Cevaplar.Org

İSMAİL HAKKI ZEYREK HOCAEFENDİ’DEN HATIRALAR-5

İLAHİYAT YILLARIMDAN BAZI HATIRALAR ARAPÇA BİLMEYEN USUL-İ FIKIH PROFESÖRÜ -Hocam İzmir Yüksek İslam Enstitüsünün ilk mezunlarından olduğunuzu biliyoruz. O günlere dair bazı hatıralarınızı dinleyebilir miyiz?


Salih Okur

nedevideobendi@gmail.com

2012-05-14 22:25:10

Ä°LAHÄ°YAT YILLARIMDAN BAZI HATIRALAR

 ARAPÇA BİLMEYEN USUL-İ FIKIH PROFESÖRÜ

-Hocam İzmir Yüksek İslam Enstitüsünün ilk mezunlarından olduğunuzu biliyoruz. O günlere dair bazı hatıralarınızı dinleyebilir miyiz?

İlahiyat son sınıfta, halen hayatta olan bir Profesör Usul-ü fıkıh dersimize gelmeye başladı. İlk derste veya ikinci derste elinde birkaç tane Usul-i fıkıh metniyle sınıfa girdi. "Arkadaşlar bunlardan hangisini okuyalım" diye sordu. Kimseden ses çıkmadı. Çünkü arkadaşlar o zamana kadar o kitapların belki isimlerini dahi duymamışlardı.

Bunun üzerine hoca; "madem siz karar veremiyorsunuz. O halde ben seçeyim, Mirkat'ı okuyalım" dedi.

-Molla Hüsrev'in eseri değil mi?

-Evet Molla Hüsrev hazretlerinin.. Kendisinin usul-i fıkha dair iki eseri var; Biri Mirkat, bir de onun şerhi olan Mir'at..Molla Hüsrev'in hususiyeti, Arapçası son derece çetin, demir leblebi gibi.. Mirkat 40 sayfalık bir kitap..

Kendi kendine karar verdi ve başladı okutmaya.. "Hamiden limen şeyyede usulüddin" diye başlıyor, gerisi gelmiyor. Adamcağız kelimeleri okumayı dahi beceremiyor. İbareyi okuyamıyor, kelimeleri telaffuz edemiyor.

Bazen müdahale ediyoruz..

-Müdahale ediyoruz derken, sadece siz herhalde değil mi?

-Bir de Osman Eskicioğlu vardı..Kendisi Kestanepazarı Kur'an Kursunda okumuş. Eskiden Kestanepazarında, Mısır'da okumuş olan Simavlı Ali Efendi vardı. Osman bey onda okumuştu. Biz dört sene onunla yan yana oturduk.

Koca sınıfta ibareleri anlayan sadece iki kişiydik. Müdahale ediyorduk ama her zaman da olmuyor. Çünkü sen talebesin, o hoca..Böyle "kek kük, kek kük" diye diye koca seneyi iki buçuk sayfa okuyarak ve bir şey anlamadan bitirdik.

KAYBEDÄ°LMÄ°Åž KUÅžAKLAR

-Hocam bir de siz derslere içerek gelen bir hocadan bahsetmiştiniz?

-O, bizim Tasavvuf Tarihine geliyordu. Kendisi hem eski Darü'l Fünun edebiyattan hem de Darü'l Fünun İlahiyattan mezundu. Onun bir de burada arkadaşı vardı; Dr. Yümni Gediz bey. O da hem tıp, hem de ilahiyat okumuş. İlahiyatta arkadaş imişler.

Hocamızın ismi Kâzım idi. Dersi çok güzel anlatıyordu. Anlatma tarzı fevkaladeydi. Yümni bey de öyleydi, çok güzel konuşurdu. Bunlar ilim görmüşler, ama ruh alamamışlar. Mesela Elmalılı Hamdi Efendi gibi, Ferid Kam gibi, Ahmed Nâim bey gibi zatlar bunların derslerine girmişler. Rejim değişince, bunlar da değişmiş..

Kâzım hoca her gece kafayı çekerdi. O zaman ki Yüksek İslam Enstitüsü müdürü Necati Çercioğlu ile aram çok iyiydi. Bir Kadir gecesi sabahıydı. Müdür bey beni çağırdı; "acaba Kazım bey bugün de içmiş mi?" diye sordu. "Bilmiyorum" dedim. "Eğer bugün de içmişse onu buradan atacağım. Öyle karar verdim" dedi. Ben "Anlayabilirim onu" dedim.

Ders zili çalınca bir soru sormak için yanına yaklaştım. İçki içtiği anlaşılmasın diye kara gözlükler takardı, gözleri görülmüyordu. Yanına yaklaştım ki, yanına yaklaşılamayacak derecede alkollü. Gittim, müdüre "yine aynı vaziyette" dedim. Ve okuldan atıldı.

-Peki bu vaziyette nasıl ders anlatabiliyor?

- İçmeye öyle alışmış ki, konuşmasında bir pürüz göremezsin. Bu Tasavvuf tarihi de bayağı hatırı sayılır bir ders yani.

O zamanlar ben buradan enstitüye üç vasıta ile gidiyordum. Sultan Camiinin önüne sabah namazını ilk vaktinde kılıp, şafak söker sökmez çıkıyordum. Oradan geçen vasıtalara biniyordum.

Bir gün orada vasıta beklerken baktım ki Yümni Gediz kendi arabasıyla oradan geçiyor. Beni görünce durdu. "İzmir'e mi gidiyorsun" dedi. "Evet" dedim. "Atla, ben de İzmir'e gidiyorum" dedi.

Yolda bana; "Sizin müdür beni oraya almak istiyormuş, ama ben istemiyorum" dedi. Halbuki gelmemesi için taşı ben koydum, o bilmiyor tabii..Bir gün müdür beni çağırdı ve "sizin orada bir Dr. Yümni varmış. Tanıyor musun?" dedi. "Tanıyorum" dedim. "Nasıl bir adam?" dedi. "Bir tek cümle ile cevap vereyim; Halk partisini siyasi mezhep haline getirmiş bir adam" dedim. "O zaman ben onu almam" dedi. Almadı.. Necati Çercioğlu çok iyi, şuurlu bir insandı yani..

"BIRAKMAYA KIYAMADIM"

Kazım bey arasına Yümni beyin yanına uğrarmış. Bir de burada Keşfi hoca isminde birisi vardı. O da bunların arkadaşlarından. O bana anlatmıştı. "Kâzım bey senin hakkında konuştu ve ; "Sizin oradan gelen bir nurcu talebe var bizde. Nurcu olduğu için onu bırakmak istedim. Ama bir imtihan yaptım. İmtihanda tasavvufu sordum. Öyle güzel anlatmış ki, yine tuttum on numara verdim" dedi.

Hâlbuki ben kendimden bir şey yazmamıştım, üstadın o konudaki ifadelerinden bir şeyler yazdım. Tasavvuf nedir diye sormuştu. Ben de ; "Mi'rac-ı Ahmedî'nin (A.S.M.) gölgesinde ve sayesi altında kalb ayağıyla bir seyr ü sülûk-u ruhanî neticesinde, zevkî, halî ve bir derece şuhudî hakaik-i imaniye ve Kur'aniyeye mazhariyet; "tarîkat", "tasavvuf" namıyla ulvî bir sırr-ı insanî ve bir kemal-i beşerîdir" diye yazdım. Bunu benim kendi ifadelerim zannetmiş. "Bırakmak istedim ama fevkalade yazmış, dayanamadım, on numara verdim" demiş.

DR. YÃœMNÄ° GEDÄ°Z

-Hocam bir de sizin Yümni beye risale vermeniz vardı. O nasıl olmuştu?

-Ben Yümni beyi babam vasıtasıyla tanıdım.

-Babanız ona nasıl bakardı?

-Pek iyi bakmazdı da, bu daima babamı yanına davet ederdi. Babam da bazen giderdi. O da eskileri bildiği için onunla sohbet ederlerdi. Ama adam o kadar Halk partisi hastasıydı ki, iki kelime konuştu mu birisi muhakkak ona aitti. Halk partisine bu muhabbetinden dolayı, sık sık beni yanına çağırmasına rağmen ben gitmezdim.

Belki bu fikri kırılır diye, yirmi yedi mayıs öncesi, "üstad şöyledir, böyledir" diye bahsedince, merak etti. "Ben size kitaplarını getireyim" dedim. Tuttum. Kur'an hattıyla teksir edilmiş Mektubat'ın bir cildini götürdüm, verdim.

Bir hafta sonra ihtilal oldu. Hemen aynı gün kitabı korkudan geri göndermişti. İhtilal sonrası Garnizon komutanları vali oldu ya. Buranın Garnizon komutanı dürüst bir adammış. Yümni bey bazı müspet insanları kendisine jurnal etmeye kalkınca vali onu yanından kovmuş.

-Bu Yümni Bey ne zaman öldü?

-Yakın zamanda, dört beş sene önce öldü. Ölmeyi de hiç istemiyordu. Bir eczanede, birileriyle oturmuştu. Orada yaşlı birisi ona yaşını sordu. "Benim yaşımdan sana ne" diye buna bir çıkıştı. Dediğim gibi iyi ders almışlar, iyi okumuşlar. Ama ruh alamamışlar. Rejim değişikliği ile beraber de kendilerini ortama kaptırmışlardı.. 

 PROF. RUHİ FIĞLALI

-Ruhi Fığlalı da dersinize girdi mi?

- Okulun müdür muaviniydi. Aynı zaman da mezhepler tarihi dersine giriyordu. Ama o da namaz kılmazdı.

Osman Eskicioğlu o zaman kitap tercüme ederdi. Ama tabii o sıralar Osman'ın ünvanı yok, kimse kendisini tanımıyor. Fığlalı'nın isminden faydalanmak için tercüme ettiği kitapların üzerine onun da ismini koymuş. Beraber tercüme etmişler gibi gösteriyor. Ama Fığlalı'nın Arapça bildiği yok.

Osman'ın bana anlattığı şöyle bir şey var; "Son sene..Bir gün odasına girdim. Çok meşguldü. "Hocam, hayrola bu ne meşguliyet" diye sordum. "Mezun olacak arkadaşlarınız hakkında benden rapor istediler. Onlar hakkında rapor yazıyorum" dedi. "Peki, durum nasıl" diye sordum. "Bir arkadaşınız dışında Milli Eğitim'den vazife alabilirsiniz" dedi.

Osman o zaman bunu bana söylemedi. Ne zaman ben Milli Eğitime vazife başvurusu yapıp da kabul edilmeyince o zaman anlattı. Onun verdiği menfi rapordan dolayı beş altı sene Milli Eğitimde vazife vermediler.

Bununla alakalı şöyle bir şey de var. Fığlalı müdür muaviniyken doktoraya hazırlanıyormuş. Okulu bitirirken talebeler mezuniyet tezi veriyorlar ya. Osman'a "sen bana Mısırlı Ahmed Emin'in Mezhepler Tarihi kitabında Şiiler hakkında yazdıklarını tercüme et. Ben bunu senin mezuniyet tezin olarak kabul edeyim" demiş.

Bana da eften püften bir şey vermişti. Canım sıkıldı. Kendisine "Osman'a Ahmed Emin'in kitabından Şiiler bölümünü tercüme etmesini istemişsiniz. Ben de size Haricilerle alakalı bölümü terceme edebilirim" dedim. Hariciler bölümü daha zor. Şiirler filan var.

Bu hemen atıldı, kabul etti. Zaten arayıp da bulamadığı şey..Tuttum-şimdiki aklım olsa yapmam-tercüme ettim. O şekilde doktora tezini hazırlamış oldu.

-Zaten o doktora tezini de daha sonra İslam Mezhepleri Tarihi adıyla kitaplaştırdı değil mi?

-Evet..O Kenan Rıfaicilerdendi. O sıralar devamlı İzmir'e gidip geliyorum ya. Bir gün benim bindiğim otobüse bindi. Burada Ruhi isminde, aynı meşrepten sigortacı birisinin evine geldi. Orada erkek kadın karışık sohbet ettiler.

KENAN RIFAÄ° VE TAÄ°FESÄ°

Kenan Rıfai önceleri belki iyiymiş ama sonraları bozulmuş o. Ali Ulvi beyin hatıralarında Kenan Rıfai'yi metheden şeyler var. Fakat müridleri çok bozuk.

-Tesettür denen bir şey yok müridelerinde..

-Tabii..İşte Nezihe Aras, Samiha Ayverdi, Cemalnur Sargut vs.. Bir de bizim burada edebiyat derslerine giren Nazik Erik diye bir kadın vardı. Bize lisede edebiyat derslerine geliyordu. Dersleri Cuma vaktine denk geliyordu. Ben izin istiyordum, cumaya izin veriyordu.

Gene böyle bir gün derse girdik. Ben normalde on beş yirmi dakika sonra izin alıp çıkıyordum. Nazik hanım, kravat takmayanlara müthiş kızıyordu. Beş altı tane arkadaş "ya biz de gitmek istiyoruz ama bize izin vermez" dediler. "Ya kolayı var o işin" dedim. "Nasıl" dediler. "Kravatlarınızı çıkartırsınız, gidersiniz" dedim.

İçeri girdi bu. Baktı yedi sekiz kişide kravat yok. Neden kravatsız geldiklerini sordu, "Efendim kem küm" şeklinde cevaplar alınca, sinirlenerek hepsini çıkardı. Sinir küpü gibi oldu. Gitti, masaya dayandı. Hiç konuşmuyor. Yirmi dakika böyle geçti.

Ondan sonra, benim vakit geldi. Ayağa kalktım, kafasıyla çık işareti yaptı. Ben sınıftan dışarı çıkınca bu patladı. Geç kaldığım için ne dediğini işitemedim. Cumadan sonra arkadaşlara "ya neydi o gümbürtü" diye sordum. Meğer o sinirle; "bunların imanları bir bez parçasına kalmışsa olmasın böyle iman!" diye bağırmış.

Sene sonu geldi. Ben jimnastik dersine girmemek için rapor almıştım. Benim gibi birkaç raporlu daha var. O sıralar herkesi 19 Mayıs törenlerine gitmeye mecbur ediyorlardı. Bu raporlularla beraber oturmuş sohbet ediyordu.

Ben kapıyı açtım, "eğer bir mahzuru yoksa sohbetinize iştirak edebilir miyim?" dedim. "Hay hay" dedi. Meğer bu "bez parçası" meselesini konuşuyormuş.

Ona; "bir bez parçasının yanınızda hiç değeri yok mu?" diye sordum. "Yok tabii" dedi. "Peki" dedim, "Türk bayrağı da bir bez parçası. Ama içinde ay yıldız olduğu için bir değer taşıyor, ifade ettiği bir mana var. O zaman bir bez parçası olmaktan çıkıyor. Bunun da ifade ettiği bir mana var, o zaman bez parçası olmaktan çıkıyor" dedim.

Hiçbir şey konuşamadı. Susup kaldı..

-Devam edecek-

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DÄ°ÄžER YAZILAR

İyiliğin karşılığı, iyilikten başka bir şey midir?

Rahman, 60

GÃœNÃœN HADÄ°SÄ°

Hiç bir vâli yoktur ki, o, müslüman ahâli üzerinde icrâ-yı velâyet ederken zulüm ederek ölür, muhakkak Allah Cennet kokusunu ona haram kılacaktır.

Ma'kıl İbn-i Yesâr (r.a)'dan rivayet olunur.

TARÄ°HTE BU HAFTA

*Şair Muhammed İkbal'in vefatı(21 Nisan 1938) *TBMM'nin açılışı ve çocuk bayramı(23 Nisan 1920) *Osmanlı-Rus Harbi(24 Nisan 1877) *Hudeybiye Gazvesi(26 Nisan 628) *II.Abdülhamid'in tahttan indirilmesi(27 Nisan 1909)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SÄ°TE HARÄ°TASI