkan gibi...

Buhari,Ebû Davud,Tirmizi, Nesai

TARİHTE BU HAFTA

*Fatih Camii'nin yeniden ibadete açılışı(15 Nisan 1772) *Turgut Özal'ın Vefatı(17 Nisan 1993) *Türk-Yunan savaşının başlaması(18 Nisan 1897) *Miladi takvime göre Efendimiz'in (s.a.v.)dünyaya teşrifleri(20 Nisan 571)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI