Cevaplar.Org

MUHAMMED EMİN EL HÜSEYNİ-2.Bölüm

Efsanevi Filistin Müftüsünün hayat hikayesinin İkinci Bölümü


Salih Okur

nedevideobendi@gmail.com

2013-09-23 12:18:59

Savaşın Getirdikleri

Birinci Cihan Harbi ile dünyanın maddi manevi çehresi değişti ve merhum Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya adlı eserinde kullandığı bir tabirle ifade edecek olursak "âlem başka bir âlem oldu." İstiklal harbinde Erzurum milletvekili olan Salih Yeşil Efendi bu değişimi ne güzel anlatır; "Devr-i istibdad'ta edeb, ismet, ilim, bereket, saadet, insanlarda kuvvet, gönüllerde şetaret(sevinç), millette ittihad ve merhamet, meveddet(sevgi), bütün dünya sekenesinde bir ulvi ruh mütecelli idi. Âlem-i İslam'da hürriyet, insanlar arasında harb-i umumi ilanını müteakip yapılan zulümler, dökülen kanlar; afak-ı maneviyatı nurdan zulmete, adaletten rezalete, bereketten hıssete(cimriliğe) edepten fuhşa ve meveddetten nifaka sevk etti.

Otuz sene evvelisi dünyada daha çok insan saadetle yaşarken, Umumi Harp'ten sonra masum kanıyla sulanan topraklar hasisleşti. Kudret-i Fatıra feyzini noksanlaştırdı."

Kudüs'e dönüş

Savaşla beraber değişen sadece bunlar değildi. Avrupa'nın ve Ortadoğu'nun haritaları da değişmişti. Şerif Hüseyin'in isyanının zemin hazırlamasıyla Filistin'de dört yüzyıllık Osmanlı idaresinin yerini o zamanın süper gücü İngiltere almıştı. Artık Osmanlı yoktu ve bu yeni dönem Filistin'de sakin olan halklar için soru işaretleri ile doluydu.

Genç Emin'in en nefret ettiği şeyi çoğu yalancılık olan politika ve siyaset idi. Ancak-yakın bir dostuna söylediği gibi-Filistin'de meydana gelen önemli olayların bir parçası olmak zorunda olduğunu hissediyordu. 

Ä°brenin DeÄŸiÅŸmesi

Aslında 1917 Balfour Beyannamesinde; "Yahudi insanlar için Filistin'de ulusal bir vatanın kurulmasının olumlu görülebileceği" ifadeleriyle İngiltere, Filistin'de ibrenin Arapların aleyhine döndürüleceğini deklare etmişti. Philip Mattar'ın da dediği gibi "Emin, böylece dünyada en büyük güç olan İngiltere'nin Yahudi etkisi altında olduğuna kanaat getirdi."

Prof. Dr. Teoman Duralı'nın bir kitabının da adı olan "Çağdaş İngiliz-Yahudi Medeniyeti"nin motor gücü o zaman Büyük Britanya imparatorluğu idi, İkinci dünya savaşı sonrası ise nöbeti ABD aldı ve yine Duralı'nın bir mülakatında ifade ettiği gibi; "görüyorsunuz dünyayı kafalarına göre biçimlendiriyorlar."

1880'li yıllarda Filistin nüfusu yüzde sekseni Müslüman, yüzde onbeşi Hıristiyan, yüzde beşi Yahudi olmak üzere 500.000 civarındaydı. Yishuv denilen Yahudi kütlesi özellikle Balfour Deklarasyonundan sonra hızla büyüdü. Avrupa'da ortaya çıkan Nazi tehdidi de Filistin'e Yahudi göçünü hızlandırdı.

 1931'de 4075, 1932'de 9553, 1933'de 30327, 1934'de 42359, 1935'de 61854 Yahudi Filistin'e göç etmişti.

Filistinliler bu göç dalgasının sürmesi ve Yishuv'un büyümesinin kendilerini anavatanda boyunduruk altına sokacağını anlamışlardı. Büyüyen bu tehdide karşı çeşitli direnme metot ve gruplarının zuhuru mukadderdi ve öyle de oldu..

Mücadele Yolları

Savaş sonrası doğmakta olan Filistin Ulusal hareketi üç örgütle temsil zemini buluyordu;

1-Müslüman Hıristiyan Derneği; Siyonist tehdide karşı Filistinli Müslüman ve Hıristiyan Arapların ortak hareket etmesini hedefleyen bir dernekti. Kudüs'ün yaşlı kuşak seçkinlerinin oluşturduğu bu dernek, İngiliz hâkimiyetinde bir özerkliği amaçlıyordu.

2-El Münteda el Arabî; Bir edebiyat kulübü olarak kurulmuştu. Hüseyni ailesinin rakipleri olan Neşâşibî ailesinin genç üyelerinin oluşturduğu bu kulüp, Filistin'in tam bağımsızlığını savunuyordu.

3-En Nadi El Arabî; Edebi ve siyasal bir örgüttü. Emin Efendi bu örgüte girdi ve kısa zamanda başkan olarak seçildi. En Nadi el Arabî, Filistin'i Siyonist girişimlerden korumak için Suriye ile birleşilmesi gerektiği tezini ileri sürüyordu.

Üç örgüt şu ana fikirde birleşiyordu; "Filistinli Araplar en az 1300 yıldır bu toprakların sahibi olan asıl Filistin sakinleridir ve bu sebeple Siyonistlerin meşru bir iddiası yoktur."

Siyonistlerin iddiaları deyince, burada merhum Muhammed Esed'in ünlü Siyonist lider Dr. Chaim Weizmann(1874-1952) ile bir tartışmasını nakletmeyi faydalı görüyorum;

"Kendim de Yahudi kökenli olmama rağmen, Siyonizme karşı başından beri güçlü bir muhalefet beslemişimdir içimde. Araplardan yana beslediğim kişisel sempati bir yana, büyük yabancı güçler tarafından desteklenen Yahudi göçmenlerin, ülkede nüfus çoğunluğunu sağlamak yolundaki niyetlerini hiç de saklamadan, bu ülkeye doluşup, çok eski çağlardan beri ülkenin gerçek sahibi durumundaki insanları saf dışı bırakmak istemelerini kesin olarak ahlak dışı buluyordum.

Ve sonuç olarak, ne zaman Arap-Yahudi sorunu gündeme gelse -ki bu şüphesiz sık sık oluyordu- ben Arapların yanında hissediyordum kendimi. Bu tutumum, o günlerde karşılaştığım Yahudilerin, pratik olarak kavrayabilecekleri bir şey olmaktan uzaktı şüphesiz. Onların, Orta Afrika'daki Avrupalı sömürgecileri hiç de aratmayan bir anlayışla, ilkel bir topluluk olarak gördükleri Araplarda benim ne bulduğumu anlamalarına imkan yoktu. Arapların ne düşündüğü onları hiç mi hiç ilgilendirmiyordu; Arapça öğrenmek isteyen bir tek yahudi bile yoktu içlerinde; Filistin'in Yahudilerin yasal mirası olduğu sloganı, herkesin tartışmasız kabul ettiği tek yasa, tek nas durumundaydı.

Siyonist hareketin karşı gelinmez lideri Dr. Chaim Weizmann'la bu konuda yaptığım kısa tartışmayı hala hatırlarım. Filistin'e yaptığı mûtad ziyaretlerinden birinde, (sanırım daimi yerleşim yeri Londra'daydı) bir Yahudi arkadaşımın evinde karşılaştım onunla. İnsanın, uzun ve gergin adımlarla odayı arşınlayan bu adamın bedeni hareketlerinde kendini açığa vuran sınırsız enerjiden, geniş alnında ve keskin, içe işleyen bakışlarında yansıyan zekanın etkisinden kendini kurtarması kolay değildi.

"Ulusal Yurt" düşünü bulandıran parasal zorluklardan ve dışarıdaki insanların bu düşe gösterdikleri ilginin yetersizliğinden yakınıyordu; üzülerek gördüm ki, diğer pek çok Siyonist gibi o da Filistin'de olup biten her şeyin sorumluluğunu "dış dünya"ya yüklemek eğilimindeydi. Bu durum beni, orada bulunan öteki insanların onu dinlerken gömüldükleri saygılı sessizliği bozarak, "Peki, ya Araplar ne olacak?" diye sormak zorunda bıraktı.

Tartışmasız sürüp giden konuşmayı bu çatlak nağmeyle yaralayarak büyük bir "gaf" yapmış olmalıydım ki, Dr. Weizmann yavaşça bana doğru döndü elindeki fincanı sehpaya bırakarak şaşkınlıkla soruyu tekrarladı. "Araplar ne mi olacak...?"

"Tabii, her şeye rağmen bu ülkede yine de çoğunluk durumunda olan Araplar değil mi?- Onların açık ve kesin muhalefeti karşısında Filistin'i kendi vatanımız haline getirmeyi nasıl umabilirsiniz?"

Siyonist lider omuz silkerek kuru ve alaycı bir tavırla:

"Bir kaç yıla kadar, umuyoruz ki, çoğunluk filan kalmayacak onlar için."

"Olabilir belki yıllardır bu sorunla uğraştığınıza göre durumu benden daha iyi biliyor olmalısınız. Hadi diyelim ki, Arap mukavemetinin yolunuza koyduğu engeller aşılabilir türden engeller; peki, ya sorunun ahlaki yanı? bu sizi hiç kaygılandırmıyor mu? Öteden beri bu ülkede yaşayan insanları yerlerinden etmenin, sizin adınıza büyük bir haksızlık olacağını hiç düşünmüyor musunuz?"

 "Fakat burası bizim memleketimiz," diye cevap verdi Dr.Weizmann, kaşlarını kaldırarak, "biz sadece elimizden haksızca alınan bir şeyi geri almaya çalışıyoruz, hepsi bu. "

 "Ama nerdeyse iki bin yıldır Filistin'den uzakta yaşıyorsunuz! Üstelik iki bin yıl önce, bu ülkede hükmettiğiniz günleri toplasan -ki bunun da bütün Filistin'i kapsadığı su götürür- beş yüzyılı bile bulmaz. Bu duruma bakılırsa, Arapların da İspanya üzerinde pekâla hak iddia edebileceklerini düşünmek gerekir. Çünkü, ne de olsa onlar İspanya'da sizden daha fazla kaldılar, nerdeyse yedi yüzyıl.. ve daha da önemlisi, onlar o ülkeyi kaybedeli pek fazla zaman da geçmedi, topu topu beş yüzyıl... "

Dr. Weizmann, gizleyemediği bir sabırsızlıkla: "Saçma, saçma. Araplar İspanya'yı ancak fetih yoluyla ele geçirmişlerdi; İspanya hiç bir zaman onların ana vatanı olmadı bunun için de, eninde sonunda bir gün İspanyollar tarafından kovulmaları mukadderdi.

"Bağışlayın ama," dedim, "bana öyle geliyor ki, burada büyük bir tarihi gerçek gözden kaçırılıyor; öyle ya. unutmayalım, İbraniler de Filistin'e fatihler olarak girdiler. Onlardan önce, Semitik, non-Semitik, pek çok başka yerleşik kabileler vardı burada -Amoritler, Edomitler, Ferisiler, Moabitler, Hititler, ve daha başkaları. Bütün bu kabileler, İsrail ve Yahudi krallıkları zamanında bile bu ülkede yaşamaya devam ettiler. Romalılar bizim Yahudi cedlerimizi buralardan sürüp çıkardıkları zaman bile onlar bu ülkede kaldılar. Bugün de işte yine burada yaşıyorlar. Yedinci yüzyılda Arap fetihlerini izleyerek Suriye ve Filistin'e gelip yerleşen Araplar her zaman nüfusun küçük bir azınlığını oluşturuyorlardı; bugün bizim Suriyeli ve Filistinli 'Araplar' olarak tanıdığımız halk, aslında bu ülkenin Araplaşmış eski sakinlerinden başka kimseler değil.

Onlardan bir kısmı zaman içinde Müslüman oldu, bir kısmı da Hıristiyan olarak kaldı; Müslüman olanlar, ister istemez Arabistandan gelen dindaşlarıyla evlendiler. Fakat, Filistin'de yaşayan ve Müslüman olsun, Hıristiyan olsun Arapça konuşan bu halk yığınlarının ülkenin gerçek sahiplerinin soyundan, yani daha İbraniler Filistin'e gelmeden önce yüzyıllardır bu ülkede yaşayan kadim halkların soyundan geldiklerini inkâr edebilir misiniz?"

Dr. Weizmann, benim bu beklenmedik çıkışıma karşılık nezaketle gülümsedi ve konuyu değiştirdi."

Birinci Filistin Ulusal Kongresi

El Hüseyni, En Nadi el Arabî'nin başına geçer geçmez, bütün himmet ve gayretini ulusal bir kongre toplanmasına hasretti. Yıllar önce, daha bir talebeyken Kahire'de arkadaşlarıyla sözleştikleri gibi o ve etrafındakiler halkı biliçlendirmek için büyük bir gayretin içine girdiler. Şehirli sınıf olduğu kadar köylü kesim(Fellâhin) arasında da kampanya başlattılar.

Sonunda 27 Ocak-9 Şubat 1919'da Birinci Filistin Ulusal Kongresi toplandığında o ve arkadaşları katılanları bir Arap birliği çizgisi oluşturmak için vargüçleriyle teşvik ettiler; Filistin'in Suriye ile birleşmesi ve Anti Siyonizm..

Bir Düş ve Bitişi

Şam, Arap ulusalcı hareketin kalbi gibiydi. Emin el Hüseyni ve arkadaşları Suriye ile birleşildiği takdirde Yahudi tehlikesinin durdurabileceğine inanmışlardı. Ama bilmedikleri şey, büyük kurtların Sykes Picot anlaşmasıyla Ortadoğu'yu daha 1916'da aralarında paylaşmalarıydı. Yani İngilizlerin Şerif Hüseyin'e devlet-i âliyeye ihanet etmesi için, savaş sonrası bağımsız bir Arap devleti vaad etmelerinden altı ay sonra..

Genç Emin Efendi ve arkadaşlarının hayali, o sırada iki senedir fiili olarak bağımsız olan Suriye ile birleşmekti. Bu konuda bir kitle desteğinin örgütlenmesi İngilizlerin Balfour politikasını değiştirmeye vesile olabilirdi. 

Bilindiği gibi, Ekim 1918'de Türk ordusunun şehri boşaltmasının ardından, Şerif Hüseyin'in oğlu Faysal, emrindeki kuvvetlerle Şam'a girmişti. Askeri bir yönetici olarak Faysal, Fransız birliklerinin bulunduğu sahil şeridi hariç, bütün Suriye'yi kısa zamanda kontrolü altına almış, Temmuz 1919'da Büyük Suriye Kongresi'ni toplayarak Suriye'nin egemen ve özgür bir ülke olduğunu tescil etmişti. Kongre, 1920 yılı Mart ayında aldığı kararla Faysal'ın Suriye Kralı olduğunu dünyaya duyurmuştu. 

Filistinliler 8 Mart 1920'de Faysal'ın Suriye Kralı ilan edilmesinden sonra ülke genelinde gösteriler tertip ettiler. Bu durum İngiltere'yi ürküttü ve gösterilerin yasaklanmasına sebep oldu.

1920'de Nisan ayında gösteriler şiddete dönüştü. Araplar ve Yahudiler karşılıklı misillemelerle kan dökmeye başladılar. İngiliz yetkililer şiddetin yoğunluğu karşısında hayrete düştüler. Toplumsal gerilimlerin fitili bir kere ateşlendikten sonra nerede duracağını kestirmek zordur. Cahiliye şairi İmru'l-Kays bir şiirinde der ki: "Yangın ve harb birbirine çok benzer. Şuraya kadar yansın, şurda dursun; şuraya kadar harb olsun, burada bitsin diyemezsiniz." Provokasyonlar ve tahrikler de aynen öyledir.

 İki tarafın ileri gelenleri hakkında tutuklamalar başladı. İngiliz Polisi, Emin el Hüseyni'yi ararken, o çoktan Ürdün nehrini geçmiş ve Şam'a gitmişti. Şam'da Kral Faysal'ın yanında altı ay kadar faaliyetlerine devam etti. Bu arada İngiliz askeri mahkemesi, gıyabında on yıl hapis cezası vermişti.

Öte yandan İngiltere Fransa'ya karşı verdiği sözü tuttu ve kuvvetlerini Suriye'den çekti. Böylece Fransız işgaline kapı aralanmış oldu. Temmuz ayında Fransız orduları Beyrut'tan hareket ederek Şam'a doğru ilerlemeye başladılar. Zaten zayıf olan Arap direnişi kolayca kırıldı ve 25 Temmuz 1920'de Fransızlar Şam'a girdiler. Kral Faysal Avrupa'ya kaçmak zorunda kaldı ve İngilizler 1921'de onu Irak Kralı yapana kadar da Ortadoğu'ya geri dönemedi.

Öte yandan o sırada 25 yaşında olan Emin Efendi için yeni bir hicret yolu gözükmüştü. Şam'ı terk edip Ürdün'e geçti ve Ürdün nehri ile Amman arasında bir çöl bölgesi olan Ayn el Huwari'de bir bedevi kabilesinde saklandı.

Af ve Kudüs'e Dönüş

Kısa bir süre sonra İngiliz Yüksek Komiserliği o ve arkadaşı Arif el Arif hakkında af çıkardı. Fakat Emin el Hüseyni bu affı reddetti. Affedilme ihtiyacında olan bir suçlu olduğunu düşünmüyordu. Fakat Kudüs müftüsü olan kardeşi Kamil'in hastalanması üzerine affı kabul etti ve 1920-21 kışında Kudüs'e döndü.

21 Mart 1921'de Kâmil el-Hüseynî vefat etti. Üç adayın yarıştığı bir seçim sürecinden sonra Emin Efendi, ağabeyinden boşalan müftülüğe getirildi. Ancak İngilizlerin onun hakkında bir türlü giderilmeyen bir kuşkuları vardı. Onun için, müftülüğe getirildiği kendisine şifahi olarak söylendi. Hiçbir zaman resmi bir atama yazısı almadı ve yeni konumu resmi gazetede ilan edilmedi. Buna karşı müftülük görevine atanması kendisine Filistin'in her tarafında dini ve moral güç kazandırdı.

Reisü'l Ulema Ve Yüksek İslam Şurası Başkanı Olması

1922'de el-Meclisü'l-İslâmî el-a'lâ (Yüksek İslam Şurası)başkanlığına seçildi. Bu seçimle müftünün Filistin üzerindeki otoritesi daha da arttı. Şeriat mahkemeleri, mahkeme görevlilerini işe alma ve çıkarma, dini okullar, yetimler yurdu, Evkaf yönetim kurulu ve fonları kontrol eder duruma geldi.

1920'ler boyunca el Hüseyni'nin dini girişimleri, Filistin'in her tarafında İslami canlanmayı kamçıladı. Filistin'de müstakil bir kuru­luş halinde çalışarak bölgedeki vakıf ara­zilerine sahip çıktı. Bu dönemde bölge­de yetimhaneler, spor merkezleri, hayır kurumları ve şer'î mahkemeler kurdu..

Bir zaman öğretmen olarak vazife aldığı, 250 öğrencisi ve bir izcilik örgütü olan Ravdatü'l Maarif el Vataniyye adlı okula destek çıktı ve gelişmesine büyük katkı sağladı.

Mescid-i Aksa'nın içindeki Nahaviyya okulunu onardı ve orada bir müze ve kütüphane kurdu. Vakıf arazilerini ağaçlandırmak için 50 bin fidan satın aldı. Sağlık kliniklerini yaygınlaştırdı. Birçok tarihi camii ve bina onarımdan geçirildi.

Ama onun gerçekleştirdiği en büyük ve etkileyici proje İslam'ın üçüncü kutsal mabedi olan Mescid-i Aksa'daki iki camiinin yenilenmesi oldu.. Bu iki camiin onarımının önemli gayelerinden biri de, İslam coğrafyasında Kudüs'ün ve Filistin'in konumunu canlı ve diri tutmaktı. Tamir için uluslarası bir fon oluşturulması, hac mevsiminde Hicaz'a daha sonra diğer İslam ülkelerine gönderilen temsilciler ve geri dönüşümler Emin el Hüseyni'yi İslam coğrafyasında çok saygın bir konuma yükseltti.

Onarım işi Kemaleddin adlı bir Türk mimar başkanlığında yürütüldü. Mimar Kemâleddin Bey'in, kendisine 1925'te İngiliz Kraliyet Mimarlar Akade­misi üyeliğini kazandıran ve 1922'de baş­layan, titiz çalışmaları ile iki camiin restorasyonu 20'li yılların sonuna doğru bitirildi ve Taş Kubbe altınla kaplanmış oldu.

Barış Yılları-1921-28

Emin el Hüseyni'nin dikkat çekici yönlerinden biri, dünya gidişatını doğru okuması, güç dengelerini iyi hesaplaması, hissi ve maceracı yöntemler yerine ayağı yere basan bir tavır sergilemesiydi.

İngiliz belgelerinde de teyit edildiği gibi "pragmatik ve akıllı biriydi." Onun düşüncesini şöyle özetleyebiliriz; kuvvet dengesinin olmadığı durumlarda tekniğe, taktiğe başvurulmalıdır. Aksi takdirde karşı gelinemeyeceği muhakkak olan kuvvetle çarpışmaya kalkmak davaya en büyük ihanettir. Öyleyse bu türlü durumlarda, mü'minler hedef olmamalı, olmamaya gayret göstermeli, bir şeyler yaparken aynı zamanda dünyadaki dengeleri koruyup kollamalı, her zaman güç ve kuvveti elinde bulunduranların muhalefetlerini hesaba katmalı ve katiyen kabadayılık yapmamalıdır.

Emin el Hüseyni'nin açık görüşü, Filistinlilerin çok güçlü fakat öyle veya böyle geçici olan İngiliz yönetimine başkaldırmamaları, asıl tehlike arz eden Siyonizm'e karşı yoğunlaşmalarıydı.

Müftü, İngiliz hükümetine barışı sağlayacağına söz vermişti. Sözünde durdu da.. 1922-29 tarihleri Filistin'de nisbi bir sükûnetin hüküm sürdüğü yıllar oldu. Sözlü olarak Siyonizm'e ve daha ihtiyatlı olarak İngiliz politikasına saldırdığı halde gösterilere katılma ve örgütlemeden kaçındı.

Müftünün bu ılımlı siyaseti pasiflikle suçlanmadı değil. Mesela merhum şehid İzzeddin Kassam daha 1920'lerde kendisine vakfın parasının ve fonların bina onarımlarında değil silahlanmaya harcanmasını söylemiş ve sadece Siyonistlere değil, İngiltere'ye de( ki Kassam'a göre onlar ikiz kafirlerdi) savaş açılması gerektiğini savunmuş ve bu yüzden iki değerli insanın arası açılmıştı.

Hüseyni, askeri değil siyasi bir çözüm arıyordu ve Filistinlilerin İngiliz ordusuyla bir çatışmaya hazır olmadığını düşünüyordu..

-devam edecek-

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

serkan çakır, 2013-09-28 06:10:11

selamün aleyküm Evvelen: Büyük insanların büyük hayatları dava adamı olmaya namzetlere ne kadar önemli bir rah ı gaye ise bu hayatları yazmaya ve anlatmaya gayret gösteren ehl i kalem dahi bir o kadar şahsımca pişdar sayılırlırlar. Evet elmaslar ne kadar değerli ise onları çıkartan madenciler ve işleyip gerdanları süsleyen kuyumcularda o kadar önemlidir.Bu cümleden olarak muhterem ve gayyur kalemi olan salih okur beyfendiyi tebrik ediyorum.Bizlere bu elmasları görüp temaşa etmeye vesile olduğu için cenabı hak tan kalemine gayret ve nüfuz kelamına kudsiyet ömrüne bereket vermesini tazarru ve niyaz ederim saniyen :Gurbet yıllarında islamın yüz akları olan bu zevatı muhteremi okumak ve anlamak her bir Müslüman gencin önceliği olmalı zira bugün gurbet bitmiş değil.Merhum Emin el Hüseyni hakkında doğru yanlış çok şey söylenmiş bir kısım safdiller anlayamadığı gibi bir kısım islam düşmanlarıda bozuk fıtratlarının gereği karalamaya! çalışmışlardır. fakat zaman en güzel müfessirdir bu mücahidlerin o gün dediklerini anlamayanlar bugünün şedid ve elem dolu coğrafyasına dikkatle bakmalıdırlar yazıda ifade edildiği gibi merhum sultanımız 2.Abdülhamid han hazretlerinin tesbitleri nasıl emin el hüseyninin takdirlerini ve hayretini celb etmiştir tekrardan yazarımıza teşekkür eder gayretlerinin devamını ve diğer çalışmalarını ez canü dil beklemekteyiz

Bu yoruma katılıyor musunuz ?

DÄ°ÄžER YAZILAR

Şüphesiz Kur'an, mü'minler için gerçekten bir hidâyet rehberi ve rahmettir.

Neml, 77

GÃœNÃœN HADÄ°SÄ°

Hafızasında Kur'an'dan hiçbir ezber bulunmayan kişi harab olmuş bir ev gibidir

Tirmizi, Sevatbu'l-Kur'an 18, 2914

TARÄ°HTE BU HAFTA

*Şair Muhammed İkbal'in vefatı(21 Nisan 1938) *TBMM'nin açılışı ve çocuk bayramı(23 Nisan 1920) *Osmanlı-Rus Harbi(24 Nisan 1877) *Hudeybiye Gazvesi(26 Nisan 628) *II.Abdülhamid'in tahttan indirilmesi(27 Nisan 1909)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SÄ°TE HARÄ°TASI