Cevaplar.Org

ESAD COŞAN HOCAEFENDİ’NİN DİLİNDEN MEHMED ZAHİD KOTKU HAZRETLERİ

Bizim Hocamızın (Rh.A) ben direkt olarak, "Şöyle yap, böyle yap!" diye emir sîgasıyla emir verdiğini hatırlamıyorum. "Acaba, şöyle yapsanız nasıl olur?.. Şöyle yapmak uygun olur mu dersiniz?.." Yâni, istişare ediyormuş gibi soruyor


Salih Okur

nedevideobendi@gmail.com

2011-11-08 06:26:46

Değerli ziyaretçilerimiz, vefatının 31 sene-i devriyesini 13 Kasım günü idrak edeceğimiz Mehmed Zahid El Bursevi Efendi hakkında hem damadı, hem talebesi olan merhum Prof. Dr. Mahmud Esad Coşan Hocaefendi'nin bazı hatıralarını sizlerle paylaşmak istedik. Merhum Coşan Hocaefendi'nin eserlerinden yedi tanesinden süzülen notlar bunlar. İnşallah hepsini okumayı bitirdiğimde daha geniş bir malumatı sizlerle paylaşırız. Cenab-ı Hak her iki merhuma da Rahmet eylesin. Ruhları şâd olsun. Saygılarımla. Salih Okur/cevaplar.org

*Bizim Hocamızın (Rh.A) ben direkt olarak, "Şöyle yap, böyle yap!" diye emir sîgasıyla emir verdiğini hatırlamıyorum. "Acaba, şöyle yapsanız nasıl olur?.. Şöyle yapmak uygun olur mu dersiniz?.." Yâni, istişare ediyormuş gibi soruyor; halbuki emir!.. Neden?.. Dinlenmediği zaman, bir veliyyullahın sözü dinlenmediği zaman felâket olur da onun için... Muhatabını o duruma düşürmüyor, muhterem kardeşlerim! 9 Haziran 1990 – ADAPAZARI

*Biz de Ankara'da iken, Hocamız sağ iken (Rh.A.) --Allah himmetlerine, teveccühlerine, şefaatlerine erdirsin-- emretmiş diye duymuştuk. "Bir vakıf da biz kuralım Osman!" demiş. Duymuştuk da kurulmasının gecikmesine üzülüyorduk. Yâni, Hocamız emretmiş de niye emri hemen yerine gelmemiş?.. Araştırdık. Dediler ki, "Tüzük hazırlanmış da vakıflar genel müdürüne verilmiş, o da inceletiyormuş... Olacakmış...vs. ama olmamış gene..." Onun üzerine genç arkadaşlar bana müracaat ettiler, "Hocamızın bu emrini çarçabuk ortaya koyalım!" dediler. "Peki, koyalım!" dedik. Gümüş Mühendislik'te oturduk, kalktık, görüştük, konuştuk... Büyüklerden, tecrübeli ağabeylerden bazılarını çağırdık... Gayemiz, gayemizi tahakkuk ettirmek için yapılacak faaliyetler neler olabilir; bunları maddeler halinde sıraladık gönlümüzce... Hayal etmek serbest, temennî etmek serbest diye sıraladık. Hakyol Eğitim Yardımlaşma ve Dostluk Vakfı'nın tüzüğünü, nizamnâmesini hazırladık, Hocamıza arz ettik. Hocamız (Rh.A.) okudu, beğendi, tahsin eyledi, tasvib eyledi, tensib eyledi, münâsib buldu. "Pekiyi, hadi bakalım bu çalışmalara başlayın!" dedi. Biz de o zaman Hakyol'un çalışmalarına başladık. 24 Ocak 1992 AYVALIK

*Hocamız Rahmetullahi Aleyh de, onca kerametleriyle, onca faziletleriyle, vefatına yakın zamanda Medine-i Münevvere'de vasiyet etmiş ki: "Her şey boştur... Zenginlik boştur, dünya boştur, mal boştur, mülk boştur... İlim boştur... --İlim de bir vasıta, gaye değil ki-- Müridlik boştur, şeyhlik boştur... Bütün mesele insanın kendisini Allah'ın sevdiği bir kul haline getirmesidir!" demiştir. Hayatın en sonunda söylenen en mühim söz budur!.. En güncel iş budur. 15 Mart 1992-Ankara

*Hocamıza muhalif bir berber varmış. --Babam sık sık anlatıyor. Geçen gün de anlattı; hafızamda tatlı bir şey-Hocamız Yâsîn Suresi'ni okuttururmuş sabahları... "Sen oku!" dermiş. Bir sayfayı bitirince başka birisine, "Sen oku şimdi!" dermiş. Öbür sayfayı başka bir kimseye okuttururmuş. Buna, "Sen oku!" dememiş. Sen misin demeyen; kızmış mürid şeyhine... Fena halde kızmış. Başlamış her yerde aleyhinde konuşmaya... Babam diyor ki, "Ben de ona alışmışım, benim berberim, gidiyorum. Beni de gördü mü, açıyor ağzını yumuyor gözünü, hocamızın aleyhinde konuşuyor... Fesübhânallah!.. Bir gün telâşla bana geldi." diyor. "Aman beni Hocaefendi'ye götür!.." demiş. Aradan aylar geçmiş; kızgın, kırgın, pür hiddet iken şimdi, "Aman Necâti Efendi, beni hocamıza götür!" diyor. Demiş: "Hayrola, ne oldu?.. Hani, düğün değil, bayram değil!.. Hangi dağda kurt öldü?.. Hani sen hocamıza muhaliftin, ne oldu?.." demiş. Berber demiş: "Bir rüya gördüm. Rüyamda bütün insanlar, büyük bir duvarın önünde bekleşiyorlar. Duvar açılmıyor. --Cennet duvarın arkasındaymış-- Duvarı geçmek mümkün değil, muazzam bir sur... Kapalı. İnsanlar bekleşiyorlar, hasret içinde ağlaşıyorlar. 'Yahu, biz geçemeyecek miyiz? Halimiz ne olacak?' filan derken, öbür taraftan Hocamız (Rh.A.) geliyor; mübarek, duvara bir vuruyor... Haydi... Duvar açılıyor. İnsanların hepsi cennete gidiyorlar..." Bu remizden, işaretten anlamış ki, kendisi hatalı. Gelmiş hocamıza... Hocamız da gık dememiş ona... "Sen bana aylarca gıybet ettin de, aleyhimde şöyle söyledin de, böyle söyledin de..." diye bir söz de söylememiş. 15 Mart 1992-Ankara

*Hocamızın bir hatırası hatırıma geldi bu arada... Ankara'ya gitmiştik. Çok zengin bir kardeşimizin daveti oldu. Evi çok genişti, zenginliğini onun için söylüyorum. Çok büyük bir salonu vardı ama, salon tıklım tıklım doluydu. Hocamızın özelliği, başka şeyh efendilere mensub muhibleri de vardı; onlar da gelmişlerdi. Şu efendiye, bu efendiye bağlı kimseler... Bir tanesi çok akıllı, zeki, kurnaz, menfaatini bilen, mânevî kârını, zararını hesap eden bir kimse; tabii hafız, sesi güzel, vaiz ve bilgisi çok... Hocamızı yakaladı sordu. Dedi ki: "Hocam, Medine-i Münevvere mescidinde namaz kılsak, başka yere göre bin misli sevap oluyor... Mekke-i Mükerreme'de Mescid-i Haram'da namaz kılsak, o zaman yüzbin misli sevap oluyor... Yâni böyle bunun gibi çok sevaplı başka şeyler de var mı hocam?" dedi. Sevap istiyor, sevaplı şeyleri öğrenip yapmak istiyor; ehlini de bulunca karşısında... O daha sözünü tamamlarken, Hocamız, "Evet vardır!" dedi. "İnsan zikirle meşgul olunca, zikir cümle azâsına ve cümle azâsından cümle zerrâtına intikal eder. O zaman bir defa Allah dediği zaman, cümle zerrâtı adedince Allah demiş olur. Bunun da sevabının sonu olmaz!" buyurdu. 26 Nisan 1992 – SÖKE

*Tabii bunun kıymetini gençler bilmiyor. Hocamız öyle söylemişti. "Gençler imamlığın kıymetini bilmiyor, meb'us olmağa heves ediyor" diyordu. Yâni, meb'usluktan üstün görüyordu. O sırada, yüksek İslâm enstitüsünden mezun bir takım kimseler meb'us olmuşlardı, şurda burda... 5 Mart 1993 – İstanbul

*Mehmed Zâhid Kotku Hocamız, --cennetmekân, rahmetullahi aleyh-- benim de bir genç öğrenci olarak katıldığım toplantılarda, Balkanlar'ın en büyük motor fabrikası olan Gümüş Motor'u kurmayı emretmiştir, kurma çalışmalarını başlatmıştır. Bu motor fabrikası kurulmuştur, halen de Pancar Motor diye Türkiye'ye fayda sağlamaktadır.

Biz kurucularına fayda sağlamıyor!.. Çünkü elimizden, haince dolaplarla, düzenbazlıklarla alınmıştır. Kurucularına menfaat sağlamıyor. Çünkü, kurucuları, o zamanki nominal sermayeleri kadar sermayeler görülecek şekilde gadre uğratılmışlardır.

Ama biz iftihar ediyoruz. Pancar Motor'u gördükçe, Mehmed Zâhid Kotku Hocamız'ı hatırlıyoruz. Bahçelerde "Pata... Pata... Pata..." sular çekildikçe, otomatik sulama sistemleri tarlayı yemyeşil yapmış görünce, o neşe içinde ilâhî bir haz duyuyoruz. 5 Temmuz 1994 – Kızılcahamam

*Hocamız Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri'nin uzun yıllar hizmetinde bulunmuş yaşlı bir teyzemiz var, Allah ömür versin, selâmet versin... Geçen gün geldi, Hocamız'ın iki kerametini konuştuk:

Bir keresinde bir kadın, Mehmed Zâhid Kotku Hocamız'a hediye olarak bir file meyva getirmiş, kapının kenarına koymuş. Hocamızın evine ziyarete gelince hediye getiriyor, hani kimisi baklava getirir, kimisi başka bir hediye götürür ziyarete gittiği yere... O da böyle bir file meyva getirmiş. Hocamız oturduğu yerden o meyvalara bakmış; "Vay, vay, vay... Vah, vah, vah!.." diye başını sallamış. Demiş ki:

"--Ben bu meyvaların nasıl haramdan kazanıldığını, nasıl haram para ile alındığını, nasıl adeta bunların üzerinde, içlerinde çıyanlar, akrepler dolaşır gibi, o kadar pis olduğunu (görünüşünde öyle bir şey yok ama, haramla kazanıldığı için, evliya gözü ile görüyor) söylesem bu kadın darılır, bir daha semtime uğramaz. Al kızım, kaldır bunu, götür dışarıya!" demiş.

Meyvelere hiç elini sürmeden o meyvaları dışarı çıkarttırmış. Çünkü mânevî gözüyle görüyor ki, haramdan kazanılmış parayla alındı. Meyvalarda bir şey yok ama, kazanç haram olduğundan, haramla alınmış şeyi evliyâullah yemediği için, dışarıya bıraktırmış. Artık belki Zeyrek Ümmügülsüm Camii'nde idi. Dışarıya bıraktığı zaman oranın fukaraları kapışıp almışlardır. Ama Hocamız evliyalık gözüyle onların akrepli, yılanlı çıyanlı gibi olduğunu görmüş. 17. 01. 1997 – AKRA

*Az ağrı, âsân ölüm, kâmil bir iman ile..." diye Hocamız öyle dua ederdi. Az ağrı, âsân ölüm, kolay bir ölüm ve kâmil bir iman ile, sapasağlam, kale gibi sağlam bir iman ile ahirete göçmeyi Allah hepimize nasib eylesin... 19. 01. 1997 – İskenderpaşa

*Hocamız burda rahatsızlandığı zaman, vefatına sebep olan rahatsızlığıyla yattığı zaman, çok kimseler biliyorum ki: "Yâ Rabbi, benim canımı al, ona ver, o yaşasın!.. Ben öleyim, o yaşasın!.." diyorlardı. Ama tabii, Allah'ın birisinin canını alıp da ötekisine vermeğe ihtiyacı yok ki... Ömür verirse verir ama, kadar öyle olunca da, değişmez. Hocamız da vefat etti. 19. 01. 1997 – İskenderpaşa

*Şimdi bakın, Hocamız Mehmed Zâhid Kotku (Rh.A), binlerce kerametlerini herkesin gördüğü, onunla tanışan herkesin hakkında az-çok bir tatlı hatırası olan bir insan, evliyâ... Som altın gibi hakîkî evliyâ...

Güneydoğu Anadolu'dan Şeyh Ziyâ diye birisi gelmiş idi benim yanıma Gölcük'te... Musafaha ettik, hattâ elimi öpmeye kalktı mübarek adam... Allah rahmet eylesin, öldü. Yaşlı, ben yaşça küçüğüm ondan, elimi öpmeğe kalktı. "Senin şeyhin Mehmed Zâhid Efendi'yi de ziyaret etmiştim." dedi. Muhabbetim, saygım, hürmetim çoktur demek istedi. "Vallah ki ilk görüşmemde iki kerametini görmüşüm." dedi.

Karşı odaya girdiği zaman, Hocamız şöyle duruyormuş, bir bakmış kapıdan birisi geliyor. Yeni bir insan, ilk defa geliyor. Bir bakmış:

"--Ooo, hoş geldiniz, mâşâallah mâşâallah! Hem şeyh, hem de seyyid... Buyurun!" demiş.

Yâ bunun alnında yaftası yok, göğsünde yazısı yok... Adamın alnında ben şeyhim, ben seyyidim diye yazısı yok ki... Yok ama Hocamız şöyle bir bakmış; "Ooo, mâşâallah, hoş geldiniz! Hem şeyh, hem seyyid..." demiş. 26. 01. 1997 - İskenderpaşa /İST.

*Düzce'de bir camide namaz kılmıştık yıllar önce... O caminin imamı da Bolulu Şeyh Muhiddin Efendi (Rh.A)'in müridlerindenmiş, kendisi anlattı. Bir başka şeyhin müridi ama, o şeyh ile bizim Hocamız (Rh.A) çok iyi muhabbetleri vardı, ziyaretleşmeleri vardı; ikisi de mübarek insan olarak... Bu Muhiddin Efendi'nin ihvânı olan, halifesi olan hocaefendi Hocamız'ı tanıdığı için, İzmir'den de bir arkadaşını yanına almış, İstanbul'a gitmişler. "Mehmed Zâhid Kotku Efendi Hazretleri'nin de kabrini ziyaret edelim!" demişler.

Süleymaniye'de, cennetmekân Kànûnî Sultan Süleyman'ın türbesinin yakınında Hocamız'ın kabri... Türbesinin girişinde, sol tarafta Gümüşhâneli Ahmed Ziyâeddin Efendimiz'in muhterem valide hanımla beraber kabirleri var. Ordan biraz daha ileri gidince de sıra sıra Gümüşhaneli Dergâhı'nın şeyhlerinin kabirleri var. O arada Hocamız'ın kabri var. Orda kabir taşları yazılı, işaretleri belli...

Ziyaret etmişler. Hocamız'ın müridi değil, ama Hocamız'a muhabbet eden başka bir şeyhin müridi... Hocamız'ı ziyaret etmişler, ayrılmışlar. "Ayrıldıktan sonra --kendisi anlatıyor Düzceli Hocaefendi-- ertesi gün geceleyin rüyamda Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri'ni gördüm, bana teşekkür etti." diyor. Haa, bak, evliyâullah kendisini ziyaret etti diye, rüyasına girip, ziyaret eden kimseye memnun olacağı şekilde iltifat buyuruyor. "Tabii ben buna çok sevindim." diyor.

Demek ki, hakîkî evliyâ böyle oluyor işte diye sevinmiş. Sabahleyin beraber ziyaret ettiği arkadaşına rüyayı anlatmış:

"--Mehmed Zâhid Kotku Efendi Hazretleri'ni dün ziyaret etmiştik ya, gece rüyama geldi mübarek, bana teşekkür etti. Demek ki ziyaretimiz kabul oldu. Evliyâullah büyüklerin sevgisi böyle fayda veriyor demek ki..." deyince, öteki arkadaşı da elini dizine vurmuş:

"--Yâhu Allah Allah, benim de rüyama geldi, ben de rüyada gördüm, bana da teşekkür etti" demiş.

Tesadüf değil, görüyorsunuz mânevî bir şey, kesin bir olay... Kendisini ziyaret etti diye, her iki zata da rüyasında teşekkür ediyor. Demek ki ruhlar âleminde kendisinin serbestliği olduğundan, kabrini ziyaret edenlere böyle iltifat buyuruyor. 14. 11. 1997 - ALMANYA

*Hocamız'ın kendisine iltifat ettiği, hanımına, çocuğuna iltifat ettiği bir aile vardı. Bunlar biraz böyle zengin bir aile idi. Ben Hocamız'la beraber evlerine gittiğim zaman gördüm. Çok lüks bir yerde, Boğaz'a nazır, Boğaz köprüsü görünen, çok manzaralı güzel bir evleri vardı. Evlerinin her odasında bir televizyon vardı. Televizyonun çok az olduğu zamanda, evlerinde dokuz kadar televizyon saymıştım. Salonda, mutfakta, banyoda, çocuk odasında, bilmem öbür odada, beriki odada... pek çok televizyonu vardı. Demek ki parası var ki, o kadar alabiliyor. Her yere televizyon koymuş.

Ama tabii o aileyi anlatmak için söylüyorum. Meselâ erkeğin parmaklarında altın yüzükler vardı. Hâlbuki İslâm'da erkek altın yüzük takmaz. Demek ki onu bilmiyor o kardeşimiz, o evin efendisi... Sonra salona girince şaşırdım, çünkü bir köşesinde bar Amerikan vardı. İçinde çeşit çeşit içkilerin olduğu böyle bir bölme, tezgâh vardı. Şaşırdım ve biraz da müslümanlığım dolayısıyla garipsedim. Hattâ, "Hocamız niye böyle bir kimseyle ahbaplık ediyor?" diye de düşündüm.

Ama sebebi varmış, sonradan inceleyince anladım. Bu kardeşlerimiz, İbrâhim Hakkı-yı Erzurûmî Hazretleri'nin şeyhi İsmail-i Fakîrullah Hazretleri ile akraba imişler. Demek ki o sülaledeki asâletten dolayı Hocamız onları seviyor, onları ziyaret ediyor. İşin bir yönü bu.

Bu evin beyi kardeşimiz bana anlattı. Hocamız vefat edince bir camiye gitmiş. Bakmış ki imamın çok güzel sesi var, güzel Kur'an-ı Kerim okuyor. Onun yanına varmış, demiş ki:

"--Benim bir hocam vardı, vefat etti. Ben onu çok seviyordum. Sen onun için bir hatim indirir misin, Allah rızası için okur musun?.."

"--Okurum." demiş hafız.

"--Ama şartım var benim..."

"--Nedir şartın?.."

"--Ben her sabah geleceğim, sen okuyacaksın, ben de Kur'an-ı Kerim'den takib edeceğim. Böylece karşılıklı dinleyeceğiz." demiş.

Anlaşmışlar, bu anlatılan usülle hatimi indirmişler. "Çok garip bir şey oldu. Hatmin indirildiği, duasının yapılacağı gün cami mübarek kadınlarla, cemaatle doldu. O kadar kalabalık değilken o cami, o gün özel olarak büyük bir kalabalık oldu, izdiham oldu. Şaşırdım." diyor. Demek ki, mânevî bir şeyler var işin içinde... Hocamız'a hatim indirildiği için olduğu anlaşılıyor.

Sonra hatim duası yapmışlar, Hocamız'a hediye etmişler hatm-i şerifi... Sonra sevdiğinden, sesini beğendiğinden, Hocamız'a da hatim indirdi diye hocaefendiyi almış, bir güzel lokantaya götürmüş, güzel bir ziyafet çekmiş. Hediyesini vermiş... vs.

"O gece rüya gördüm." diyor, bizim bu evinde bar Amerikan olan kardeşimiz. Allah selâmet versin, kusurlarını düzeltmek nasib etsin hepimize... "Rüyamda büyük bir yalçın dağın önünde insanlar kuyruk olmuşlar, bir mağaraya giriliyormuş. Ben de o kuyruğun en arkasına gidiyorum. Bir de baktım, kuyruğun en ön sırasına geçivermişim. Nasıl olduğunu anlayamadım rüyada... En arkaya girdiğim halde en öne geçivermişim, hemen içeri girdim. Dağın içinde, büyük, yüksek tavanlı güzel bir mağara... Bir de baktım ki Hocamız bir kenarda oturuyor. Yanında da iki kişi daha var, onlar da mübarek kimseler.

Tabii ben çok memnun oldum Hocamız'ı görünce, halbuki vefat etmişti. Sarıldım, halbuki hayatta iken beni hiç öyle selâmlamamıştı, kucaklamamıştı. Güzelce birbirimize sarıldık, kucaklaştık." diyor.

Çok memnun olduğu için;

"--Efendim, çok memnun kaldım, buraya her zaman geleceğim!" demiş.

Hocamız da gülerek demiş ki:

"--Buraya her zaman insanı almazlar, gelmezsin." demiş.

Kuyruğun en arkasındayken en öne geçmek ne demek?.. Hocamız'ın muhiblerinin arasına sonradan katıldığından en arkada oluyor kuyrukta... Fakat Hocamız'ın ruhuna hatim indirdiği için, Hocamız iltifat etmiş olduğundan ön sıralara geçmiş oluyor. "İşte ben ona hatim indirdim diye böylece keramet gösterdi, iltifat eyledi, rüyama girdi, göründü." diyor. 14. 11. 1997 - ALMANYA

*Şimdi Medine-i Münevvere'de bizim Mustafa kardeşimiz var. O hacca geldikleri zaman Hocamız'a hizmet etmiş, evinde misafir etmiş. Ondan sonra da Hocamız, hastalığı artmış bir vaziyette Türkiye'ye dönmüş. Türkiye'ye döndükten sonra bir hafta kadar kalmıştı 1980 Kasımında... Bir perşembe gelmişti, öteki perşembe öğle üzeri ruhunu teslim edip ahirete irtihal eylemişti. Mekânı cennet olsun, makamı yüksek olsun...

Bir hafta önce vedalaşıp İstanbul'a döndüğü için durumu bilmiyor Medine'den. "Gece rüyamda Hocamız'ı gördüm. 'Mustafa, artık ben gidiyorum, hadi Allah'a ısmarladık!' dedi, bir güzel vedalaştı." diyor.

Mustafa kardeşimiz uyanınca ailesine demiş ki:

"--Hocamız gàlibâ vefat etti."

"--Nerden anladın?.."

"--Çünkü rüyama girdi, bana, 'Allah'a ısmarladık, hadi artık ben gidiyorum!' dedi, teşekkür etti, ayrıldı." demiş.

Hakîkaten o gün telefon açmışlar, Hocamız'ın vefat haberini almışlar. Aynı şekilde vedalaştığı iki kişiyi daha hatırlıyorum ben.. "Rüyamızda Hocamız geldi, Allah'a ısmarladık dedi. Tahkik ettik ki o gün vefat etmiş." diye bir iki kişiden daha duydum.14. 11. 1997 - ALMANYA

*Hocamız Mehmed Zahid Kotku Rh.A Hazretleri'nin çok söylediği bir söz vardı. Bir keresinde ben dedim ki:

"--Bir yerde çok güzel, manzaralı bir arsa varmış..."

Şöyle gözümün içine bakmış, bir mısra söylemişti Hocamız (Rh. A):

Fâni dünya hoştur ammâ, akıbet mevt olmasa! 05. 12. 1997 - Medine

*Şimdi Hocamız Mehmed Zahid Kotku Hazretleri'nin bir menkabesini hatırlattı bu bana: Salona misafirler dolmuşlar, kalabalık... Salonu vardı caminin, buranın şöyle üçte biri kadar kocaman salon. Kalabalık girmiş içeriye. Şöyle avuç kadar bir şekerlik var; bizim ihvandan birisine de, Hocamız şekerliği vermiş, 'Al misafirlere ikram et!" demiş. Geldiler ya, misafire misafir şekeri ikram ediyor.

"Şimdi ben bir şekerliğe baktım, bir kalabalığa baktım, bir Hocamızın yüzüne baktım. 'Yâni bu kadar şeker hangisine yetecek bunların?' dedim." diyor, kendisi anlatıyor bana... "Neyse bittiği yere kadar dağıtırım, ondan sonrakilere de ne yapalım bitti deriz." demiş, dağıtmağa başlamış, unutmuş ama. Herkese vermiş, vereceği şahısların hepsi şekeri alıp bittiği zaman; o zaman aklı başına gelmiş: "Aaa, hâlâ şeker duruyor içinde. Küçük şekerlikte hâlâ şeker duruyor, o zaman aklı başına gelmiş. Bu kadar da şeker kaldı, bu küçük şekerlikten herkes şeker de aldı, hâlâ da içinde şeker duruyor." Bir şekere bakmış, bir Hocamızın yüzüne bakmış. Hocamız kaşları çatmış böyle... "Sus, sırrı faş etme!" diye böyle bir kaş çatmış. Almış getirmiş tabağı koymuş. 28. 12. 1994 – VICTORIA

*Hocamız cennet-mekân derdi ki:

"--Ben size tam şeyhlik yapsam, başımda bir taneniz kalmazdı, hepiniz dağılır giderdiniz."

Neden? Darılırlar. Zamane dervişleri nazlı derviş; bir kusurunu söyledin mi, fırt kaçıp gidiyor. Giderse gitsin ama, mahvoluyor. Yâni, tasavvufî terbiyeyi görmeyince mahvoluyor. Onun için biraz idare etmek gerekiyor. 31. 12. 1994 - Warrnambool
Victoria / AVUSTRALYA

*Bir ev sohbetinde, bizden yaşlı ağabeylerle oturmuştuk. O zaman arkadaşlar kendi hallerinden şikâyet ettiler: "İşte tad alamıyoruz, feyz alamıyoruz. Görenler var, biz niye böyle eksiğiz?" filân diye böyle konuştular.

Ben de sonra Hocamız (Rh.A)'e, "Filânca akşam filânca yerdeydik. Böyle böyle konuştular." diye naklettim durumu... Dedi ki Hocamız:

"--Ne yapayım, kendilerine verilen zikir vazifelerini yapmıyorlar." dedi. 10. 05. 1997 - Stocholm / İSVEÇ

*Hocamız biraz mahalli şive ile konuşurdu. "Kardaş, arkadaşlık pek eyi demekle kàimdir." derdi. Mahallî tabirler...

Yakından tanımayanlar onu Nasreddin Hoca gibi görürdü. Bilmiyor sanırdı, câhile bir şey öğretir gibi tatlı tatlı anlatırdı. Hocamız onun âlâsını biliyor. İkisini uzaktan seyreden kimse olarak ben biliyorum ki, herifin deminden beri dil dökmesi boşuna, Hocamız onun âlâsını biliyor. "Haa, öyle mi?.." bilmem ne... Kalbi kırılmasın diye, nezâketen, zerâfetinden... Yoksa daha iyisini bilirdi, kat kat âlâsını bilirdi.

Yâni öyle şeyleri var ki, "Şöyle olacak, siz meraklanmayın!" diye istikbale ait şeyleri söylerdi. Çok misalleri var... 10. 05. 1997 - Stocholm / İSVEÇ

*Bizim Hocamız'ın vefatından sonra kaç kişi şeyhliğe kalktı. "Benim yapmam lâzım, bu bana yaraşır." diyor, kendi kendine yakıştırıyor. Kimisi dedi ki:

"--Hocamız bana Râmûzül-Ehâdîs'i okuma müsaadesi vermişti, ben şeyhlik yapabilirim!"

Râmûzül-Ehâdîs'i okuma müsaadesi vermek, Râmûz'u okut diyedir, şeyhlik yap diye değildir. Kimisi dedi ki:

"--Hocamız bana başka isteklilere ders tarifi selâhiyeti verdi. Yâni mürid olmak isteyene dersi tarif ediver diye selâhiyet verdi, ben şeyhlik yapabilirim!"

Ders tarifi selâhiyeti vermek, hocanın vefatından sonra yerine geçmek mânâsına değildir. Yüzlerce kişiye böyle selâhiyet vermiştir. Hattâ köyde benim teyzeme de vermiştir, şehirde bizim komşu hacı teyzelere de vermiştir. Ders tarif etme selâhiyeti şeyh olma icazetnâmesi değildir. Râmûzül-Ehâdîs okuma müsaadesi şeyh olma icâzetnâmesi demek değildir.

Kendi kendine şeyhliğe kalkıyor. Öyle olunca olmaz. Öyle olunca nisbet kopuk olur, bağlantısız ortaya çıkmak olur. Bağlantısız ortaya çıkanın bir şeyi olmaz. 10. 05. 1997 - Stocholm / İSVEÇ

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

Ahmed Bilici, 2012-12-11 03:04:17

Abim teşekkürler. Sanırım bizlere (ki olmaya çalışıyoruz ne kadar olabiliyoruz orasıda meçhul ama.) düşen sevgili hocamızın (büyüklerimizin) yaptıkları ve yapmadıklarını eleştirmek değil itaatkar olmamızdır.

Bu yoruma katılıyor musunuz ?

hayriye, 2012-04-23 19:36:06

şu an saat 2.30 ve ben rüyamda esad coşan hocamı gördüm.aklıma gelen herşeyi sordum.mübarek hocam herşeye cevap verdi.yanlız bir sorum vardı 3 kez sordum üç kez aynı cevabı aldım.rabbim ondan razı olsun .dünyada herşey boş .yanlız namaz kılmak dua etmek ve Allah rızası için çalışmak az yemek az uyumak az konuşmak gerek.kardeşlerim Allahın selamı rahmeti üzerinize olsun inşaallah....

Bu yoruma katılıyor musunuz ?

DÄ°ÄžER YAZILAR

O gün ne mal fayda verir, ne de evlat. Ancak Allah'a selim bir kalb ile gelenler (fayda görürler.)

Åžuara, 88-89

GÃœNÃœN HADÄ°SÄ°

Bir kimseye şer olarak bir müslüman kardeşine hakaret etmesi kafidir.

Riyazü's Salihin, 3/1605

TARÄ°HTE BU HAFTA

*Şair Muhammed İkbal'in vefatı(21 Nisan 1938) *TBMM'nin açılışı ve çocuk bayramı(23 Nisan 1920) *Osmanlı-Rus Harbi(24 Nisan 1877) *Hudeybiye Gazvesi(26 Nisan 628) *II.Abdülhamid'in tahttan indirilmesi(27 Nisan 1909)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SÄ°TE HARÄ°TASI