Cevaplar.Org

RÄ°SALE-Ä° NUR DERS NOTLARIM-64

Ders: Kader Risalesi, 1. Mebhas İzah: Prof. Dr. Şener Dilek *Kader, İslam akaidi içinde en derin, en ince, bir ilmi meseledir. İtikada taalluk eder. Tahkik dairesinde olan bir Müslüman, kaderin birçok inceliklerini anlar ve kavrar. Ama hiç bu meseleleri okumamış insanların kader anlayışı, nefsü’l emirdeki kader anlayışı değildir. Kendi vehminde, tahayyülünde, tasavvurunda çizdiği bir kader anlayışı var, gelip kafasını ona tosluyor, ona vuruyor. Çoğu zaman da düz yolu bırakıp mayın tarlasına girince, itikadının alaküllihal bir kısmını koparıp götürüyor.


Salih Okur

nedevideobendi@gmail.com

2015-04-01 04:34:09

Ders: Kader Risalesi, 1. Mebhas

Ä°zah: Prof. Dr. Åžener Dilek

*Kader, İslam akaidi içinde en derin, en ince, bir ilmi meseledir. İtikada taalluk eder. Tahkik dairesinde olan bir Müslüman, kaderin birçok inceliklerini anlar ve kavrar. Ama hiç bu meseleleri okumamış insanların kader anlayışı, nefsü'l emirdeki kader anlayışı değildir. Kendi vehminde, tahayyülünde, tasavvurunda çizdiği bir kader anlayışı var, gelip kafasını ona tosluyor, ona vuruyor. Çoğu zaman da düz yolu bırakıp mayın tarlasına girince, itikadının alaküllihal bir kısmını koparıp götürüyor.

*Bazı insanların kaderle alakalı sorularına bakınca görüyoruz ki, İslam'da onların anladığı manada bir kader anlayışı yok.

Not: Mehmed Akif merhum, bu yanlış kader anlayışını Safahat'ta şöyle tenkit eder;

"Donanma, ordu yürürken muzafferen ileri,

Üzengi öpmeye hasretti Garb'ın elçileri!

O ihtişâmı elinden niçin bıraktın da,

Bugün yatıp duruyorsun ayaklar altında?

"Kadermiş!" Öyle mi? Hâşâ, bu söz değil doğru:

Belânı istedin, Allah da verdi... Doğrusu bu!

Taleb nasılsa, tabî'î, netîce öyle çıkar,

Meşiyyetin sana zulmetmek ihtimâli mi var?

"Çalış "' dedikçe şerîat, çalışmadın, durdun,

Onun hesâbına birçok hurâfe uydurdun!

Sonunda bir de "tevekkül" sokuşturup araya,

Zavallı dini çevirdin onunla maskaraya!

Bırak çalışmayı, emret oturduğun yerden,

Yorulma, öyle ya, Mevlâ ecîr-i hâsın iken!

Yazıp sabahleyin evden çıkarken işlerini,

Birer birer oku tekmil edince defterini;

Bütün o işleri Rabbim görür. Vazîfesidir...

Yükün hafifledi... Sen şimdi doğru kahveye gir!

Çoluk, çocuk sürünürmüş sonunda aç kalarak...

Hudâ vekîl-i umûrun değil mi? Keyfine bak!

Onun hazîne-i in'âmı kendi veznendir!

Havâle et ne kadar masrafın olursa... Verir1

Silâhı kullanan Allah, hudûdu bekleyen O;

Levâzımın bitivermiş, değil mi? Ekleyen O!

Çekip kumandası altında ordu ordu melek;

Senin hesâbına küffârı hâk-sâr edecek!

Başın sıkıldı mı, kâfi senin o nazlı sesin:

" Yetiş!" de kendisi gelsin, ya Hızr'ı göndersin!

Evinde hastalanan varsa, borcudur: Bakacak;

Şifâ hazînesi derhal oluk oluk akacak.

Demek ki: Her şeyin Allah... Yanaşman, ırgadın O;

Çoluk çocuk O'na âid: Lalan, bacın, dadın O;

Vekîl-i harcın O; kâhyan, müdir-i veznen O;

Alış seninse de, mes'ûl olan verişten O;

Denizde cenk olacakmış... Gemin O, kaptanın O;

Ya ordu lâzım imiş... Askerin, kumandanın O;

Köyün yasakçısı; şehrin de baş muhassılı O;

Tabîb-i âile, eczâcı... Hepsi hâsılı O.

 

Ya sen nesin? Mütevekkil! Yutulmaz artık bu!

Biraz da saygı gerektir... Ne saygısızlık bu!

Hudâ-yı kendine kul yaptı, kendi oldu Hudâ;

Utanmadan da tevekkül diyor bu cür'ete... Ha?

Yehûd Üzeyr'e, Nasârâ Mesîh'e ibn'ullâh

Demekle unsur-i tevhîd olur giderse tebâh;

Senin bu kopkoyu şirkin sığar mı îmâna?

Tevekkül öyle tahakküm demek mi Yezdân'a ?

Kimin hesâbına inmiş, düşünmüyor, Kur'ân...

Cenâb-ı Hak çıkacak, sorsalar, muhâtab olan!

Bütün evâmire i'lân-ı harb eden şu sefih,

Mükellefıyyeti Allah'a eyliyor tevcîh!

 

Görür de hâlini insan, fakat, bu derbederin,

Nasıl günâhına girmez tevekkülün, kaderin;

Sarılmadan en ufak bir işinde esbâba,

Muvaffakiyyete imkân bulur musun acaba?

Hamâkatin aşıyor hadd-i i'tidâli, yeter!

Ekilmeden biçilen tarla nerde var? Göster!

"Kader" senin dediğin yolda şer'a bühtandır.

Tevekkülün, hele, hüsrân içinde hüsrândır.

Kader ferâiz-i îmâna dahil... Âmennâ...

Fakat yok onda senin sapmış olduğun ma'nâ.

Kader: Şerâiti mevcûd olup da meydanda,

Zuhûra gelmesidir mümkinâtın a'yânda.

Niçin, nasıl geliyormuş... O büsbütün meçhûl;

Biz ihtiyârımızın sûretindeniz mes'ûl.

Kader nedir, sana düşmez o sırrı istiknâh;

Senin vazîfen itâ'at ne emrederse İlâh.

O, sokmak istediÄŸin ÅŸekle girmesiyle kader;

Bütün evâmiri şer'in olur bir anda heder!

Neden ya, Hazret-i Hakk'ın Resûl-i Muhterem'i,

Bu bahsi men ediyor mü'minîne, boş yere mi?

 

Kader deyince ne anlardı dinle bak Ashâb:

Ebû Ubeyde'ye imdâda eylemişti şitâb,

Maiyyetindeki askerle bir zaman Fârûk.

- Tereddüt etme sakın, çünkü vak'a pek mevsûk -

Tarîk-ı ,Şâm'ı tutup doğru "Surg"a indi Ömer.

Ebû Ubeyde hemen koştu almasıyle haber.

Halife, Hazret-i Serdâr'a "Nerdedir ordu?

Ne yaptınız? Yapacak şey nedir?" deyip sordu.

Ebû Ubeyde; "Vebâ var!" deyince askerde;

Tevâbi'iyle Ömer durdu kalkacak yerde.

" Vebâya karşı gidilmek mi, gitmemek mi iyi?"

Muhâcirîn-i kirâmın soruldu hep re'yi.

Bu zümreden kimi; "Maksad mühim, gidilmeli" der;

"Hayır, bu tehlikedir" der, kalan Muhâcirler.

Halife böyle muhâlif gön;ince efkârı;

Çağırdı: Aynı tereddüdde buldu Ensâr'ı.

Dağıttı hepsini, lâkin sıkıldı... Artık ona,

Muhacirîn-i Kureyş'in müsinn olanlarına

Mürâca'at yolu kalmıştı; sordu onlara da.

Bu fırka işte bilâ-kaydı-ı ihtilâf arada:

" Vebâya karşı gidilmek hatâ olur" dediler:

" Yarın dönün!" diye Ashâb'a emri verdi Ömer.

Ale's-seher düzülürken cemâatiyle yola,

Ebû Ubeyde çıkıp: "Yâ Ömer, uğurlar ola!

Firârınız kaderu'l-lâhtan mıdır şimdi?"

Demez mi, Hazret-i Fâruk döndü: " Doğru", dedi,

Şu var ki bir kaderu'l-lâhtan kaçarken biz,

Koşup öbür kaderul'lâha doğru gitmedeyiz.

Zemîni otlu da, etrâfı taşlı bir derenin

İçinde olsa deven yâ Ebâ Ubeyde, senin;

Tutup da onları yalçın bayırda sektirsen,

Ya öyle yapmıyarak otlu semte çektirsen,

Düşün; Kaderle değildir şu yaptığın da nedir?"

Ömer bu sözde iken İbn-i Avf olur zâhir,

Hemen rivâyete başlar hadîs-i tâûnu

Ebû Ubeyde tabî'i susar duyunca bunu.

Muhâcirîn-i Kureyş'in, kibâr-ı Ashâb'ın,

Şerîatın koca bir rüknü: İbn-i Hattâb'ın:

Kader denince ne anlardı hepsi, anladın a!...

Utanmadan yine kalkışma Hakk'a bühtâna

 

Tevekkülün, hele ma'nâsı hiç de öyle değil.

Yazık ki: Beyni örümcekli bir yığın câhil.

Nihâyet oynıyarak dîne en rezîl oyunu.

Getirdiler, ne yapıp yaptılar, bu hâle onu!

Yazık ki: Çehre-i memsûha döndü çehre-i din:

Bugün kuşatmada İslâm'ı bir nazar: Nefrin.

Tevekkül inmek için tâ bu şekl-i mübtezele,

Nasıl uyuttunuz efkârı, bilsem, ey hazele?

Nasıl durur aceb alnında Şer'-i ma'sûmun.

Bu simsiyâh izi hâlâ o levs-i meş'ûmun?

Tevekkül öyle yaman bir Şiâr-ı imandı.

Ki kahramân-ı fezâil denilse şâyandı.

Yazık ki: Rûhuna zerk ettiler de meskeneti:

Cüzzâma döndü, harâb etti gitti memleketi!

Tevekkül olmasa kalmaz fazîletin nâmı...

Getir hayâline bir kerre Sadr-ı İslâm'ı;

O bî-nihâye füyûzun yarım asırlık bir

Zamân içinde tecellîsi hangi sâyededir?

Bu müddetin ne ki akvama nisbeten hükmü,

Bin inkılâba yetişsin?.. Bu hiç görülmüş mü?

Zaman içinde zaman tayyolunmak imkânı

Görülmedikçe tahayyür bırakmaz insânı!

Zalâm-ı şirki yarıp fışkınnca dîn-i mübîn.

Yayıldı sîne-i Bathâ-ya bir hayât-ı nevîn.

Bu inkılâbı henüz rûhu duymadan Garb'ın,

Kuşattı satveti dünyâyı bir avuç Arab'ın!

Dayandı bir ucu tâ Sedd-i Çîn'e; diğer ucu,

Aşıp bulut gibi, binlerce yükselen burcu,

Uzandı ansızın İspanya'nın eteklerine.

Hicâz'ı Çin'i düşün nerde? Nerdedir Pirene!

Nedir bu hârikanın sırrı? Hep tevekküldür:

Ki i'timâd-ı zaferden gelen tahammüldür.

Tevekkül olmaya görsün yürekte azme refik;

Durur mu şevkine pervâne olmadan tevfik?

Cenâb-ı Hak ne diyor bak, Resûl-i Ekrem'ine:

"Bütün serâiri kalbin ihâta etse, yine,

Danış sahâbene dünyâya âid işler için;

Rahîm ol onlara... Sen, çünkü, rûh-i Mehmetsin.

Hatâ ederseler aldırma, afvet, ihsân et;

Sonunda hepsi için iltimâs-ı gufrân et.

Verip karân da azm eyledin mi... Durmıyarak

Cenâb-ı Hakk'a tevekkül edip yol almaya bak."

 

Demek ki: Azme sarılmak gerek mebâdîde;

Yanında bir de tevekkül o azmi teyîde.

Hülâsa, azm ile me'mûr olursa Peygamber;

Senin hesâbına artık, düşün de bul, ne düşer!

Şerîatin ikidir en muazzam erkânı;

Kimin ki öyle müzebzeb değildir îmânı;

Ayırmaz onları, bir addedip tevessül edeı:

Açıkça söyleyelim: Azm eder, tevekkül eder:

Ne din kalır, ne de dünya bu anlaşılmazsa...

Hem anlayın bunu artık, hem anlatın nâsa.

Bu anlaşılmalı... Yâhud uzat bacaklarını,

Pamuklu şilteyi buldun mu, anma hiç yarını!

Ne olsa, pufla yataktan açılma tek bir adım;

İçin sıkıldı mı, gelsin boğuk boğuk "Bakalım

Cenâb-ı Hak ne yapar?" virdi yorgan altından!

Cenab-ı Hak ne yapar, bilmiyor musun o zaman:

Araştırır "Bakalım bir, kulum ne yaptı?" diye...

Kıvır da şilteyi öyleyse bak ilerlemeye.(Salih Okur)

 

Yanlış onların kafasında, anlayışında..Okumamış, öğrenmemiş, tahkik etmemiş, sathi bir nazarla geliyor, kaderle ilgili yorum yapıyor.

*Kader, kelime olarak plân demektir, ölçü demektir. Demek her şeyin kaderi var yâni, herşey bir ölçüden çıkmıştır. Bir kalıptan geliyor. Yâni, bir takdirden bir tasvirden, bir teşkilden geçerek vücûd âleminde sübût buluyor demektir.

Meselâ: muazzam bir apartman var. Böyle karşımızda, mükemmel muhteşem bir apartman. İşte o apartman bir kaderden çıkmış yâni, bu apartmanın mâhiyet-i ilmiyesini takdir eden bir mimar varmış ve .o mimar önce bu apartmanın plânını çizmiş ve bu apartman o plâna göre yapılmış demektir. Demek ki "apartmanın bir kaderi varmış demek", apartman bir plândan çıkmış demektir. Her şeyin bir plânı var tâbiri câizse her şeyin bir kaderi var. Mesela biz iktisatta fizibilite etütleri diyoruz. Bir fabrika yapacaksanız, o fabrikanın teknik etüdüne, ekonomik etüdüne muhâsebe yapıyorsunuz "Kaça çıkar, bunun maliyeti ne olur? Ona göre fabrikayı nerede ne şekilde kuracağız." Bunun değişik etütlerini dikkate alıyoruz. Fabrika daha teşekkül etmeden ilmi boyutlarını bir ölçü, bir plân çerçevesinde ortaya koyuyoruz. Ve bu plân çerçevesinde fabrika vücûd bulmuş oluyor.

Şimdi örneği bir derece daha açarak ifâde edelim. Meselâ diyelim ki, Uludağ'da bir köşk yapacaksınız, yaptıracaksınız. Şimdi bu köşk için birinci olarak ne lazım? Bu köşkün evvelâ mimârî bir plânı lâzım değil mi? Gidiyorsunuz çok profesyonel bir mimara plân yaptırtıyorsunuz. Şimdi mimarî plân var karşımızda. Sayalım, bir. Bakın halbuki, şimdi bu köşk daha varlık âlemine çıkmamıştır, maddeten teşekkül etmemiştir. Daha maddeten teşekkül etmeden plânını hazırlıyoruz. Mimârî proje plânı. Etti iki. Şimdi bu köşke ne lâzım? Kışın soğuk olacak, kalorifer lâzım. Radyatör ısıtma plânı ve onun projesini hazırlıyoruz. Üçüncüsü, nurlandıracağız; elektrik projesi plânı lâzım. Dört, su tesisâtı; beş, diyelim sıcak su projesi plânı. Faraza altı, bahçeyi ne yapacağız? Güzel tanzim edeceğiz. Ne plânı, peyzaj plânı. Bakın etti altı. Daha fazla uzatmayalım, bir apartman ki daha varlık âlemine çıkmadan ona en az altı tane plân lâzım olmadı mı?

Biraz daha derinleşelim. Sadece mimârî plân için biz mimarlık fakültesini kurmuşuz, oradan mezûn olan ve ilmî mahâreti olan bir insan ancak o projeyi çizebiliyor. Elektrik plânı projesi lâzım olunca, elektrik mühendisliği fakültesi açmışız ve hâkezâ...Bakın bir apartman daha varlık âlemine cıkmadan o apartmanın ilmi sübûtu ve ortaya çıkması için en az beş on tane fakülteye ihtiyaç oldu. Bakın basit bir apartmanın ortaya çıkması için beş on tane fakülte kurmuşuz. O kürsülerin de başında profesörler var. Basit bir köşkün arkasında böyle beş on tane plân olursa, Allah (C.C.) aşkına söyleyin, şu muazzam ve muhteşem kâinât köşkünün arkasında plân olmaz mı?

İşte, nasıl şu apartman bir plândan, bir ilim dâiresinden haber veriyorsa kâinât da cüz'i ve küllî mâhiyetiyle, teferruât ve fürûâtıyla doğrudan doğruya kaderden, ilm-i İlâhiden, takdir-i İlâhiden haber vermiş oluyor.

Şimdi burada iki noktayı da ifâde edip devâm edelim. Şimdi ben size sorayım. Bir apartman var, güzel bir apartman, apartman mı evvel, yoksa onun plânı mı evveldir? Söyleyin bakalım. Cevab elbette plânıdır. Evet, her şeyin plânı o şeyden evveldir Bu bir kânûndur. Evet, plân apartmandan evveldir, doğrudur. 

Peki plân mı evvel, yoksa ilim mi evvel diye sorsam ne dersiniz? Yâni, apartmandan evvel plân vardı. Evet de, plândan evvel ne vardı? İlim vardı, ilim değilmi? Bu neye delildir? Âlim bir zâtın varlığına delildir. 

Şimdi bu şablonu kâinâta tatbik edelim. Kâinâttan evvel plân vardı, yâni, kader vardı. Demek, kâinâttan evvel plân vardı, bu bir.. Plândan evvel ne vardı? İlim vardı, değil mi? İşte kadere inanmak demek, Allah (C.C.)'ın ilminin ezelî ve ebedî olduğuna i'tikâd etmek demektir. Yâni, kâinattan evvel plân vardı; plândan evvel ilim vardı.. İşte, kadere îmân. Allah (C.C.)'ın ilminin ezelî ve ebedî olduğunu, bütün kâinâtı ve bütün mevcûdâttaki hâdisâtı ihâta ettiğine i'tikâd ve inanmak demektir.

Burayı yakaladık mı? Şimdi, mâdem kâinâttan evvel plân var, yâni kader var ve kaderden evvel ilm-i İlâhî var. Bu demektir ki, Allah (C.C.)'ın ilmi ezelîdir. Allah (C.C.)'ın ilmi muhittir. Bütün eşyayı, bütün mahlûkâtı ihâta ediyor. Mâdem ilm-i İlâhinin ihâta dâiresi nâmütenâhidir, sonsuzdur. Bu noktadan bakınca, her mevcûd, arz ve semâ içerisindeki her şey ilm-i İlâhinin içine girdiğine göre, elbette kâinâtın özü ve özeti olan, arzın halifesi olan insanın dünyadaki ef'al ve harekâtı, tarz-ı hayata taallûk eden en ince ayrıntılarının da ilm-i İlâhi içerisinde bilinmesi ve Allah (C.C.)'a ma'lûm olması da hikmetin gereğidir.

Mâdem ilm-i İlâhi her şeyi ihâta ediyor. Öyleyse, o ihâta içirisinde beşerin ef'al ve harekâtı da vardır. İşte, terminolojik ma'nâda kaderi açıklarsak: "Kader, ezelde Cenâb-ı Hakk'ın her şeyi bilmesidir" diyoruz. Allah (C.C.) ezelde her şeyi takdir etmiş, yazmış. Elbette, bu program içerisinde beşerin ef'al ve harekâtı dahi var. Bu, kaderdir. Kaza ise, kaderde ilim dâiresinde yazılan hâdisâtın dünyada zuhur etmesidir.

Not: Şener beyin bu konudaki tafsilatlı izahı için, yeni çıkan eseri "Niye Ben"'in 27-42. Sayfalarına bakabilirsiniz.(Feyza Yayıncılık-İst. 2014) ayrıca 55-56 sahifeleri arasındaki "İlm-i Ezeli" adlı yazısına bakabilirsiniz.

*Kadere inanmak demek, Allah'ın ilminin ezeli ve ebedi olduğuna inanmak demektir.

*Her şey bir kaderin, bir ilmin, bir projenin eseri. Her şey Allah'ın ilminden geliyor, onu gösteriyor. Ve Allah'ın ilminde estetik var, nakış var, tenasüp var, güzellik var, letafet var. Bakın bir parsın postuna, bir kaplanın vücuduna, estetiği görün.

Allah'ın ilmi muhit, herşeyi kuşatıyor. Her şey ilm-i ilahinin içinde. Her şey içinde olunca, her şeyi bilen Allah, insanın dünyaya gelişini, ne yapıp edeceğini bilmesin mi? Bilmeyen, ilah olabilir mi? Yarını bilmeyen, ilah olur mu?-hâşâ-

*Çoğu insan şu noktada takılıyor; Madem her şeyi Cenab-ı Hak olmadan önce biliyor ve takdir ediyor, o zaman işlediklerimden benim kabahatim nedir? Allah bir şeyi nasıl olacaksa öyle biliyor. Allah'ın bilmesi, O'nun ilminin kemalatıdır. Yoksa, Allah'ın bilmesi kulun iradesine müdahale etmiyor. 

Ben lisede öğretmenlik yaptım. Diyelim odada otururken müfettiş girdi. "Hocam elimde bir defter var. Şimdi şu deftere bir bakalım. Mehmet'in, birinci yazılısı bir, ikinci yazılı yine bir, üçüncü yazılı da bir. Müfettiş dese ki "hocam üç tane bir vermişsin. Bu çocuk inşaat mı yapacak.? Buna böyle, bu kadar direk vermişsin." Sen de desen "sayın müfettişim, ben Mehmed'i tanıyorum. Birazdan matematik dersine gireceğiz. Şimdiden onun sözlü notunu yazıyorum. Bir, yazdım. Girdik sınıfa. "Mehmet kalk tahtaya" soru bir, Mehmet'den gık yok. Soru iki, gık yok. Soru üç, çıt yok. On tane soru soruyorsun, Mehmet'den yine ses yok. "Mehmet otur." O zaman desen ki "Mehmet, ben senin bir alacağını tâ bir saat önceden biliyordum. İşte senin notun da bir. Mehmet birden kalksa "Müfettiş bey, i'tirâz ediyorum. Hocam bir saat önce notumu yazmasaydı, ben bu imtihanda bir almazdım" dese. Böyle deyince "Ulan dayaklık Mehmet. Benim bir yazmam, senin idrakını mı kilitledi? Zekânı mı kapattı? Ağzını mı mühürledi?"

O ise, benim bir saat önceden bir yazmam, benim ilmimi, dirâyetimi, ferâsetimi gösteriyor. Şimdi, müfettişin bana ne yapması lâzım? Takdir etmesi lâzım. "Hocam, seni tebrik ederiz. Ama bir hata etmişsin, yanlış meslek seçmişsin. Senin, maden mühendisi olman lâzımdı. Sen gitmişsin matematik hocası olmuşsun."

Demek benim bir saat önce Mehmet'e bir yazmam, onun irâdesini elinden almıyor. Nasıl olacaksa ben öyle biliyorum. Şimdi Allah (C.C.) mevcûdât ve mahlûkâtı bilmesin mi? Nasıl yazmış, nasıl olacak, Allah (C.C.) öyle biliyor. Demek ki, kader zulümden münezzehdir. İnsan ise, fiilinden mesuldür.

Not: Şener beyin bu konudaki izahları için bakınız; Prof. Dr. Şener Dilek, Niye Ben, s: 100-105, Feyza Yayıncılık, İst. 2014

* Kader ve cüz'-i ihtiyarî, İslâmiyetin ve imanın nihayet hududunu gösteren, hâlî ve vicdanî bir imanın cüz'lerindendir. Yoksa ilmî ve nazarî değillerdir.(Sözler s: 463 ) Şimdi, bazı şeyler var ki, bunları biz hâlen ve vicdanen biliriz.(İzâhını, isbâtını yapamayız) Yâni, bazı şeyler de var ki, onların ilmen sübûtunu ortaya koymak fevkalâde zordur. Ne gibi? Meselâ: dişimiz ağrıdı. Bunun için git, karşındaki fizik doçentine de ki, "Dişim ağrıyor, şunu bir formüle et!" Yanında da matematik profesörü var. Şimdi ikisi kafa kafaya verseler de senin dişinin ağrısını formüle etmeleri mümkün müdür? Bunu onların bilmesi mümkün değildir. Peki, bu ağrı neyle bilinir, hâl ile bilinir. Yâni, ağrıyınca o zaman sen bilir, anlarsın.

Hani bir hikâye vardır: "Nasreddin Hoca, damdan düşmüş, "Ayy, Vayy" diye fazlaca bağırırmış. Gelenlar, bakmışlar, demişler: "Hocam, sen mübâlağa yapıyorsun! Bu kadar bağırmanın ne ma'nâsı var?" Demiş ki: "Siz gidin, anlamazsınız. Bana damdan düşen birini getirin. Ancak benim hâlimi o anlar!" Yâni, bu ne mes'elesi oluyor? Hâl mes'elesidir bu, kal mes'elesi değildir. Başka bir misâl verelim: Bir insanı büyük bir kazanın içerisine koy ve boğazına kadar da bal şerbeti doldur. O halde iken o adam şerbeti tadamayınca balın tadını bilebilir mi? Şübhesiz ki bilemez. Dilini sürmedikçe o tadı bilemez. Ne yapacak? Tadacak ki, bilsin.

Demek bazı şeyler var ki, biz bunu bilir, fakat anlatamayız. Kazandaki o adam edebiyat profesörü de olsa tadmadıkça balı anlatamaz. Yâni, balı tanıtmanın en güzel yolu onu ağzına götürmektir, tatmaktır. Başka da mümkün değildir.

İşte bu misaller gibi "İrâde-i cüz'iyyeyi" (yahut, cüz'-i ihtiyârîyi) biz ne ile biliyoruz? Hâl ile, vicdânımızla, kendi iz'ânımızla biliyoruz. ("Bizzarûre herkes kendisinde bir ihtiyâr hisseder. O ihtiyârın vücûdunu vicdânen bilir." diyor Üstâdımız.)

Evet, insanda hürriyeti esâs olan (cüz'i de olda bir ihtiyâr) bir irâde var. Yâni, insan robot değil. (Cebriye gibi düşünmüyoruz.) Çünki, senin bir irâden var. Sen bu cüz'i irâdeni ne ile biliyorsun? Hâl ile biliyorsun, vicdân ile biliyorsun. Evet, Cenâb-ı Hak her şeyi ezelde takdir etmiş, yazmış amma Allah (C.C.) bize bir de külli değil ama cüz'i de olsa bir irâde (ile serbesti, hürriyet) vermiş. İşte dolayısiyle biz bu bize verilen irâdemizden dolayı mes'ulüz.

*"Mü'min, nihâyette teklif ve mes'uliyetten kurtulmamak için "Cüz'-i ihtiyârî" önüne çıkıyor. Ona "Mes'ul ve mükellefsin" der." Biz vicdanen biliyoruz ki, kader bizi engellemiyor, elimizi, kolumuzu bağlamamış. Ama insan nerde hataya düşüyor? Biliyoruz ki insanda enaniyet var, gurur var, hatasını çoğu zaman kabul etmiyor. Hatasını, yanlışını birisine ihale edcek. Bu, insanın yaratılışında var. Talebeye soruyorsun; Ahmet ne yaptın tarihten?" "Âbi 98 aldım" "Peki Ahmet matematikten ne yaptın?" "Ağabey, hoca 15 verdi." İşte bakınız, insan psikolojisine, doksan aldın mı kendinden, kırık aldın mı hocadan. Şimdi günah işle, ala bora ol, sonra kadere iftirâ et. Allah (C.C.)'a zulmet, iyilik yap nefsine ver. Olur mu?

Not: Şener beyin bu konudaki izahları için bakınız; Prof. Dr. Şener Dilek, Niye Ben, s: 89, Feyza Yayıncılık, İst. 2014

*Kırkıncı Hocamgiller bir ara Risale okuduklarından hapse girmişlerdi..

Not: Şener beyin sohbette anlattığı ve 1974 senesinde olan bu hadiseyi Kırkıncı Hocamızın Hayatım Hatıralarım adlı eserinde nakledelim(Salih Okur); "Mahkûmlarla uzun sohbetler yapar, sorularını cevaplandırırdık. Aramızdaki muhabbet her geçen gün daha da artıyordu. Bir ay sonra, bizim koğuşumuzda da, kardeşlerimizin kaldıkları koğuşlarda da namaz kılmayan pek az kişi kalmıştı. Bütün mahkûmlar namaz kılmaya başladılar. Benim yerim üst kısımdaydı. Yanımda yaşlı bir zat vardı. Yirmi sene hüküm giymiş, birçok hapishane dolaşmıştı. Namazını kılar bana sık sık çay ikram ederdi. Çay sohbetlerimizde yer yer:

"Anlamadım hocam, bana bu cezayı niye verdiler?" diye içini çekerek kendi kendine söylenir, çayları doldurmaya devam ederdi. Ben de kendisini teselli edici bazı şeyler söylerdim. Yine bir gün:

"Anlamadım, bana bu cezayı niye verdiler?" diye söylendiğinde merak ederek sordum.

"Zihni Amca, seni mahkûm etme sebepleri ne idi?"

"Hiç hocam, dedi, bizim köyde bir kavga çıktı. Ben de muhtardım. Onları ayırmak isterken, kendimi kavganın içinde buldum. Kamayla birisini öldürdüm, on birini de yaraladım."

Ben gülmekten kendimi zor tuttum, o gayet ciddiydi. Haksız yere cezalandırıldığına tam inanmıştı. (Mehmed Kırkıncı, Hayatım Hatıralarım, Zafer Yayınları, İst. 2004)

*Kader iki kısım;

1-Izdırari kader; Kaderin bu kısmında insanın iradesinin hiçbir fonksiyonu yok, onun için de bu kaderden mes'ul ve mükellef değil, Doğduğu yer, doğduğu yüzyıl, ırkı, anne babası, cinsiyeti vs.

2-İhtiyari kader; İnsanın seçeceği yolu Cenab-ı Hak insan iradesine bırakmış, isterse Cenne yolunu, isterse Cehennem'in yolunu seçebilir. Cenab-ı Hak bizim rızkımıza kefil ama akıbetimize kefil değil.

Not: Şener beyin bu konudaki izahları için bakınız; Prof. Dr. Şener Dilek, Niye Ben, s: 82-86, Feyza Yayıncılık, İst. 2014

*Sadaka'nın belayı def etmesi ve insanın ömrünü uzatması ile ilgili hadis; Bu hadis müteşabihtir. İnsanın ömrünün uzamasından maksat, ahirette makamının rütbesinin uzaması, Allah'ın katında şerefinin, kıymetinin artması demektir.

b-Ata kanunu ile ilgisi var bu hadisin. Sen bir fakire yardım elini uzatıyorsun, Cenab-ı Hak da Rahmetiyle sana teveccüh ediyor, başına gelecek bir musibeti def ve ref ediyor.

Not: Bu hadisin daha orijinal bir yorumunu Mehmed Kırkıncı Hocaefendi'nin Kader Nedir adlı eserinden naklediyoruz;

"Bazı kimseler Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz'in: "Sadaka belâyı def eder ve ömrü uzatır," hadîs-i şerifini ileri sürerek, ömrün uzayabileceğini ve dolayısıyla da ecelin değişebileceğini iddia ederler.

Evvelâ şunu belirtelim ki, sadakanın ömrü uzatmasının hakikati ne olursa olsun, neticede insanın ölümü söz konusudur ve bu ise ezelî ilmiyle Allah'ın malûmudur. Bu noktadan, onun ölüm vakti ve dolayısıyla da ömür müddeti Allah tarafından takdir edilmiş olup bunun değişmesi mümkün değildir. Meselâ, bir kimsenin verdiği bir sadaka ile ömrünün iki yıl uzadığını farz edelim. Bu şahsın, ecel-i muallâk dediğimiz, şarta bağlı eceli, eğer sadakayı verirse ömrü elli sene, vermezse kırk sekiz sene, şeklinde olsun. Cenâb-ı Hak o şahsın söz konusu sadakayı vereceğini bildiği için, ömrünü elli sene olarak takdir etmiştir. İşte bu ecel değişmez.

Yukarıda takdim ettiğimiz hâdîs-i şerîf ile Peygamber Efendimiz (s.a.v.) mü'minleri hayra teşvik etmekte ve aralarındaki sevgi bağlarını sadaka ile perçinlemektedir. Sadakanın belâyı def etmesi, Allahü Zülcelâl'in lütfu ve atâsıdır. Verdiğimiz sadakaların ne gibi belâların def'ine vesile olduğu ise, bizim meçhûlümüzdür. Verdiğimiz sadakalarla ve yaptığımız hayırlı hizmetlerle başımıza gelecek birçok belâların def'ine sebep olmaktayız. Vücuda gelmediği için bilemediğimiz bu belâların def'i, bizim için ayrı bir nimettir ve bu nimet menfî nimet şeklinde ifâde edilmektedir. Sadakanın müsbet nimet olması ciheti ise mü'minlere hayır ve hasenat kazandırmasıdır.

Sadakanın ömrü uzatmasını kelâm ilminin büyük âlimlerinden Teftazânî Hazretleri, Şerh-i Akaid adlı eserinde çeşitli yönleriyle izah etmiştir.

Teftazânî Hazretleri'ne göre: Ömrün uzamasından maksat, ömrün bereketlenmesidir. Âhirete hayır ve hasenat için verilmiş bir sermaye olan insan ömrünün uzaması, bu sermaye ile daha çok kâr elde etmek mânâsınadır. Buna göre ömrün müddetinde bir değişme olmasa da, sadaka yoluyla mahsulünde bir artma olması ömrün uzaması demektir. Bunu bir misâl ile açıklamaya çalışalım. Bir ağacın her baharda dört bin meyve verdiğini ve ömrünün on sene olduğunu farzediniz. Cenâb-ı Hakk'ın ağaca lütuf ve ihsanıyla baharlardan birinde dört bin yerine sekiz bin meyve verdirmesi hâlinde, ağacın ömrü mânen bir yıl uzamış, demektir. İşte sadaka da insan ömrünün verimini artıran güzel bir vasıtasıdır. Ve bu mânâda ömrü uzatmaktadır.

Yukarıdaki hakikati Teftazânî Hazretleri şu şekilde ifâde etmiştir:

Sadaka, ömürden maksûd-u ehem (en önemli gaye) olan şeyi ziyade ediyor (artırıyor). O da amel-i sâliha ile kemâle ermektir. Çünkü insanlar nefislerini kemâle ve iki dünya saadetine salih ameller ile getirebilirler.

Sadakanın ömrü uzatmasının diğer bir mânâsı, rızıkta berekete ve ömrün huzur ve sürûr ile geçmesine vesile olmasıdır.

Başka bir mânâ da, ömrün uzaması, ölümden sonra hayır ve hasenat defterinin kapanmamasıdır. Bilindiği gibi, sadaka mal yanında ilim ve irfan ile de olmaktadır. Mü'minlere faydalı bir eser neşreden bir âlimin sevap defteri ölümüyle kapanmaz. Bu ise onun ömrünün uzaması demektir. Zira, ömrü uzadıkça hayır ve hasenatına devam edecek olan o zât, aynı işi ölümden sonra da yapabildiğine göre mânen hayattadır demektir."(Mehmed Kırkıncı, Kader Nedir, Zafer Yayınları, İst. 2004)

*İyiliklerle insanın gururlanmaya hakkı yok. Mesela kurban bayramı geliyor. Bir zengin düşünelim ki fakirlere dağıtmak için bir sürü hayvan kesecek. Ama bununla gururlanmaya hakkı yok.

1-O koyunlar kimin, Asıl sahipleri kim?

2-O koyunları kim yarattı?

3-Onları yaşatan kim?

4-O koyunların varlık sahasına çıkması için ne lazım? Toprak lazım, çayır lazım, güneş lazım, atmosfer lazım.. Kısaca kâinat bütün levazımatıyla lazım. Bütün kâinatın tahşidatıyla, müzaheretiyle ortaya çıkan bir nimeti gör ve "ben kestim, dağıttım, hayır yaptım" diye gururlan, olur mu? İşte tüm iyiliklerimizde kader karşımıza çıkar, bize der ki "gururlanma, sana düşen sadece şükürdür."

 Not: Şener beyin bu konudaki izahları için bakınız; Prof. Dr. Şener Dilek, Niye Ben, s: 87-89, Feyza Yayıncılık, İst. 2014

 

 

 

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DÄ°ÄžER YAZILAR

Dehşeti herşeyi kaplayan kıyametin haberi sana geldi mi?

GaÅŸiye, 1

GÃœNÃœN HADÄ°SÄ°

"Şüphesiz Allah, verdiği nimetin eserini kulunun üzerinde görmek ister."

Tirmizî.

TARÄ°HTE BU HAFTA

*Şair Muhammed İkbal'in vefatı(21 Nisan 1938) *TBMM'nin açılışı ve çocuk bayramı(23 Nisan 1920) *Osmanlı-Rus Harbi(24 Nisan 1877) *Hudeybiye Gazvesi(26 Nisan 628) *II.Abdülhamid'in tahttan indirilmesi(27 Nisan 1909)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SÄ°TE HARÄ°TASI