Cevaplar.Org

SEYYİD SÜLEYMAN NEDVİ(1884-1953)-3.BÖLÜM

Hind Müslümanlarının Osmanlı Hilafetiyle bağları 16. Yüzyıla uzanmaktadır. Coğrafi keşiflerin ve sömürgeciliğin ilk başladığı sıralar Portekiz filolarının Hind alt kıtasını tacize başlamaları, Hind Müslümanlarının Devlet-i âliye’den yardı


Salih Okur

nedevideobendi@gmail.com

2011-03-30 17:57:42

Ãœlkeyi Saran Hilafet Hareketi

 Hind Müslümanlarının Osmanlı Hilafetiyle bağları 16. Yüzyıla uzanmaktadır. Coğrafi keşiflerin ve sömürgeciliğin ilk başladığı sıralar Portekiz filolarının Hind alt kıtasını tacize başlamaları, Hind Müslümanlarının Devlet-i âliye'den yardım istemesine vesile olmuş, bu sebeple çeşitli zamanlarda Osmanlı leventleri Hind kıyılarında boy göstermişti. Böylece Osmanlı Hilafeti ve Türklere karşı sevgi Hindistan'da bir kat daha pekişmişti.

 Daha sonra gerek Osmanlı, gerek Babür devletinin zayıflamaya başlamasıyla iki devlet arasındaki ilişkiler inkıtaa uğramıştı. Ama iki ülke Müslümanları arasındaki sevgi ve ilgi sarsılmaz bir şekilde günümüze kadar devam etti.

Zaten Osmanlı hilafeti, özellikle 19. Yüzyılda batı devletlerinin elinde inim inim inleyen İslam coğrafyasında hep bir kurtuluş ışığı, hep bir son karakol olarak görüldü. Bu durumu Üstad Bediüzzaman, Mektubat adlı eserinin 26. Mektubunda ne güzel dile getirir; "Avrupa'nın ejderhaları (büyük devletleri) her ne vakit şu devlet-i İslâmiyeye bir tokat vurmuşlarsa, üç yüz elli milyon İslâmı ağlatmış ve inletmiş. Ve o müstemlekât(sömürge) sahipleri, onları inletmemek ve sızlatmamak için elini çekmiş, elini kaldırırken indirmiş. Şu hiçbir cihetle istisgar edilmeyecek(küçük görülemeyecek) mânevî ve daimî bir kuvvetü'z zahr(yedek kuvvet) yerine hangi kuvvet ikame edilebilir, gösterilsin. Evet, o azîm mânevî kuvvetü'z zahrı, menfi milliyetle ve istiğnâkârâne hamiyetle gücendirmemeli."

Hind alt kıtasında 19. Yüzyılda Osmanlı devletine olan bağlılığın canlanmasında ulemanın ve onlar arasında da Mevlana Şibli Numani'nin büyük payı oldu. Mesela 1876 Osmanlı Rus savaşında Mevlana Şibli çevresinde topladığı çok büyük bir yardım meblağını Payitahta ulaştırttığı gibi, gerek yazı ve gerekse şiirleriyle devamlı Osmanlı Türklerine olan sevgisini anlatmıştır. Onun bu özelliğine talebesi Süleyman Nedvi şöyle değinir;

"Hiçbir dost toplantısı olmazdı ki orada Şibli, Türklerin mertliklerinden, güzelliklerinden, kahramanlıklarından bahsetmez olsun. Gördüklerini, bildikleri anlatırken, Türkler hakkında bir şeyler söylerken coşar coşar ve o harika anlatım tatlılığıyla bülbül kesilirdi de, dinleyenleri Osmanlı hayranı ve Türk aşığı yapardı."

 Yine, Diyobend medresesinin büyük âlimi Şeyhu'l-Hind Mevlânâ Mahmûdu'l-Hasan 1909'da Cemiyetu'l-Ensâr ismiyle çeşitli İslâmî gruplarla ilişkili olan kişileri bir araya getirmek için bir dernek kurmuş ve diğer İslâm ülkeleriyle irtibat kurarak Osmanlı Hilafeti'ne yardım plânları yapmıştı. Nitekim bu harekete Şiblî Nu'mânî, Mevlânâ Zafer Ali Hân, Mevlânâ Ebulkelâm Âzâd, Mevlânâ Muhammed Ali Cevher, Muhammed İkbâl, Hasret Mohânî gibi edebiyatçı şahsiyetler de katılmıştı. İngilizler bu hareketi ne kadar şiddetle bastırdı iseler, o kadar şiddetli bir şekilde yeniden çıkmış ve ileride hilafet hareketi şeklini almıştı.

Seyyid Süleyman Nedvi de başından beri bu harekete canla başla destek olanlar arasında idi. Enver İnâyetullâh, bu konuda şunları yazmaktadır; "S. Nedvî; Urduca, Arapça, Farsça makaleler yazdıktan sonra bu dillerde belağat ve fesahatla konferanslar vermeğe de başladı. Çok geçmeden onun ünü Hind-Pakistan Yarımadasında yayıldı.

İşte bütün bu olaylar cereyan ederken hürriyet mücahidi Muhammed Ali Cevher, güneş kadar parlak şair İkbal, ülkelerindeki yabancı boyunduruğuna karşı çıkan ünlü şair-gazeteci Hasret Mohani ve Zafer Ali Han ile diğerlerinin şahıslarında yeni düşüncenin güçlü temsilcileri Hind-Pakistan Yarımadasının her yanında ortaya çıkıyorlardı. Onlar artık yalnız nefislerini savunan yahut özür dileyen çekingen insanlar gibi davranmıyorlar, aksine toplumda müsbet düşüncenin hâkim kılınması yolunda bütün varlıklarını adayarak çağdaş ilim ve düşüncenin yararlı taraflarını ihmal etmeksizin yeni bir içtimai hayatın kurulma imkânlarını araştırıyorlardı. S. Nedvî de çok geçmeden onlar gibi düşünerek ve Hind-Pakistan Yarımadasındaki Müslümanlara karşı yönelmiş olan şer kuvvetlerle savaşarak bu münevverler grubunun düşüncelerini benimsemişti."

Süleyman Nedvi seneler sonra, Medine-i Münevvere'de görüştüğü merhum Ali Ulvi Kurucu'ya şöyle diyecektir; "Çok büyük ecdadınız var. Hilafeti üzerine alarak tüm İslam âleminin sorumluluğunu üzerine almış. Çocuklarımıza sizin atalarınızın ismini koyuyoruz."

Hilal Dergisi Yöneticiliği

O sıralarda uluslararası siyasi durum son derece şiddetli bir hal alıyordu. Avrupalı güçler Osmanlı devletini bölmek için elbirliğiyle çalışıyorlardı ve bu "Avrupa'nın hasta adamını" bitirmek istiyorlardı.

1911'de İtalya Trablusgarp'a sebepsiz yere saldırdıklarında, genç Süleyman edebi ve eğitim faaliyetlerini bıraktı. Kalküta şehrine giderek, Allame Şibli Nu'mâni'nin diğer bir talebesi Mevlana Ebul Kelâm Âzâd'ın editörlüğünü yaptığı Hilal dergisine katıldı. Azad ile beraber Seyyid Süleyman El-Hilal'i genç Müslümanların güçlü bir organı yaptı, El-Hilal Müslüman Hindistan'ın uyanışında başta gelen bir rol oynadı.

Ekrem Nedvi, diyor ki; "El Hilal'in başında bir sene kaldı. Ve onu ilmi ve tarihi makaleleriyle süsledi. Böylece ünü ve şöhreti daha da arttı."

Ünlü Urdu edibi Mevlana Abdülmacid Deryabadi, çıkardığı Sıdk-ı Cedid dergisinde Süleyman Nedvi vesilesi ile Hilal mecmuasında meydana gelen değişikliği şöyle yazmıştı; "Seyyid Nedvi, Hilal dergisi kadrosuna katıldı. Gerçi yine derginin adı eskisi gibi kaldı. Ama basiret ehli gördüler ki, o hilal bir dolunaya dönüşmüş ve onun ışıkları şark ve garb, şimal ve cenuba ulaşmıştı."

Enver İnâyetullâh, Süleyman Nedvi'nin o zamanki faaliyetlerine kısaca şöyle değinir; "1913 Ağustosunda Kuzey Hindistan'ın Kanpur Kasabasında bir camiin bir kısmı, bazı kışkırtıcı şer unsurları tarafından yıkılmıştı. Bu gaddarâne hareket, Yarımada Müslümanlarına yıldırım gibi tesir etti ve gerek ecnebilerin, gerek Hindu çoğunluğunun Müslüman aleyhtarı politikalarına karşı bir kampanya açıldı. Bu uğursuz olaydan son derece üzülüp heyecana kapılan S. Nedvî bu konuda haksızlığa uğramış bulunan Müslümanların davasını savunan bir seri makale yazdı. Onun bu heyecanlı yazıları Ebul-Kelâm Azad'ın meşhur el-Hilâl adlı risalesinde yayınlanınca ülkeyi yöneten İngilizler arasında öylesine korku ve kin doğurdu ki, el-Hilâl'in o nüshaları hemen toplatıldı. Böylece, S. Nedvî için unutulmaz yeni bir kariyer başladı. O, bu yeni mesleğinde gayet faydalı yazılarıyla her yerde bütün dindaşlarını aydınlatmaya başladı. Ve ölünceye kadar söz hürriyeti için bir ihtilâlci, savaşçı ve mümkün olan her kaynaktan faydalanan son derece vatanperver bir mücahid olarak asla yanılmadan mücadelesine devam etti."

Hilal dergisi özellikle Balkan harbinde Osmanlı lehinde yaptığı yayınlarla da çok tesirli olmuştu. Mevlana Nedvi'nin bu dergideki makaleleri, daha sonra "Mezamin-i Seyyid Süleyman" adıyla bir kitap haline getirilmiştir.

Dekken Kolejinde Hocalık

Süleyman Nedvi, 1912 senesinin sonlarına doğru, hocası Mevlana Şibli'nin isteği ile Pona şehrinde, Bombay üniversitesine bağlı Dekken kolejinde Farsça hocası oldu. Üç sene süren hocalığı sırasında telif ve araştırma çalışmalarına devam etti. O sıralar, Arapça kelimelerin İbranice köklerini öğrenmek için bir Yahudi bilgininden İbranice dersleri aldı.

Yine bu sıralar kendi alanındaki ilk olma özelliği gösteren meşhur eseri "Tarih u Arz'ul Kur'an" ı ve başta Muhammed İkbal olmak üzere bütün aydın kesimlerin ve araştırmacıların büyük övgü ve takdirini kazanmış olan "Hayyam" adlı biyografik çalışmasını kaleme aldı.

Azamgarh'a GeliÅŸi-1914

1913 senesinde Mevlana Şibli büyük umutlarla ve ıslahat düşünceleriyle geldiği Nedvetül Ulema'dan çeşitli sebeplerden dolayı istifa etmek zorunda kalmıştı. Kendisini bayağı yıpratan çeşitli hadiselerden sonra bu büyük âlim Azamgarh şehrine döndü ve bir yandan büyük ideali Dar-ul Musannifin adlı akademik enstütüyü oluşturmaya, öte yandan Hz. Peygamberin(aleyhisalatu vesselam) hayat ve şahsiyetini en mufassal bir şekilde ve yepyeni bir üslupla "Siret'ün Nebi" adıyla kaleme almaya başladı.

Süleyman Nedvi buna şöyle değinir; "Büyük bir araştırmacı ve birçok ilim dalında uzman olan merhum hocam, el-Fârûk "Hz. Ömer" isimli eserini yazdıktan sonra kafasında Hz. Peygamber'in hayatını yazma düşüncesi doğmuştu. Hicrî 1323 yılında eserin kısa bir bölümünü, yani Uhud savaşına kadar olan kısmını yazdıktan sonra, bazı zorluklarla karşılaştığı için yazımı durdurmuştu. Ama, ülke halkının bu eserin yazılması yönündeki şiddetli isteği devam etti.

Sonunda Hicrî 1333 yılında bu ağır ve ağır olduğu kadar da önemli görevi yerine getirmeye karar verdi. Baskı masrafları için gereken 50.000 Rupi'yi temin etmek için millete başvurdu. Yüzlerce müslüman böyle bir hizmete hazır olduk­larını bildirdiler. Bunlar arasında fakir, zengin her türden insan vardı. Ama bu manevi mutlu­luk; ta öteden beri Peygamber ailesinin hizmetkârı, Muhammed ümmetinin saygıdeğer mensu­bu -Allah ömrünü uzun kılarak ülkesini baki kılsın- Hindistan'ın tacı, Bhopal eyaletinin sul­tanı, Sultan-ı Cihan Begüm Hanımefendi'ye nasip oldu. O, herkesin önüne geçti ve Hz. Peygam­ber'in hayatını bir bütün olarak kaleme alan müellifi diğer kapılara muhtaç etmeyerek bu mut­luluk sermayesini kendi devlet hazinesine kattı. Bugüne kadar gelip geçen İslâm devletlerinde­ki mevki sahibi hanımların yaptıkları büyük dinî hizmetler arasında onun bu hizmetini, her hal­de geleceğin tarihçileri çok yüce bir hizmet olarak değerlendireceklerdir. Çünkü bu hizmet, dün­yanın en büyük varlığı Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in hayatını anlatan bir tarihle ilgilidir."

Mevlana Şibli, talebelerinden oluşan bir heyet yardımıyla bu eseri kaleme alırken rahatsızlandı. Ömrünün bu eseri tamamlamaya yetmeyeceğini anlayınca da en yakın talebesi Süleyman Nedvi'yi yanına çağırdı. O da hemen bütün işlerini bir kenara koyarak üstadının yanına gitti.

Şibli'nin vasiyeti ve vefatı

Üstad Şibli, büyük bir üzüntü ile başucunda bekleyen Süleyman Nedvi'ye kendi çizdiği plan ve program dâhilinde bu büyük şaheseri tamamlama vazifesini verdi. Şibli, bu görevi verirken talebesine şöyle demişti; "Bu muhteşem eseri ancak sen tamamlarsın, yazıp koyduğum yazı pla­nına göre bu eseri bitir! Bu eser müslümanlar için çok faydalı olacaktır."

Kısa bir süre sonra da, 18 Kasım 1914'de Şibli Numani dar-ı bekaya irtihal etti. Bu elim vefat, başta Hind alt kıtası olmak üzere bütün İslam dünyasını büyük bir hüzne boğdu. Ama en çok üzülenlerin başında, onun elinde yetişmiş olan ve manevi oğlu sayılan Seyyid Süleyman Nedvi geliyordu

Bir yerde buna şöyle değinir; "Onun vefatıyla mislini görmediğim bir hüzünle hüzne boğuldum ve bu üzüntünün beni helak edeceğinden korktum. Beni görenler sanki kanımın damarlarımdan çekildiğini ve yüzümün sapsarı kesildiğini anlıyorlardı."

Dar-ül Musannifin'in Kuruluşu

Hocalarının vefatının üzerinden üç gün geçmişti ki vefakâr talebeleri Azamgarh'ta bizzat Şibli Numani'nin bağışladığı arazi'de "Dar-ül Musannifin" akademisinin açılışını yaptılar. (21 Kasım 1914)

Enstitünün başkanlığına Şibli Numani'nin yakın talebelerinden, yeğeni Mevlana Hamidüddin Ferahi, genel sekreterliğine ise Seyyid Süleyman Nedvi getirildi. Dar-ül Musannifin, Şibli'nin kıymetli talebeleri sayesinde kısa zamanda Hindistan'ın en büyük araştırma ve tahkik merkezi haline geldi. Birbirinden değerli birçok tarihi, ilmi ve edebi, biyografik eserin neşrini başardı. Günümüze kadar da bu saygın konumunu devam ettirdi.

Bu durumu merhum Ebul Hasan en Nedvi şöyle anlatmaktadır; "Bu büyük müessesenin ruhu ve kutbu durumunda olan allame es-Seyyid Süleyman Nedvi'nin çevresi, Müslüman yazar, tarihçi ve araştırmacılardan meydana gelen bir topluluk tarafından çevrilmiştir. Bu âlimlerin pek çoğu, eskiden olduğu gibi günümüzde de bu müesseseyi asil evlatlarıyla ilmen ve fikren besleyen Nedvetü'l- Ulema'nı Dar'ul-Ulum'undan mezundur."

Burada özellikle belirtelim ki, Dar-ul Musannifin özellikle tarih alanında çok büyük araştırmalara imza attı. Bunun sebebi şuydu; Avrupa'nın sömürge güçleri hükümleri altındaki Müslüman topraklarda insanların kalbinde İslam, İslam medeniyeti, idare nizamı ve muamelatıyla ilgili geniş çapta şüphe uyandırmak için tarih ilmini bir kapı olarak kullandılar. Onun için gerçek tarihi sunmaya, ortaya atılan şüpheleri çürütmeye ve iftiraları ortadan kaldırmaya önem vermek gerekiyordu. Bundan dolayı başta Mevlana Şibli olmak üzere onun güzide talebeleri bu sahada dünya çapında eserler ortaya koydular.

Bu arada Dar-ul Musaniffin'e bağlı olarak idaresini Süleyman Nedvi'nin üstlendiği el Maarif adlı dergi Temmuz 1916'dan itibaren yayın hayatına girdi ve Hind Müslümanlarının çok yakından takip ettiği bir dergi olarak günümüze kadar işlevini sürdürdü.

Siret'ün Nebi Çalışmaları

Seyyid Süleyman Nedvi'nin, Şibli'nin vefatından hemen sonra arkadaşları ile birlikte üstadının şaheseri Siretün Nebi'nin basım ve yayın faaliyetlerine girişti. Bilindiği gibi Siret'ün Nebi 7 cilt olarak tasarlanmış ve Mevlana Şibli iki cildi hazırladıktan sonra vefat etmişti. Kalan ciltlerin te'lifi büyük oranda Süleyman Nedvi'ye düştü.

Siret'ün Nebi'nin üstün özellikleri şöyle sıralanmaktadır; "Şiblî Numânî'nin bu eserinin temel özelliği sadece Hz. Peygamber'in biyografisini içermesi değil, aynı zamanda İslâmî öğretilerin ve hakikatlerin kelâm ilmi ışığında sunulmuş olmasıdır.

Şiblî biyografi ve sîret ilmini sadece şahsî olaylar mecmuası olarak kabul etmemektedir. Aksine bu ilmi şahsiyetle birlikte ortaya çıkan olayların ayrıntılı hali ve onların sebep ve sonuçlarını ortaya koyan kapsamlı bir felsefe saymaktadır. İşte bu husus Şiblî ile diğer sîret yazarları arasındaki en önemli farktır. Çünki Sîretun-Nebî'den önceki diğer sîretler olayları içermektedir. Şiblî ilk kez bu eski tarzı terk edip ilmî tarzda sîret yazmıştır.

Sîretun-Nebî Şiblî'nin nazarında sadece bir kitap değildi. Aksine peygamberin sîretine itiraz edip eleştirenlere cevap için zamanın kelâm ilminin bir gereği ve bunun vasıtasıyla kelime-yi şehadetin Muhammed Resûlullah kısmının mükemmel bir tefsiriydi. Nitekim Şiblî dinî ve dünyevî ihtiyaçların bir sonucu olarak sîretin yazıldığını söyler.

Sîretun-Nebî'nin bir diğer özelliği kitapta sîret ilminin temel kitapları ve onların rivayetlerinin tenkîhi (ayıklanması) ve râvilerinin cerh ve ta'dîline özel bir önem verilmiş olmasıdır. Muhaddislerin ıstılahında sîret ve mağâzî ilmi hadisten ayrı düşünülürdü. Bunun için genellikle onun rivayetlerinde hadis ilmine dair kitaplarda olduğu gibi ihtiyatlı davranılmazdı. Bu yüzden sîret ilmine her türlü rivayet girmiştir. Şiblî Nu'mânî bunun sebebini tahkik ve tenkidin sadece şer'î hükümlerin sabit olduğu hadisleri içeren rivayetlere has kılınmış olmasıyla açıklar. Şiblî'ye göre geri kalan sîret ve faziletlere dair rivayetlerde ihtiyatlı davranılmamıştır. İşte bu sebeple menâkıb ve amellerin faziletlerine çoklukla zayıf rivayetler girmiştir.

Şiblî batılı yazarların Hz. Peygamber'in hayatına dair kötü ve kasıtlı olarak yazdıkları şeyleri işte bu müstened olmayan (Sîret-i İbni Hişâm, Sîret-i İbni Seyyidu'n-Nâs, Sîret-i Dimyâtî, Halebî) kitaplara dayanarak yazdıklarını söyler. Şiblî bu rivayetleri tahkik için Sîretun-Nebî'de hadis ilminde olduğu üzere sîret kitaplarındaki rivayetleri ve onların ravilerini tenkit ve tahkîk ölçüsü koyar. Çünki Şiblî kaynakların araştırılması, tahkiki ve tenkidini bilimsel çalışmaların temeli saymaktaydı.

Ayrıca sîret ile ilgili rivayetleri kabul için aşağıdaki usulleri tayin eder:

1) Sîret kitapları tenkîhe muhtaçtır. Onların rivayetleri ve senedlerinin tenkit edilmesi gerekmektedir.

2) Sîret ile ilgili olaylarda sebep-sonuç zincirini aramak son derece zarurîdir.

3) Sîret ile ilgili riayetlerin mervî olduğu kişiler (mesela: Seyf, Sarî, İbn Seleme, İbni Nacîh) genellikle zayıf ravilerdir. Bunun için sıradan olaylarda onların şahadetleri kâfidir. Ancak önemli meselelerin dayandığı olaylar için bunlar yetersizdir.

Şiblî Nu'mânî Kur'ân-ı Kerîm ve sahih hadisleri sîretin temeli ve ilk kaynağı saymaktadır. Nitekim Buhârî ve Müslim'deki olaylarla karşılaştırıldığında sîret ve tarih rivayetlerinin gereği olmadığını söyler. Şiblî'ye göre siyer erbabının en büyük hatası olayları hadis kitaplarında başlık ve konu itibariyle yazılı olan yerlerde aramış olmalarıdır. Sîretun-Nebî'de ise Şiblî hadis kitaplarından arayarak ayrıntılarını verdiği olayların siyer ehlinin gözünden kaçtığını yazar. Şiblî rivayetin yanında dirâyeti de göz önünde tutmuş, rivayetleri araştırmaksızın almayı rivayetperestlik ile yorumlamıştır. Sîretun-Nebî'de Şiblî ilk olarak rivayet ve dirâyet usullerini tayin etmeye çalışmıştır."

Seyyid Süleyman Nedvi eser üzerindeki çalışmalarını şöyle anlatır; "1914 Kasım'ında, müellifin ölümünden sonra kitabın müsveddeleri vasiyetine uyularak ben­denizin eline geçtiğinde, onlara dokunurken, öğrencinin hocasına duyması gereken saygıdan dolayı derin bir ürperti hissettim. Ama bana emanet edilen görevi yapmak zorunda olduğum­dan, işe koyuldum. Müsveddelerin temize çekilmiş hali, müellifin kontrolünden geçmiş olduğu için temize çekilmiş yazıları müsveddeleriyle, müsveddeleri de asıl kaynaklarıyla karşılaştırma­ya gerek görmedim. Müellifin emanet olarak bıraktığı kendi el yazılarını okuyuculara olduğu gi­bi sundum. Sadece bazı yerlerde müellifin kullandığı ifadeleri tamamlayan ve onlara açıklık ge­tiren bazı bilgileri parantez arasında belirttim. Bu hususla ilgili açıklama önsözde yapılmıştır.

Hocamın elle yazdığı asıl nüsha basılmaya devam etmiş ve kaynaklarıyla karşılaştırılması­na ve tashihine gerek görülmemiştir. Ancak kitap basıldıktan sonra zaman zaman esere göz gez­dirdiğimde, bazı yerlerde düzeltmeler ve ilâveler yapılmasına gerek gördüm. Buna uygun ola­rak da kitabın bu baskısı üzerinde düzeltme ve eklemeler yaptım. Yeni baskısının yapılması du­rumunda kitabın müsveddesinin asıl kaynaklarıyla karşılaştırılması ve kaynaklara uygun olup olmadığının görülmesi daha yerinde olur diye düşündüm. Aslında bu çok zor bir işti. Bir çok ki­tabın tekrar gözden geçirilmesi, binlerce sayfanın taranması, değişik rivayetlerin süzgeçten geçi­rilmesi, gerekli yerlerde açıklamalar yapılması, neredeyse ayrı bir eser yazmak kadar emek iste­yen bir işti. Bu ağır işte değerli Öğrencim Mevlâna Muhammed Üveys Nedvî'nin büyük katkısı olduğunu belirtmeyi bir görev sayarım. Olayların araştırılması ve incelenmesinde, rivayetlerin taranmasında, ibarelerin asıllarının müsveddelerle karşılaştırılmasında, hadis ve siyer kitapları­nın yeniden gözden geçirilerek incelenmesinde bana çok yardım etmiştir.

Eserde öyle yerler vardı ki, derleyen olarak müellifin görüşünden farklı görüşe sahiptim. Bu baskıda sözkonusu yerlere de dipnotlar koyarak görüş farklılığını belirttim. Bazı yerlerde olay­lar kısa ve özlü olarak anlatıldığından zihinlerde doğan tereddütlerin giderilmesi için olayların genişçe aktarılması gerekiyordu. O tür yerlerde gerekli açıklamalar tarafımdan yapılmış, okuyu­cuyu birtakım yanlış anlamalara götürebilecek yerlerde gerekli uyarılarda bulunulmuştur. Zayıf kaynaklara atıfların yapıldığı yerlerde, inceleme yaptığım sırada daha önemli ve sağlam kaynaklar bulunmuşsa, zayıf kaynak bırakılıp yerine sağlam kaynaklar tercih edilerek atıfları tarafım­dan yapılmıştır."

Siretün Nebi'nin ilk cildi 1918'de basıldı ve adeta kapışıldı. Büyük bir heyecan uyandırdı. İkinci cildi 1920'de neşredildi. O da büyük bir ilgi ve alakaya mazhar oldu. Süleyman Nedvi geri kalan ciltleri de büyük bir vukuf ve araştırmayla kaleme almıştır. Hatta Üstadını geride bıraktığını söyleyenler de olmuştur.

Bu konuda muhterem Yusuf Karaca hocam, bendenize şu hatırasını anlatmıştı; "Şu anda Nedvetül Ulema'nın dekanı Seyyid Muhammed Rabii Nedvi ki, Ebul Hasan en Nedvi'nin yeğeni, takva sahibi, çok değerli bir insandır. Ona bir gün dedim ki; "Bence, Seyyid Süleyman Nedvi'nin yazdığı ciltler hocası Şibli Numani'nin yazdığı o iki ciltten çok üstündür." Bunun üzerine Muhammed Rabii dedi ki; "Evet, çok doğru ve isabetli bir görüş..Süleyman Nedvi, bu eseriyle üstadından ileri olduğunu göstermiştir."

Merhum Ebul Hasan en Nedvi de şöyle demektedir; "Allame es Seyyid Süleyman Nedvi, geniş araştırması, Fıkıh ve hadis kaynaklarına müracaatı, fıkhi ve kelami konularda Ehl-i Sünnetin görüşlerine sıkı sıkıya bağlılığı konusunda üstadını geride bırakmaktadır. Bununla birlikte her ikisinin de kendine özgü üstün yönleri bulunmaktadır."

-devam edecek-

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

Ahmet Haliloglu, 2011-03-31 16:17:30

Elinize yüreğinize gönlünüze sağlık. Hint alimlerinin Devlet-i âliyeye olan bağlılıkları ve sevgisini bizim insanımız anlamadılar. Çok güzel mihenk noktalarına temas etmişsiniz. Mihenk olan mevzular üzerinde cidden düşünmem gerek.

Bu yoruma katılıyor musunuz ?

DÄ°ÄžER YAZILAR

Ey Rabbim! Beni yalnız bırakma! Sen Vârislerin en hayırlısısın.

Enbiya,89

GÃœNÃœN HADÄ°SÄ°

"Nerede olursan ol, Allah'tan kork! Kötülüğün ardından onu silecek bir iyilik yap! İnsanlara iyi ahlakla davran!"

Tirmizi

TARÄ°HTE BU HAFTA

*Fatih Camii Tekrar İbadete Açıldı(15 Nisan 2002) *Şeyhülislam İbn-i Kemal'in Vefatı(16 Nisan 2002) *Einstein'in Ölümü(18 Nisan 1955) *93 Harbi Başladı(19 Nisan 1877) *Miladi Takvime Göre Efendimiz'in(s.a.v) Doğumu(20 Nisan 571)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SÄ°TE HARÄ°TASI