Cevaplar.Org

NUR RİSALELERİNİN DİLİ VE ÜSLUBU ÜZERİNE-I

20. asrın, tesirleri çağımızda da devam eden tanınmış ilim ve fikir adamlarından Said Nursî, bir kısmı broşür, bir kısmı büyükçe kitap hacmindeki ilk eserlerini, İkinci Meşrutiyet yıllarından itibaren Türkçe ve Arapça olarak yayımladı.


Ali Seyhan

aliseyhan62@gmail.com

2011-10-09 05:42:57

Prof.Dr. Ali Seyhan/cevaplar.org

20. asrın, tesirleri çağımızda da devam eden tanınmış ilim ve fikir adamlarından Said Nursî, bir kısmı broşür, bir kısmı büyükçe kitap hacmindeki ilk eserlerini, İkinci Meşrutiyet yıllarından itibaren Türkçe ve Arapça olarak yayımladı.

Hayatının "Eski Said" diye adlandırdığı bu safhasında o, İslâm'a siyaset yoluyla hizmet etmeye çalışan, cemiyet hayatı içinde faal bir insandır: Şarktan kalkıp İstanbul'a, Osmanlı Devleti'nin merkezine gelmiş; dinî ilimlerle fen ilimlerinin birlikte okutulacağı eğitim ve öğretim kuruluşları açmaya uğraşan, gazetelerde yazı yazan, büyük camilerde vaaz eden, meydanlarda meşrutiyet ve hürriyetin manasını anlatan, hedeflerini faydalı bulduğu türlü ilmî ve kültürel cemiyetlere giren bir hoca...

Devrinin şartlarına göre mektep veya medreselerde ilim tahsilini tamamlamamış; ancak şahsî gayretleriyle kendisini yetiştirmiş bir kişidir o... Eserlerinde geçen onlarca âlim, mutasavvıf, şair ve yazar ismi ile çeşitli konulara dair kitap adları, Nursî'nin hem kendi zamanında, hem de daha önceki asırlarda yazılmış belli başlı Arapça, Türkçe, Farsça ve Kürtçe kitabı okuduğunu; 1907-23 yılları arasında yayımlanan türlü gazete ve mecmuaları takip ettiğini; ayrıca birtakım Avrupalı ilim adamı, sanatkâr ve filozofun İslâm dini aleyhindeki yayınlarından üzüntü duyduğunu, lehindeki beyanlarını ise memnuniyetle karşıladığını göstermektedir. Eserlerinin yayın yıllarına göre, mukayeseli olarak incelenmesi, onun dil ve üslûbunda meydana gelen gelişmeleri takib etmeye imkân verecektir.

Bilindiği gibi, Bitlis'in Hizan kazasına bağlı Nurs köyünde doğan ve doğum yeriyle alâkalı olarak "Nursî" nisbesini de kullanan yazarın ana dili Türkçe değildir. O, Türkçe'yi sonradan öğrenmiştir. İlk eserlerinde zaman zaman Türkçe'nin gramerini iyice bilmediğini, ("...Hem Türkçenin sarf- nahivini bilmediğimden ma'naya giydirdiğim üslûbun düğmeleri pek karışık oluyor."(1) yazısının işlek olmadığını, meramını yazı yoluyla anlatma konusunda sıkıntı çektiğini ifade eder; "teşrifatçı elfâz"ı sevmediğini, bundan dolayı cümle ve paragraflar arasındaki zihnî bağı okuyucunun kurması gerektiğini söyler. Bu eserlerden bir kısmını doğrudan doğruya kendisinin yazdığı, bazılarını ise yanında bulunan yakınlarına ve talebesine dikte ettirmek suretiyle meydana getirdiği de risalelerinden yahut "şakird"lerinin hatıralarından anlaşılmaktadır.

Nursî'nin tek parti devrinde benimsenen ideoloji ve resmî politika dolayısıyla dinî konularda yayın yapması mümkün olmadığından, eserleri –belki bir ikisi hariç- matbaalarda basılıp dağıtılamamış; ancak sevenleri ve talebesi tarafından elle yazılarak yahut teksir makinesiyle gizlice çoğaltılmıştır.

Müellifin bazı eserlerini, takip ve nezaret altında, cephede, sürgün sonucu mecburî ikamete tabi tutulduğu yerlerde yahut hapishanelerde, dağda, bağda yazdığını veya dikte etmek suretiyle yazdırdığını da hatırla(t)mak gerekir.

Yani Said Nursî, eserlerini telif ederken zengin kitaplıklardan faydalanma ve istediği bilgi kaynağına kolayca ulaşma imkânlarından mahrum olduğu gibi, muhakeme, gözetim, takip, sürgün, hapis, hakaret, yalnızlık, gurbet, yaşlılık, hastalık vb. sebeplerden dolayı bedenen, fikren ve ruhen de çok rahat ve tam bir emniyet hâli içinde değildi... Bu şartların, onun anlatış tarzına ister istemez tesir edeceğini tahmin etmek zor olmasa gerek. Yanında Kur'an'dan ve bazı dua kitaplarından başka İslâmî eserin bulunmaması, dinî meselelere dair bilgi vermeyle alâkalı konularda, o zamana kadar edindiği malûmata, başka bir ifadeyle mahfûzatına, yani hafızasında kayıtlı şeylere dayanması sonucunu doğuruyordu.

Meselâ, bir soruyu cevaplandırırken şöyle diyor: "Yeni Said on senedir yanında başka kitapları bulundurmuyor, bana Kur'an yeter diyor. Böyle teferruat mesâ'ilinde, bütün kütüb-i ehadîsi tedkik edip, en akvâsını yazmağa vaktim müsaade etmiyor."(2) Müellif, Türkler hakkında hadis olup olmadığı sorusuna cevaben yazdığı bir mektubunda da yanında hadis kitapları bulunmadığından, hadisin gerçek şeklini bilemediğini şöyle ifade ediyor:

"Türkler hakkında senâ'-i Peygamberî muhakkaktır. Birkaç yerde Türklerden ehemmiyetle bahsetmiş. Hadis var. Fakat bu hadîsin hakîkî sûreti ne olduğunu, yanımda kütüb-i hadîsiye bulunmadığından bilemiyorum. Fakat, mânası hakîkat ve Türk milletinin senâ'-i Peygamberîye mazhar olduğu hakîkattır. Bir nümûnesi Sultan Fâtih hakkındaki hadistir."(3)

Bununla birlikte, yukarıda kısaca işaret ettiğimiz ağır ve yıpratıcı şartlar, insan olması dolayısıyla zaman zaman büyük üzüntü, çile ve acılar çektirmişse de onu atalete, yılgınlığa, ümitsizliğe düşürmemiş; bilakis İslâmî konulardaki telif çalışmalarını azimle sürdürmeye sevk etmiştir.

Nursî'nin hayat tarihçesi incelendiğinde, dinî, ilmî eserler telifi bakımından dezavantaj sayılabilecek hâlleri, avantaja çevirebildiği görülür. Tefsir, hadis, kelâm, siyer, ahlâk, fıkıh, tasavvuf gibi ilimlerin konularına ve meselelerine dair, birçok yerli ve yabancı okuyucuların takdirine mazhar olmuş eserlerin telifi; dinî gayretten, Allah sevgisinden, Peygamber sevgisinden, İslâm esaslarının vazgeçilmezliğine imandan ileri gelen, samimî bir düşünce, duygulanış ve emeğin mahsulleridir.

Esasen müellif bütün dikkatini, kuvvetini Allah'ın varlığı, birliği başta olmak üzere, Hazret-i Muhammed'in peygamberliği ve öldükten sonra diriliş gibi İslâm inanç esaslarını aklî, kalbî, mantıkî, vicdanî… delillerle izah ve isbata sarf ediyor; sonra bu inanç esaslarıyla namaz, dua, oruç, zekât, hac, tesettür benzeri ibadetlerin gerek ferdî, ailevî ve sosyal hayatta, gerekse ahirette insana kazandıracağı faydaları anlatıyor; imanlı bir dünya görüşü ve yaşama tarzıyla inançsız, ibadetsiz olanını akla uygun mukayeselerle tasvir ve tahlil ediyor; okuyucularına Hazret-i Peygamber'in sünnetine ve ahlâkına riayeti, doğruluk, anne babaya saygı, sabır, şükür, iktisat (tutumluluk), ihlâs, şefkat, tevazu, merhamet, diğergamlık, yardımlaşma gibi ahlâkî faziletleri telkin ediyor; bu güzel huyların zıddı olan hile, yalan, anne babaya isyan, sabırsızlık, nankörlük, israf, riya, zulüm, merhametsizlik, kibir, bencillik gibi kötü duygu ve fiillerden kaçınma şuuru veriyordu.

Bundan dolayı dikkatini başka taraflara dağıtacak kitap, gazete, mecmua, radyo gibi yayın vasıtalarıyla iradî olarak meşgul olmak istemiyordu. Meselâ, bir münasebetle o zamanda "siyasetin lisanı" olan gazeteleri yıllardır okumadığını ve dinlemediğini şöyle ifade ediyor: "Onüç sene bu zamanda siyasetin lisanı olan gazeteyi okumadığımı ve dinlemediğimi sekiz sene oturduğum Barla halkını işhad ediyorum."(4)

Nur risaleleri müellifi, dikkatini ve mesaisini, belirttiğimiz konularda teksif ettiği, başkaları tarafından yazılan eserleri de umumiyetle okumadığı ve/ veya okuyamadığı için, tabiî, Türk dilindeki değişmeleri takip etme imkânlarına çok sahip değildi... Onun Türkçeyle teması, denebilir ki, daha ziyade eserlerini beğenerek okuyan, kopya eden, zaman zaman ziyaretine gelen Türk talebesinin konuşmaları ve bazen de kendisine fikri sorulmak üzere alınıp getirilen kitap, gazete ve mecmuaların ifade biçimleriyle sınırlıydı. Yurdun çeşitli şehirlerinde türlü iddia ve suçlamalarla çıkarıldığı mahkemelerde -önceki ismi "müddeî-i umûmî" olan- "savcı"ların iddianameleri, avukatların müdafaaları, hâkimlerin kararları, bilirkişilerin raporları da konuşma, yazı, hukuk ve ilim dilindeki değişmeler konusunda ona fikirler vermekteydi. Yani saltanat, II. Meşrutiyet, I. Cihan Harbi, Mütareke ve Millî Mücadele yıllarının kültürel, siyasî ve sosyal faaliyetleriyle meşhur hocası, bilhassa 1923-50 yılları arasında Türkçe neşriyatı muntazaman takip etmemiş, edememiş; yukarıda işaret ettiğimiz sebepten dolayı, çok defa etme arzusu da duymamıştı...

Bütün bunları, Nursî'nin eserlerinde yer yer gramer hatası sayılan anlatım pürüzlerine rastlanmasının belli başlı sebeplerini belirtmek için söylüyoruz. Eğer anlama gayretiyle ve insaflı olarak bakılırsa, bu gibi şeklî pürüzleri müsamaha ile karşılamak mümkündür.

Her şeyden önce şunu ifade etmek gerekir ki, Nur risaleleri müellifinin eserlerinde rastlanan ve Türkçenin grameri bakımından kusur sayılan şeyler, onları şevkle yazan, zevkle okuyan öğrencilerinin gözüne batmamış; dile getirilen manaları anlamalarına da engel olmamıştır. Bir realiteyi tesbit maksadıyla belirtmek isteriz ki, konuşma dilinde de her zaman gramer kaidelerine uyulmaz. Sadece sözlü ifade değil, yazılı ifade hususunda da en dikkatli ve itinalı olan yazar ve şairlerin eserlerinde dahi, kusur ve eksiklik aranırsa, bulunabilir ve bulunmuştur...

Gerek hitabette, gerekse yazılı ifadede samimiyet ve ihlâs, insanın kalbine işleyen, iki mühim meziyettir. Meramını gayet düzgün cümlelerle, gramer kaidelerine uygun bir şekilde, pürüzsüz anlatan bir hatipte, bir avukatta, bir vaizde, bir liderde, bir pazarlamacıda riya, samimiyetsizlik, inançsızlık, dünyevî ihtiras vb. şeyler hissedilirse, selim zevk ve yaratılış sahiplerinin akıl, kalp ve vicdanları onu inandırıcı ve kabule değer bulmayıp reddedecektir...

Burada hatırlanması gereken başka bir şey de şudur ki, Nursî için dilin gramer kaidelerine uygun kullanılışından ziyade, İslâm prensiplerine uygun olarak kullanılması, daha mühim ve öncelikli bir meseledir. Bu sebeple o, eserlerinde, netice itibariyle dile dayanan radyo, kitap, gazete, mecmua gibi yayın ve haberleşme organlarının insanlığın hayrı ve faydası yolunda kullanılması gerektiğini anlatır.

Müellifin kanaatince, birer İlâhî nimet olan ve dünya nüfusunu âdeta bir meclisin ehli hâline getiren radyo ve "matbuat" (kitap, gazete, dergi gibi basılı şeyler) vasıtasıyla güzel sözler, Allah Kelâmı, Kur'an hakikatları, iman ve güzel ahlâkın dersleri, insanlık için gerekli, faydalı bilgiler yayılmalıdır:

"Elbette ve elbette beşer bu pek büyük nimete karşı, bir umumî şükür olarak o radyoları her şeyden evvel kelimât-ı tayyibe olan Kelâmullah'ın, başta Kur'ân-ı Hakîm ve hakîkatları ve îmânın ve güzel ahlâkların dersleri ve beşerin lüzumlu ve zarurî menfaatlerine dair kelimatları olmalı ki o nimete şükür olsun. Yoksa nimet böyle şükür görmezse, beşere zararlı düşer. Evet beşer, hakikata muhtaç olduğu gibi, bazı keyifli hevesata da ihtiyacı var. Fakat bu keyifli hevesat, beşte birisi olmalı. Yoksa havanın sırr-ı hikmetine münafî olur. Hem beşerin tenbelliğine ve sefahetine ve lüzumlu vazifelerinin noksan bırakılmasına sebebiyet verip beşere büyük bir nimet iken, büyük bir nıkmet olur. Beşere lâzım olan sa'ye şevki kırar."(5)

Nursî'nin 1908- 1909 yıllarına ait bir eserindeki şu şikâyeti, birtakım basın organlarının İslâmî, ahlâkî değerlere riayet etmemesi yüzünden, insanlarımızın ahlâkını ne kadar sarsıp zedelediğini, hatta darmadağın ettiğini belirtmesi bakımından dikkate değer bir tesbittir:

"Gazeteler... haysiyet kırıcı bir neşriyat ile ahlâk-ı İslâmiyeyi sarstılar. Ve efkâr-ı umûmiyeyi perîşan ettiler."(6)

Müellifin şu cümlesi ise, bazı simsarların para kazanmak veya müşterilerinin ulvî duygularını çöküntüye uğratmak için sistemli olarak sürdürdüğü müstehcen yayınların, insan kalbi ve ruhu üzerinde ne derece menfî tesirleri olduğunu veciz bir şekilde belirtmektedir:

"Beşerin şimdiki seyyiât-âlûd hırçın rûhunda, mütebessim, küçük cenazeler olan sûretlerin rolü ehemmiyetlidir."(7)

Nur risalelerinde bir taraftan dilin ahlâkî ve edebî bakımdan iyi kullanılması telkin edilirken, diğer taraftan okuyucular, yazılı veya sözlü olarak dil vasıtasıyla işlenen yalan, yalancı şahitlik, gıybet, iftira, mübalâğa, cerbeze (demagoji), insan haklarına saldırı, düşmanca ve insafsızca tenkit, batıl şeyleri iyice tasvir, nefsin meşru olmayan arzularını harekete geçirme gibi fiillerden sakındırılır.

Tek parti devrinde gerek dinî yayınların önünde türlü resmî engellerin olması, gerekse manevî ihtiyacı karşılayacak din derslerinin bulunmaması, o zaman diliminde yaşayan nesillerde maddî şeylerin dolduramadığı bir boşluk, açlık, inkâr, şüphe ve arayış doğurmuştu. İşte Said Nursî'nin eserleri, halkın bu ihtiyacına cevap vermiş; samimiyetle benimsenmiş ve okuyup değerli bulanlarca yazılarak yayılmaya çalışılmıştır.

Ancak Nursî'nin eserlerinin gördüğü rağbeti, sadece halkın dinî bilgiler konusunda duyduğu manevî ihtiyaçla açıklamaya çalışmak, bizce, eksik bir izah tarzı olur... Çünkü onun eserlerinin mazhar olduğu alâkanın daha başka sebepleri vardır. Nursî'nin yaşadığı yıllarda Ferid Kam, Babanzâde Ahmed Naim, Mehmed Ali Aynî, İsmail Hakkı İzmirli, Elmalılı Hamdi Yazır, İsmail Fennî Ertuğrul, Ahmed Hamdi Akseki, Hasan Basri Çantay, Mustafa Sabri Efendi, Alasonyalı Hacı Cemal Öğüt, Ömer Nasûhî Bilmen gibi din âlimlerinin de tefsir, hadis, kelâm, ahlâk, siyer, tasavvuf gibi dinî ilimlere dair eserler telif ederek yayımladıkları malûmdur. Fakat Nursî'ye nazaran daha çok ve muntazam bir mektep, medrese öğrenimi görmüş o kişilerin eserleri, bu ölçüde rağbete mazhar olmamıştır.

Şüphesiz ki, o ilim adamları Nursî'nin rakibi değil; aralarında bazı konularda görüş ayrılıkları, üslûp ve metod farkları olsa da geniş ölçüde düşünüldüğünde, denebilir ki, aynı istikamette faaliyet gösteren yol arkadaşlarıydı. Bu mukayeseyi, Nur risaleleri yazarının gördüğü rağbetin sebepleri üzerinde düşünülmesi için yaptık. Bizce yazarın şahsiyeti, devlet memuru olmaması, ahlâkı, lüks ve israftan uzak yaşama biçimi, davası uğrunda her türlü fedakârlığı göze alması, eserlerinin telif tarzı, dili, üslûbu, konuları kavrayış ve anlatış usûlü… gibi birçok faktörün de bu rağbette payı vardır...

Dipnotlar

1-Bediüzzaman Said Nursi, Münâzarât, İstanbul 1992, s. 5.

2-Bediüzzaman Said Nursi, Mektûbat, 28. Mektup Sekizinci Mes'ele Yedinci Nükte, İstanbul 1994, s. 371.

3-Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lâhikası, c. 2, s. 37-38.

4-Bediüzzaman Said Nursi, Barla Lâhikası, s. 199.

5-Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lâhikası, c. 2, s. 66-68.

6-Bediüzzaman Said Nursî, İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi veya Dîvân-ı Harb-i Örfî, İstanbul 1978, Sözler yayını, s. 16.

7-Bediüzzaman Said Nursi, Mektûbat, a.g.e., s. 462.

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DİĞER YAZILAR

HAŞİR RİSALESİNİN ÇAĞRIŞTIRDIKLARI

HAŞİR RİSALESİNİN ÇAĞRIŞTIRDIKLARI

Bu ayette iman esaslarının –Allah’a imandan sonra- ikincisini teşkil eden ölümden sonra yen

KADER RİSALESİ’NDEN İZAHLAR-3

KADER RİSALESİ’NDEN İZAHLAR-3

“Evet Kur'anın dediği gibi, insan seyyiatından tamamen mes'uldür. Çünki seyyiatı isteyen od

KADER RİSALESİ’NDEN İZAHLAR-2

KADER RİSALESİ’NDEN İZAHLAR-2

BİRİNCİ MEBHAS: Kader ve cüz'-i ihtiyarî, İslâmiyetin ve imanın nihayet hududunu gösteren,

KADER RİSALESİ’NDEN İZAHLAR-1

KADER RİSALESİ’NDEN İZAHLAR-1

Kıymetli ziyaretçilerimiz, geçen Şubat ayı içinde dar-ı bekaya irtihal eden merhum Prof. Dr.

DOKUZUNCU SÖZ'DEN BİR DERS

DOKUZUNCU SÖZ'DEN BİR DERS

Geçen Şubat ayında Rahmet-i Rahman’a tevdi ettiğimiz merhum Prof. Dr. Alaaddin Başar beyin Na

BİR MODEL OLARAK “MANA-YI HARFİ”

BİR MODEL OLARAK “MANA-YI HARFİ”

Mana-yı harfi, sanatın arkasında sanatkârı görmek ve göstermektir. Daha ilerisi, bu bilinci i

ÖLDÜKTEN SONRA DİRİLİŞİN İSBATI

ÖLDÜKTEN SONRA DİRİLİŞİN İSBATI

Geçtiğimiz cumartesi akşam davet edildiğim yerde önüme bir metin koydular: -Hocam, bu akşam

EKONOMİK KRİZ VE BEDİÜZZAMAN

EKONOMİK KRİZ VE BEDİÜZZAMAN

EKONOMİK KRİZ VE BEDİÜZZAMAN Ünlü sosyal antropolog Gellner’in Sovyetler Birliği’nin yı

MEDENİYET VE BEDİÜZZAMAN

MEDENİYET VE BEDİÜZZAMAN

Külliyatında Bediüzzaman, bize somut bir medeniyet projesi vermez. Zaten ondan böyle bir proje b

FELSEFE VE BEDİÜZZAMAN

FELSEFE VE BEDİÜZZAMAN

Felsefe deyince insanın aklına çok sayıda soru takılmaktadır. İlk olarak felsefe nedir? sorus

NURSİ’DE DEVLET ALGISI-2

NURSİ’DE DEVLET ALGISI-2

Siyaset-Şeriat Özdeşliği Burada ilk olarak Bediüzzaman’ın tek parti dönemindeki “siyaset

Ey iman eden kullarım! Şüphesiz benim arzım geniştir. O halde (nerede güven içinde olacaksanız orada) yalnız bana kulluk edin.

Ankebut, 56

GÜNÜN HADİSİ

İçinde Allah'ın anıldığı ev ile içinde Allah'ın anılmadığı ev diri ile ölüye benzer.

Müslim

TARİHTE BU HAFTA

*Şair Muhammed İkbal'in vefatı(21 Nisan 1938) *TBMM'nin açılışı ve çocuk bayramı(23 Nisan 1920) *Osmanlı-Rus Harbi(24 Nisan 1877) *Hudeybiye Gazvesi(26 Nisan 628) *II.Abdülhamid'in tahttan indirilmesi(27 Nisan 1909)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI