Cevaplar.Org

NURSİ’DE DEVLET ALGISI-2

Siyaset-Şeriat Özdeşliği Burada ilk olarak Bediüzzaman’ın tek parti dönemindeki “siyasete girme” olayını hangi anlamda kullandığına dikkati çekelim. Gerek İttihat ve Terakki döneminde, gerekse çok partili dönem olan 1950 sonrası dönemde siyasete yüklediği anlam, benim “adi siyaset” olarak adlandırdığım Makyavelist siyasettir. Buna karşılık tek parti dönemi olan 1920–1950 arasında kullandığı


Bünyamin Duran, (Prof. Dr.)

2015-04-01 04:27:31

Siyaset-Şeriat Özdeşliği

Burada ilk olarak Bediüzzaman'ın tek parti dönemindeki "siyasete girme" olayını hangi anlamda kullandığına dikkati çekelim. Gerek İttihat ve Terakki döneminde, gerekse çok partili dönem olan 1950 sonrası dönemde siyasete yüklediği anlam, benim "adi siyaset" olarak adlandırdığım Makyavelist siyasettir. Buna karşılık tek parti dönemi olan 1920–1950 arasında kullandığı "siyaset" ve "siyasete katılma" ise doğrudan doğruya baskıcı ve zulüm rejimine karşı "güç kullanma" ve "isyan" anlamındadır. Aksi durumda aşağılarda da inceleyeceğimiz gibi "siyasete girme"nin vicdan, hak, hakikat gibi kudsî değerleri engellediğinden söz edilmesi abes olurdu.

Bediüzzaman "siyaset" konusunda genel strateji olarak "devrimci yaklaşımı"ı değil, "ıslahçı yaklaşımını benimsemiştir. Bir ömür boyu tüm himmet, gayret ve enerjisini "ıslah," "ikaz" ve "irşad" faaliyetine tahsis etmiştir.

Düşünürün bu tip bir stratejiyi tercih etmesinin çeşitli nedenleri vardır. Bunlardan birincisi; muhatap olduğu topluluğun "cehalet," "gaflet" ve "ihmal"den kaynaklanan bilgisizlikten dolayı yoğun ölçüde "irşad" ve "ıslah"a muhtaç olmalarıdır. Genel olarak gaflet, cehalet, fısk, hatta zulüm içinde bulunan topluluk aslında bin yıldır İslâm'ın bayraktarlığını yapan ve yerkürenin önemli bir bölümünde İla-i Kelimetullah görevini ifa eden bir ecdadın torunlarıdır. "Cibilliyeten" de Müslüman'dır. Sanki İslâm onların genlerine kodlanmıştır. Zamanı geldiğinde yine onlar dedeleri gibi İslam ve Kur'ân için hayatlarını feda edip şehit olacaklar ve "evliya" mertebesine çıkacaklardır.

Bu bakımdan Anadolu insanına Bediüzzaman bu perspektiften yaklaşmış, onları, "şehid torunu" ve "şehid namzedi" olarak görmüştür.

Kur'ân Hizmetini Hiçbir Şeye Âlet Yapmamak

Bediüzzaman "aktif direnme"nin en kesin ve sert şeklini oluşturan "isyan hakkı"nın kullanarak rejimin yıkılmasına çalışmanın bu zamanda doğru olmamasını ümmetin içinde bulunduğu ortama bağlar. Ona göre uzun zamandan beri Batı'dan kaynaklanan materyalist ve ateist cereyanlar ve fikirlerle ümmet (özellikle aydın kesimi) geniş ölçüde manevi bakımdan yaralanmış, iman ve ahlâkında geniş tahribatlar olmuştur; dolayısıyla Kur'ân hakikatlarını sağlıklı bir şekilde anlamakta zorluk çekmektedirler. Bu bakımdan ümmete bu zamanda daha değişik yaklaşılmalı ve yaralarını daha şefkatli bir şekilde tedavi etmelidir.

Bu ortamda acilen yapılması gereken şey; birinci plânda iman ve Kur'ân hakikatlerini her türlü menfaat ve "garaz"dan arınmış olarak topluma sunmak ve toplumla samimiyet ve sadakat zemininde buluşmaktır. Bu bakımdan seçilecek metodoloji de bu yaklaşımı vurgular nitelikte olmalıdır. Bu çerçevede iman ve Kur'ân hizmeti hiçbir şeye âlet ve basamak yapılmadığı gibi böyle bir izlenimin ortaya çıkmasına bile izin verilmemelidir. Aksi durumda ahlâki ve imani açıdan yozlaşan ve her şeyi belli menfaatlerine basamak yapmaktan çekinmeyen kesimler "Kur'ân şakirtlerini"nin iman ve Kur'ân hizmetini maddi ve siyasi emellerine âlet ve basamak yaptıklarını sanacak ve çevresine de bu yönde propaganda yapacaklardır. Böyle bir izlenimin doğması bile son derece tehlikeli ve sakıncalıdır. Çünkü bu durumda ortaya çıkacak böyle bir propaganda "avam" kesiminin yanılmasına ve İslâm'dan uzaklaşmasına neden olacaktır. Böyle bir ortamda Bediüzzaman'a göre rejime isyan etme bir yana zalimlere bile beddua etmemek gerekir. Çünkü öyle bir toplumsal ortamda yaşıyoruz ki zalim-mazlum, suçlu-masum bir arada yaşamakta; zalime gelecek bir belâdan geniş ölçüde masumlar da etkileneceklerdir.

"Benim ve Risâle-i Nur'un mesleğinin esası ve otuz seneden beri bir düsturu... olan şefkat itibariyle bir masuma zarar gelmemek için bana zulmeden canilere değil ilişmek, belki beddua ile de mukabele edemiyorum. Hatta en şiddetli bir garaz ile bana zulmeden bazı fasık, belki dinsiz zalimlere hiddet ettiğim halde değil maddi (mukabele) belki beddua ile mukabeleden beni o şefkat men ediyor. Çünkü o zalim gaddarın peder ve validesi gibi ihtiyar biçarelere veya evladı gibi masumlara maddi zarar gelmemek için o dört beş masumların hatırına binaen o zalim gaddara ilişmiyorum, bazan da hakkımı helal ediyorum."9

Bediüzzaman'ın tüm çabası sanki "fetret devri" niteliğine sahip olan bir çağın insanlarına Kur'ân hakikatlerini doğrudan ve perdesiz sunabilmektir. Bu takdimi engelleyecek her türlü davranış ve plândan şiddetle kaçınmıştır. Bediüzzaman bu konudaki yaklaşımını daha çarpıcı olarak şöyle ifade eder.

"Kur'ân bizi siyasetten menetmiş; ta ki, elmas gibi hakikatler ehli dünyanın nazarında cam parçalarına inmesin." "Amma Kur'ân ve iman hizmeti ne için (siyasetten) men ediyor?" dersen; ben de derim ki, "Hakaik-ı imaniyye ve Kur'âniye birer elmas hükmünde olduğu halde, siyaset ile alude olsa idim, elimdeki o elmaslar iğfal olunabilen (kandırılabilen) avam tarafından 'Acaba taraftar kazanmak için bir propaganda-i siyaset değil mi?' diye düşünürler. Bu elmaslara adi şişeler nazarıyla bakabilirler. O halde ben o siyasete temas etmekle o elmaslara zulmederim ve (bu davranışım) kıymetlerini tenzil etmek hükmüne geçer."10

"Kur'an bizi siyasetten men etmiş" cümlesinin anlamının rejime isyan edip yeni bir Şeriat Devleti kurma yolunda teşkilatlanma olduğunu yeniden hatırlatmış olalım.

İhlâs Bizi Siyasetten Men Ediyor

Başka bir yerde ise bu konuda şu gerekçeleri ileri sürer:

"...Mesleğimizin esası olan "ihlâs" bizi (siyasetten) men ediyor. Çünkü bu gaflet zamanında, hususan tarafgirane mefkureler sahibi (olanlar) her şeyi kendi mesleğine alet ederek, hatta dinini ve uhrevi harekatını da o dünyevî mesleğe bir nevi alet hükmüne getiriyor. Halbuki hakaik-i imaniyye ve hizmet-i Nuriyye-i kudsiyye kainatta hiçbir şeye alet olamaz. Rıza-i İlâhiden başka bir gayesi olamaz. Halbuki şimdiki cereyanların çarpışmaları hengamında bu sırr-ı ihlası muhafaza etmek, dinini dünyaya alet etmemek müşkülleşmiş. En iyi çare, cereyanların kuvveti yerine inayet ve tevfik-i İlâhiyeye dayanmaktadır. "

Toplumsal ortamın bu olumsuz niteliklerinden dolayı: "...Nur şakirtleri hiç siyasete karışmadılar, hiçbir partiye girmediler, çünkü iman mal-ı umumidir, her taifede muhtaçları ve sahipleri vardır. Tarafgirlik giremez. Yalnız küfre, zındıkaya, dalalete karşı cephe alır, nur mesleğinde mü'minlerin uhuvveti esastır."11

"İsyan" anlamındaki "siyaset"e yaklaşırken Bediüzzaman, aynı zamanda elindeki beşeri materyallerin niteliğini rasyonel olarak değerlendirir. Bediüzzaman "kısa dönem" ve "uzun dönem" stratejilerini belirlerken ilk olarak mevcut ümmetin ahlâk ve iman durumunun derinliğine tahlil ve analizini yapar. Ulaştığı sonuç ise umut kırıcıdır. Bu toplumun "maddi cihad"ı yapacak gücü, dinamizmi ve niyeti yoktur. Böyle olunca birer birer fertlerin iman, ihlâs, samimiyet ve takvaya ihtiyacı vardır. Kendisinden dinleyelim: "Kafile-i beşer bir yolculuktur. Şu zamanda Kur'ân'ın nuruyla gördüm ki o yol bir bataklığa girdi. Mülevves (pis) ve ufunetli bir çamur içinde kafile-i beşer düşe kalka gidiyor. Bir kısmı, selametli bir yolda gider, bir kısmı, mümkün olduğu kadar çamurdan bataklıktan kurtulmak için bazı vasıtaları bulmuş. Bir kısm-ı ekseri, o ufunetli pis, çamurlu bataklık içinde karanlıkta gidiyor. Yüzde yirmisi sarhoşluk sebebiyle o pis çamuru misk ü amber zannederek yüzüne gözüne bulaştırıyor, düşerek kalkarak gider "ve sonunda" boğulur. Yüzde sekseni ise; bataklığı anlar, ufunetli ve pis olduğunu hisseder; fakat mütehayyirdirler, selâmetli yolu göremiyorlar..."12

Bediüzzaman'a göre ümmetin içinde bulunduğu durumdan kurtarılabilmesi için iki yol ve metod vardır; bunlardan biri, "topuz"la kafalarına vura vura yüzde yirmilik sarhoşları ayıltmak; ikincisi ise "bir nur göstererek" yolunu şaşırmış yüzde sekseni" doğru yola götürmektir.

"Ben bakıyorum ki," der, "yirmiye karşı seksen adam elinde topuz tutuyor. Halbuki o biçare ve mütehayyir olan seksene karşı hakkıyla nur gösterilmiyor? Gösterilse de; bir elinde hem sopa hem nur olduğu için emniyetsiz oluyor. Mütehayyir adam, "Acaba beni nurla celb edip topuzla dövmek mi istiyor?" diye telâş eder. Hem de bazen arızalarla topuz kırıldığı vakit nur dahi uçar veya söner." (Mektubat, s. 51.) Bediüzzaman "iki eli olduğunu, yüz eli de olsa" "hepsiyle nur tutacağını" topuz tutmayacağını, çünkü bu zamanda topuza değil, nura ihtiyacın olduğunu ısrarla vurgular.

Bediüzzaman'a göre böyle kültürel bir ortamda kitlelerin ihlâs, samimiyet, sadakat, iman ve fedakârlık gibi "sahih" İslâm'ın nitelikleriyle donatılabilmesi için Kur'ân ve iman hizmetinde maddi ve manevi hiç bir şeyi âlet ve basamak yapmadan doğrudan doğruya Kur'ân hakikatlerinin tebliğ edilmesi gerekir.

İsyan Hakkını Kullanmaya Engel Olan Bir Diğer Unsur: Güvenlik

Hayatı ve düşünce setinden anlaşıldığına göre Bediüzzaman'ın plân, karar ve eylemleri geniş ölçüde taşıdığı engin "şefkat" duygusunun etkisi altında şekillenmektedir. Genel hareket stratejisini belirlerken şefkatin ne ölçüde etkili olduğunu aşağıdaki satırlardan görmek mümkündür: "Binler haysiyet ve şerefimi bu vatandaki biçarelerin istirahatı ve onlardan belâların define (kalkmasına) feda etmek için (Cenâb-ı Hak) bana bir halet-i ruhiyeyi ihsan eylemiş ki; ben de onların (zalim yöneticilerin) yaptığı ve niyetinde bulundukları tahkirat (aşağılama) ve ihanetlerine karşı tahammülle karar vermişim. Bu milletin asayişine, hususan masum çocukların ve muhterem ihtiyarların ve biçare hastaların ve fakirlerin dünyevî istirahatlarına ve uhrevî saadetlerine binler hayatımı ve binler şerefimi feda etmeye hazırım."13

Gayr-i Müslim Masumlara da Şefkat

Benzer soylu duyguları Bediüzzaman masum gayri müslimler için de taşır:

"Şiddet-i şefkat ve rikkatten, bu kışın şiddetli soğuğuyla beraber, manevî ve şiddetli bir soğuk ve musibet-i beşeriyeden biçarelere gelen felâketler, helâketler, sefaletler; açlıklar şiddetle rikkatime dokundu. Birden ihtar edildi ki: Böyle musibetlerde kâfir de olsa hakkında bir nevi merhamet ve mükâfat vardır ki, o musibet ona nisbeten çok ucuz düşer. Böyle musibet-i semaviye masumlar hakkında bir nevi şahadet (şehitlik) hükmüne geçiyor."

"Üç-dört aydır ki, dünyanın vaziyeti ve harbinden hiçbir haberim yokken Avrupa'da (ve) Rusya'daki çoluk çocuğa acıyarak tahattur ettim. O manevî ihtarın beyan ettiği taksimat bu elini şefkate bir merhem oldu..."14

Bediüzzaman, yukarıda da ifade edildiği gibi Anadolu insanına son derece derin ve engin şefkat beslemekte, adeta onların kılına bile dokunulmasını arzu etmemektedir. İnsanımıza yaklaşımını çarpıcı bir şekilde yansıtan bir olayı kendisinden dinleyelim:

"Eski Harb-i Umumiden (Birinci Dünya Savaşı) biraz evvel ben Van'da iken bazı dindar ve müttaki zatlar yanıma geldiler; dediler ki, bazı kumandanlarda dinsizlik oluyor, gel bize iştirak et biz bu reislere isyan edeceğiz. Ben de dedim: 'O fenâlıklar ve o dinsizlik o gibi kumandanlara mahsustur. Ordu onun ile mes'ul olmaz, bu Osmanlı ordusunda belki yüz bin evliya var. Ben bu orduya karşı kılınç çekmem ve size iştirak etmem. O zatlar benden ayrıldılar, kılınç çektiler, neticesiz Bitlis hadisesi vücuda geldi. Az zaman sonra Harb-i Umumi patladı. O ordu din namına iştirak etti, cihada girdi. O ordudan yüz bin şehitler evliya mertebesine çıkıp beni o davamda tasdik edip, kanlarıyla velâyet fermanlarını imzaladılar."15

Bediüzzaman aynı tutumunu cumhuriyet sonrası patlak veren Şeyh Said İsyanı'nda da sürdürmüştür. Kendisini isyana iştirak etmek üzere davet eden kişiye; bin yıldır İslâm'ın bayraktarlığını yapan bir milletin evladına kılınç çekemeyeceğini; bunların sadece irşad ve ıslaha ihtiyacı olduğunu anlatarak davetini kabul etmez.

Bediüzzaman'ın Anadolu insanına yaklaşımı bu istikamettedir. Siyasi rejim ve kadrolar değişse, Müslümanlara siyasi rejimin bakışı farklılaşsa da Bediüzzaman'ın Anadolu insanına karşı taşıdığı şefkat ve merhamet duyguları değişmemiştir. Anadolu insanına yaklaşım tarzı bu olunca Bediüzzaman zalim ve baskı rejimlerine karşı isyan etmeyi düşünmemiştir.

Bediüzzaman, isyan anlamındaki siyasete yaklaşırken bir taraftan isyana katılan ümmet fertlerinin uğrayabileceği zarar ve zulmü, diğer taraftan da karşı taraftaki mazlumların karşılaşabilecekleri zulmü dikkate alır. Bu anlamda; "Şeytandan ve siyasetten Allah'a sığınırım" derken; iki genel olumsuz sonuçtan kaçınmaya çalışır. Bunlardan biri gücü ele geçirip karşıdaki zalimlerin hakkından gelirken onların sayısının çok çok üzerinde olan masum ve mazlumların hakkına tecavüz etmek, onların, kanlarının akmasına sebep olmaktır. Bediüzzaman Kur'ân'dan aldığı "şefkat" düsturunun kendisini bu tip bir siyasete talip olmaktan men ettiğini ifade eder ve bu tip hareketin şeytan kadar "iğrenç" olacağını vurgular. Aynı zamanda böyle bir karar ve harekette bulunmaktan Allah'a sığınır. İkincisi; elindeki gücü oluşturan ümmeti "maddi cihad"a sürdüğünde onların ileri derecede zulüm, yıkım ve tahribe maruz kalmalarına sebep olmaktır. Bu yıkımın doğuracağı acı, ıstırap, gözyaşı ve kandan da Allah'a sığınır.

Ayrıca Bediüzzaman, neden siyaset yoluyla hizmet yapılamayacağını incelerken, siyaset metodunun tercih edilmesi durumunda sonucun ne olacağını iyice hesap eder: "Şefkat-i vicdan, hakikat bizi siyasetten men ediyor. Çünkü tokada müstehak dinsiz münafıklar onda iki ise, onlara müteallik yedi sekiz masum, biçare çoluk çocuk, zaaf, hasta ve ihtiyarlar var. Belâ ve musibet gelse masumlar belâya düşecekler. Belki o iki münafık dinsiz daha az zarar görecek."16 Dikkat edileceği gibi, siyasetle amaca ulaşılmasının seçilmesi durumunda hem sonucun alınması kesin olmayacak, hem de harekât esnasında karşı taraftan zarar görenler yine masumlar olacaktır. Esas zarar görmesi gereken bozguncular ve zalimler ise ya hiç zarar görmeyecek ya da çok az bir zararla kurtulacaklardır.

Öte yandan bu dönemde dikta rejimleri son derece gelişmiş silâh teknolojilerine de sahip olduklarından gerçekleştirecekleri yıkım ve zararın boyutu eski dönemlere göre çok daha şiddetli ve sert olacaktır. Emperyalist Batı uygarlığının ürettiği insan tipi öyle egocentrist, ırkçı, militarist ve zalimdir ki, belli hedefleri gerçekleştirme uğruna dünyayı ateşe verebilir. "...(içinde yaşadığımız) asırda gaddar medeniyetten neşet eden hodgamlık ve asabiyet-i unsuriye (ırkçılık damarı) ve umumi harpten gelen istibdad-ı askeriye (militarist baskı) ve dalaletten çıkan merhametsizlik cihetinde öyle bir eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdadat meydan almış ki, ehl-i hak hakkını kuvvet-i maddiye (güç kullanarak) ile müdafaa etse ya eşedd-i zulüm ile tarafgirlik bahanesiyle çok biçareleri yakacak... Çünkü mezkûr hissiyatla hareket ve taarruz eden insanlar bir iki adamın hatasıyla yirmi otuz adamı adi bahanelerle vurur, perişan eder."17

Zulüm ve baskı rejimleri "vatanın birliği" ve "bölünmezliği" gibi ilkeleri esas alarak ve sanki bu ilkelere taparak insanların hak ve hürriyetlerini çiğner." Siyaset-i beşeriyenin en esaslı bir kanun-u esasisi (anayasa maddesi) olan "selâmet-i millet için fertler feda edilir. Cemaatın selâmeti için eşhas kurban edilir, vatan için her şey feda edilir." "Bütün nev-i beşerdeki şimdiye kadar dehşetli cinayetler bu kanunun su-i istimalinden" kaynaklanmıştır. "Bu kanun-u esasiye-i beşeriye, bir hadd-i muayyenesi (belli bir sınırı) olmadığı için çok su-i istimale yol açmış. İki harb-i umumi bu gaddar kanun-u esasinin su-i istimalinden çıkıp bin sene(lik) beşerin terakkiyatını zir-ü zeber ettiği gibi, on cani yüzünden doksan masumun mahvına (da) fetva verdi. Bir menfaat-ı umumi (kamu yararı) perdesi altında şahsi garazlar, bir cani yüzünden bir kasabayı harap etti..." Dolayısıyla bu zamandaki zalim ve despotlara karşı maddi güç kullanmak son derece tehlikeli ve sakıncalıdır. Bir kere tercih edilecek seçenekler İslâmi değildir.

Emperyalist, militarist ve vandalist duygular ve eğilimlerle hareket eden zalimlere karşı Müslümanlar nasıl davranmalıdır? "Mukabele-i bil'misil" zalim ilkesiyle onlar gibi vandalist duygularla masum ve mazlumları da yakıp yıkmalı mı? Yoksa bu konuda ehl-i hakkı bağlayan, sınırlayan engelleri dikkate alarak daha değişik strateji mi izlemelidir? Bediüzzaman'dan dinleyelim:

"Eğer ehl-i hak, adalet yolunda yalnız vuranı vursa, otuz zayiata mukabil yalnız(ca) biri kazanır (ve böylece) mağlup vaziyetinde kalır. Eğer mukabele-i bil'misil kaide-i zalimanesiyle (aynıyla karşılık verme kaidesi) o ehl-i hak dahi bir ikinin hatasıyla yirmi otuz biçareleri ezse, o vakit hak namına dehşetli bir haksızlık ederler. İşte Kur'ân'ın emriyle gayet şiddetle ve nefretle siyasetten ve idareye karışmaktan kaçındığımızın hakiki hikmeti ve sebebi budur. Yoksa bizde öyle bir hak kuvveti var ki, hakkımızı tam müdafaa edebilirdik..."18

Yukarıdaki satırlardan da anlaşılacağı gibi, Bediüzzaman ilginç bir hesap tekniğiyle menfi hareketin sonunda "ehl-i hakkın" aleyhine sonuçlanacağı neticesine varır. Karşı cephede olan zalimler gibi hareket edilip, masum-zalim farkı gözetmeden "vurulsa" bu defa kesinlikle İslâmî olmayan zalim bir fiilin içine girilmiş olur. Oysa masum ve mazlumun hakkı İslâm'da garanti altına alınmıştır. Hatta Kur'ân'ın en önemli esas ve ilkelerinden biri bir masumun hakkını ihlal etmeyi tüm insanlığın hakkının ihlaliyle özdeş saymasıdır: "(Emperyalizmin zulüm rejimine karşı) Arş-ı Azam'dan gelen Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyan'daki bu gelen kanunu esasiyi buldum. O kanunu da şu ayet ifade ediyor: "Vela teziru..." ve "Men gatele nefsen..." yani bu iki ayet bu esası ders veriyor ki: "Bir adamın cinayeti ile başkaları mes'ul olmaz. Hem bir masum, rızası olmadan bütün insanlara da feda edilmez. Kendi ihtiyariyle kendi rızasıyla kendini feda etse o fedakarlık bir şehadettir ki, o başka meseledir."19

Sonuç olarak Bediüzzaman ve onun izleyenlerin yeni bir Şeriat Devleti kurma gibi bir ajandaları yoktur; Bediüzzaman'a göre seküler toplum ve dindar topluma eşit mesafede duracak tarafsız bir demokratik laik rejim günümüzün toplumsal ihtiyaçlarına cevap verecek en uygun rejimdir. Bakanlıkların ya da belediyelerin kendi asli görevleri olan vatandaşa hizmet görevini bırakıp İslam'a hizmet etme amacıyla faaliyetlere girişmeleri seküler demokratik anayasal devlet mantığına aykırıdır. Dini değerlerin taşıyıcı kadrosu sivil toplumdur; generaller, bakanlar, milletvekilleri ve belediye başkanları değildir. Ülkemizdeki aşırı polarizasyon (parçalanma) seküler toplumla dindar toplum arasında diyalogla önlenebilir. Ancak ülkemizdeki en büyük risk seküler toplumun (liberaller hariç) hiç bir kesimle diyalog kuracak kadar sosyal zekâya ve tevazua sahip olmamalarıdır.

Öz

Geniş anlamda şeriat, genel olarak İslam'ı ifade eder ve genellikle de bu anlamda kullanılır. Dar anlamda ise Şer'i hukukun sosyal ve politik hayatta geçerli hukuk sistemi olarak tatbik edilmesi anlamını taşır. En dar anlamda ise sadece İslam ceza hukukunun tatbiki anlamına gelir. Bu çalışma öncelikle Bediüzzaman'ın Osmanlı otoriter (istibdat) rejimine karşı tutumu ve daha sonra anayasal devlete geçişle ilgili yaklaşımı ele alınmıştır. Devamında da Cumhuriyet sonrası dönemlerde otoriter, seküler ve tek parti rejimine karşı ve nihai olarak yine seküler çok partili demokratik devlete karşı tutumu gözler önüne serilecek ve bu bağlamda onun şeriat mülahazası incelenmiştir.

Dipnotlar:

1. Nursî, Bediüzzaman Said, Münazarat, Yeni Asya Neş., İst., 1993, s. 68

2. Age. s. 71–72

3. Age. s. 70-71

4. Age., s.75–76

5. Nursi, Bediüzzaman Said, Kastamonu Lahikası, Yeni Asya Neş., İst., 1993, s. 108

6. Nursi, Bediüzzaman Said, Mektubat, Yeni Asya Neş.,İst., 1993, s. 27

7. Nursi, Bediüzzaman Said, Kastamonu Lahikası, Yeni Asya Neş., İst., 1993, s. 145

8. Age. s. 145

9. Nursi, Bediüzzaman Said, Şualar, Yeni Asya Neş.,İst., 1993, s. 372-373

10. Nursi, Bediüzzaman Said, Emirdağ Lahikası,I, Yeni Asya Neş.,İst., 1993, s. 38

11. Nursi, Bediüzzaman Said, Emirdağ Lahikası,I, Yeni Asya Neş.,İst., 1993, s. 177

12. Nursi, Bediüzzaman Said, Mektubat, Yeni Asya Neş.,İst., 1993, s. 50

13. Nursi, Bediüzzaman Said, Emirdağ Lahikası,I, Yeni Asya Neş.,İst., 1993, s. 29

14. Nursi, Bediüzzaman Said, Kastamonu Lahikası, Yeni Asya Neş.,İst., 1993, s. 76

15. Nursi, Bediüzzaman Said, Şualar, Yeni Asya Neş.,İst., 1993, s. 301

16. Nursi, Bediüzzaman Said, Kastamonu Lahikası, Yeni Asya Neş.,İst., 1993, s. 155

17. Nursi, Bediüzzaman Said, Şualar, Yeni Asya Neş.,İst., 1993, s. 292

18. Age. s. 292

19. Nursi, Bediüzzaman Said, Emirdağ Lahikası,II, Yeni Asya Neş.,İst., 1993, s. 98

 

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DİĞER YAZILAR

Kim Rabbine kavuşmayı arzu ediyorsa güzel bir amel işlesin ve Rabbine kullukta hiç bir ortak koşmasın.

Kehf, 110

GÜNÜN HADİSİ

"Cebrail, bana komşu hakkında o kadar ısrarlı tavsiyelerde bulundu ki, onu mirasçı yapacak sandım."

Buhari

TARİHTE BU HAFTA

*Fatih Camii Tekrar İbadete Açıldı(15 Nisan 1772) *Şeyhülislam İbn-i Kemal'in Vefatı(16 Nisan 1534) *Einstein'in Ölümü(18 Nisan 1955) *93 Harbi Başladı(19 Nisan 1877) *Miladi Takvime Göre Efendimiz'in(s.a.v) Doğumu(20 Nisan 571)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI