Cevaplar.Org

PROF. DR. FARUK BEŞER’İN PENCERESİNDEN İLİM DÜNYAMIZIN YÜZ AKLARI-3

Ömer Nasuhi Bilmen Ne yazık ki kendisini göremedim. Lisede iken, vefat ettiğini duyduk. İstanbul’da olmadığımızdan, ne yazık ki kendisini göremedik, keşke görseydik. Görenlerden dinledik, kitaplarına muttali olduk


Salih Okur

nedevideobendi@gmail.com

2010-09-08 03:07:40

Ömer Nasuhi Bilmen

Ne yazık ki kendisini göremedim. Lisede iken, vefat ettiğini duyduk. İstanbul’da olmadığımızdan, ne yazık ki kendisini göremedik, keşke görseydik. Görenlerden dinledik, kitaplarına muttali olduk.

 İmam Hatip’ten mezun olduğum sene beni hemen imam tayin ettiler. Orada ilk işim Ömer Nasuhi Hoca’nın ilmihalini alarak, satır satır yazıp çizerek, sonuna kadar okumak oldu. Elhamdülillah ki okumuşum. Şu an İmam Hatip mezunları Ömer Nasuhi Hoca’yı neredeyse okuyamıyorlar. Hatta İlahiyat Fakültesi mezunları okuyamıyorlar.

 Bunun ötesinde Ömer Nasuhi Hoca’nın biliyorsunuz Hukuk-i İslamiye Kamusu var, bu bir hukuk kitabı. Ruhi Özcan hocamızın deyimiyle, hukuk öyle bir şeydir ki, metinler başka hiçbir ihtimale gelmeyecek şekilde net ve açık olmalıdır. Dolayısıyla, Hukuk-i İslamiye Kamusu’na baktığımızda her bir cümlesi net bir cümledir. Ve diğer mezheplerin fikirleri orada özetlenir. Madde madde yazılmak suretiyle, laf-ı güzaftan da kaçınılmıştır. Dolayısıyla bu yönüyle Ömer Nasuhi Efendi çok muktedir bir adamdır.

 Hukuk Fakültesi eski hocalarından birinin “Hukuk-i İslamiye Kamusu’nun Nobel ödülüne layık bir eser olduğunu” söylediğini duymuştum. Allah’a şükürler olsun ki, Osmanlı son döneminde böyle insanlar yetiştirmiştir.

 Mütevazı de bir insanmış. Mehmed Tavlaş Hocamız anlatmıştı. Erzurum’da bir Naim Hoca vardı. Onu da tanıdım, onunla da epey bir lafladık. O, bir yerde ders okutuyormuş. Ömer Nasuhi Hoca da kendini tanıtmadan girip bir yere çökmüş, dersi dinlemeye başlamış. Naim Hoca ilk başta ilgilenmemiş. Ders biterken, “hele gardaş, Nirelisen?” filan diye sormuş. “Salasar köyündenim” deyince Naim hoca “Adın ne gardaş” demiş. “”Ömer” demiş. Böyle deyince Naim Hoca şüphelenmiş “Hele gardaş, bunun Nasuhisi de var mı?” diye sormuş. “Evet, var” deyince Naim Hoca “Eyvah! Demek biz halt ettik” diye yakınmış. Allahu Teâlâ ikisine de rahmet eylesin.

 Vehbe Zuhayli

Allah sıhhat afiyet versin. Birkaç ay evvel beraber olduk. Ramazan el Buti ve Vehbe Zuhayli ile Dubai’de bir beraberliğimiz oldu. Hatta Said Ramazan el Buti ile Türkçe konuştuk. Türkçe de biliyor o.

Vehbe Zuhayli de günümüz fakihlerinden birisi. Elbette ben onu Yusuf Kardavi ile karşılaştırmıyorum.

-Neden?

-Kardavi bir âlim-i küll. Bir âlim ve müctehid. Ama Vehbe Zuhayli bir ilim adamı. Böyle ayıralım isterseniz.

- Vehbe Zuhayli neden öyle değil?

-Belki eylem yönü onun kadar olmadığından. Bunu derken, İslam’ı yaşamayan birisi olduğunu söylemiyorum tabi. Ama Kardavi sosyal ve siyasi eyleme önem veren, onun için bildiklerini hemen piyasaya süren, hayatta, toplumda tatbik eden, onların oluşturacağı refleksi gören, topluma yön veren bir ilim adamı, bir âlim. Yani, bilgiyi sosyalleştiren ve topluma indiren bir adam.

 Vehbe Zuhayli ise bilgiyi yazan bir adam. Yazmada kabiliyeti olan bir insan. Herhalde ciltleri üst üste koyarsak, Vehbe Zuhayli’nin yazdıkları Kardavi’nin yazdıklarından muhtemelen üç kat daha fazladır. Hadiste yazmış, tefsirde yazmış, fıkıhta yazmış, diğer alanlarda yazmış.

 Fakat muhteva olarak, içtihad kapasitesi olarak, eski bir tabirle “fakih’ün nefs” olarak, fıkhı özümsemiş, kanına canına işlemiş biri olarak, herhalde Kardavi birkaç gömlek daha ileridir, benim gördüğüm kadarıyla..

 Zuhayli, bizim hocamız Mehmed Savaş’ın ders arkadaşıymış. Şam’da fakültede aynı dönemde okumuşlar. Telif edip yazmayı çok iyi becerdiğini söylerdi hoca.

Kendisi İslam dünyasının medar-ı iftiharı olan insanlardan birisi. Allah sıhhat, afiyet, uzun ömür versin.

 Yusuf Kardavi(Karadavi)

Yusuf Kardavi şu an İslam dünyasının medar-ı iftiharı olan bir âlim. Mısırlı, bir defa Arapça ana dili. Küçük yaşta, bildiğim kadarıyla 9 yaşında hafız olmuş. Sonra ilmi çalışmalar yapmış, “Fıkhu’z-Zekât” adlı bir doktora tezi hazırlamış. Ne hikmetse, çok geniş olduğundan mı, yoksa jüri üyeleri anlayamadığı için mi, anlayacak durumda olmadıkları için mi, onu doktora olarak kabul etmemişler. Böyle duymuştum, doğru mu bilmiyorum.

Sonra Mısır’dan çıkmış. Biraz da herhalde İhvan-ı Müslimin’den olduğu için takibe uğramış, başka taraflara gitmiş, hocalık yapmış. Sonra Katar’da karar kılmış. Şu anda bilebildiğim kadarıyla el-Cezire televizyonunda, haftada bir, “Şeriat ve Hayat” adlı bir program yürütüyor.

Pek çok kitabını çok eskiden beri aldım, okudum. İstifade ettim. “Helal Haram” kitabını ta öncelerden beri takip ediyoruz. “Muasır Fetvaları” var, onlardan yararlanıyoruz. Konuşmalarını dinliyoruz, etkilerini görüyoruz. Kendisiyle beraber bir sempozyuma konuşmacı olarak iştirak ettik. Birbirimize eleştiri veya değerlendirme adına şeyler söyledik. Yani, biraz değil, epeyce yakından takip ettiğim bir İslam âlimi.

Doğrusunu söylemek gerekirse insanların çok farklı yönleri olabiliyor. Bir açıdan bakıyorsunuz ki, bir adam dünyada bir tane olabiliyor. Bir başka açıdan bir başkası bir tane oluyor.

Ama bugün  toplam kalite dedikleri, biz ona toplam puan diyelim, toplam puan dedikleri tarzda bendenize, İslam dünyasında bir iki tane adam göster deseler, herhalde ilk aklıma gelen isimlerden biri Yusuf Kardavi olur.

Şimdi, bir ilim adamı, akademisyen prototipi var, bir de âlim var. Ben şahsen bunları ayırıyorum. Âlim, akademik bir bilgiye sahip olan değil, her konuda söyleyeceği bir şeyler olan kişi demek. Hayatı bir bütün olarak ele aldığımız zaman, hayatta biz her şeye muhtacız. Yemeye, içmeye, havaya, suya, gezmeye, tozmaya, meskene, toplumsal hayata, siyasi ilişkilere, toplumsal ilişkilere, filan. Eğer bilgi dediğimiz şey de, bu hayatı bu şekilde düzenleyecek olan bir nesne ise, o zaman, hayatın ihtiyaçlarına paralel olarak her şeyden bilmiş olmak, bir konuda ihtisastan daha öncelikli olmalı..

İşte hayatı bir bütün olarak düşündüğümüzde, âlimi, yürüyen bu hayata müdahale eden, onun önünü açan, tıkanmaları kaldıran, ortaya çıkan problemleri halleden anlamında düşünürsek, o zaman Kardavi büyük bir âlim.

 İkincisi, âlim ilmiyle amil olan ve “âlem” haline gelen insandır. O sadece bilgisiyle, marifetiyle değil, bilgisini ve o eylemi bizatihi kendi yaşamasıyla tanınan insandır. Yani, hem biliyor, hem yaşıyor, hem de insanlara önderlik ediyor. Hem de kılığıyla, kıyafetiyle, görünüşüyle, duruşuyla, temsiliyle insanların önünde oluyor. İnsanlar onu “alem” gibi, yani bir dağ gibi işaret olarak görüyorlar. Onunla kendi yönlerini tayin ediyorlar. İşte âlimi böyle tarif edersek, Kardavi büyük bir âlim.

 Söylüyoruz, bazıları bunu garip karşılıyorlar, ne demek olduğunu anlayamıyorlar, ama söyleyeceğiz; Kardavi bugünün müçtehitlerinden bir müctehid. Şafii asıllı, ama Şafii mezhebini de bilen, Hanefi mezhebini de bilen ve bugün artık en azından yeni ortaya çıkan hususlarda mezheplerde bulunan görüşlerle yetinmesi haram olan bir insan.

Yani o noktaya gelince zaten müçtehitler de diyorlar ki; “Siz bir mesele ortaya çıktığında onu anlarsınız, delillerini bilirseniz, orada hakikaten bir içtihada sahip olursanız, o zaman sizin bir mezhebi taklid etmeniz zaten haram olur.”

-Ama hocam, bu dediğinize şöyle bir itiraz gelebilir; Ömer Nasuhi Efendi, Hukuk-i İslamiye Kamusunda müçtehidleri sıralarken mukallid-i mahz (salt taklid eden) sınıfının en alt tabaka olduğunu söyleyip, İbn Abidin’i bu tabakaya misal olarak veriyor. Şimdi, İbn Abidin mukallid-i mahz olursa, Yusuf Kardavi veya bir başkası nasıl müçtehid olur?

-Peki İbn Abidin mukallid-i mahz olursa ise onun altındakiler nedir? Biz o zaman mahvolduk demektir.

 Şimdi, bu sizin söylediğiniz taksimatı ilk defa Osmanlı ulemasından İbn Kemal, Kemal Paşazade yapmış. Müçtehitleri sınıflandırmış, Müçtehid-i Mutlak, Müçtehid Fi’l Mezheb, Müçtehid Fi’l Mes’ele, Ashab-ı Tercih, Ashab-ı Tahriç, Mukallid-i Mahz olarak yedi tabakaya ayırmış.

 Bu tabakalandırma da zaten pek çok âlim tarafından kabul edilmemiş. Bu sınıflandırma İbn Kemal öncesi yapılmamış. Sonra bazı ulema bunu kabul etmiş, bazısı da etmemiş. Hatta hatırladığım kadarıyla Zahid-ül Kevseri’nin bunu reddeden bir makalesi var.

 Tam onun nokta-i nazarını hatırlamıyorum ama Abdülfettah Ebu Gudde’nin Nasbur Raye’ye önsöz olarak yazdığı Fıkh-u Ehli’l-Irak Ve Hadisuhum adlı kitabının son tarafına, o kitabın Türkiye’de basımını gerçekleştiren dostum Sadi Çöğenli Hoca koymuştu.

 Siz sözü İbn Abidin’e getirdiğiniz için söylüyorum, İbn Abidin’in Rasmu’l- Müfti adlı bir eseri var. Bu eser, bir müftünün uyması gereken protokol veya yönerge filan diyelim, müftünün uyması gereken kavramların sıralamaları ihtiva ediyor. Fetva nasıl verilir, nereden alınır, şununla şu karşı karşıya olursa hangisini tercih eder gibi konuların işlendiği bir kitaptır bu..

 Bu eserde içtihadın şartlarını, müçtehitlerin tabakalarını sıralar. O sıralamada kendisinin de mukallitlerden olduğunu görüyoruz. Yani o kendi mezhebi içerisinde dahi tahriç ve tercih yapamaz. Onun bizzat kendisini koyduğu yer böyle bir yer.

Ama kitabına girdiğimiz zaman, değil dört mezhepten, dört mezhebin dışından dahi tercihler yaptığını, içtihatlar yaptığını, pekâlâ muktedir olarak pek çok meseleyi hallettiğini görürüz.

 Bu işin böyle bir kategorizasyona tabi tutulması pratikte sanıyorum hiçbir şey getirmemiştir. Muhtemelen tek getirdiği şey, “eyvah, İbn Abidin mukallid-i mahz ise, o zaman sesimizi çıkarmayalım, anlamaya filan da çalışmayalım” diye insanların anlayabilecekleri kadarını da anlamamasını netice vermiştir.

 Dolayısıyla, bu ne bir nastır, ne bir icmadır, ne bir kıyastır. Kendisini hiçbir şey saymayan, müçtehid saymayan- belki bize sorsalar biz onu müçtehid sayarız-birisinin söylediği bir sözdür. Ama ille de böyle olmasının dini bir tutanağı yoktur.

 Konumuza dönersek, benim gördüğüm insanlar içerisinde en büyüklerden birisi Yusuf Kardavi’dir. İlmiyle, ameliyle, eylemiyle, düşüncesiyle, cihad ruhuyla.. Bu çok önemlidir. Bir âlim düşünün ki bir yere kapanmış kalmış, kitapları ezberlemiş. Ama insanları yönlendirmede hiçbir gayreti yok. Bu âlim ne kadar faydalı olabilir?

Dubai’de hocalık yaptım. Sınıflarda Kardavi’yi anlatınca, öğrenciler birbirlerine bakıştılar. Ne olduğunu anlayamadım. Sonra bir öğrendim ki, Kardavi’nin Dubai’ye, Birleşik Arap Emirliklerine girmesi yasak imiş. Neden? Çünkü eleştiriyor.

Orada Ümmet-i Muhammed’in (Aleyhissalatu vesselam) mülkünün başına yerleşmiş insanlar var. O insanlar petrolün bütün gelirlerini alınca, beş dakikada dünyanın en zenginlerinden oluyorlar. Kardavi bu durumu eleştiriyor. Eleştirince de, krallıkla yönetilen pek çok Arap ülkesine giremediğini görüyoruz. Mısır’a şu anda girebiliyor mu, bilemiyorum. Ama uzun yıllar kendi ülkesi Mısır’a giremedi, çünkü mevcut düzeni eleştiriyor.

Bize hem ilmi olan, hem ameli olan, hem eylemi olan, hem de özellikle ümeraya karşı dik durabilen, eleştirebilen âlimler lazım. Bunlardan birisi Kardavi’dir. Dolayısıyla “Allah sıhhat, afiyet versin, ömrünü uzun eylesin” diye dua ederim ben.

 Zahid Kevseri

Zahid’ül Kevseri de- Allah gani gani rahmet eylesin- tanıdığımız, sevdiğimiz insanlardan birisi. Biliyorsunuz, bizim havzamızın adamı Zahid Kevseri, Düzceli.. Teracim kitaplarında “Çerkeziyyül asl” diye geçiyor.

Evvelki sene Düzce’de onunla alakalı bir sempozyum yaptık. Akrabalarını da çağırdık. Sağ olsunlar, Düzce Belediye yetkilileri destek çıktılar. Bizim dekanlığımız öncülüğünde güzel, şaşalı bir sempozyum oldu. Cezayir’den Irak ve Pakistan’a kadar pek çok ilim adamı iştirak etti.

Bizim üniversite yıllarından beri tanıdığımız, hayranlık duyduğumuz Osmanlının son ulemasından Mustafa Sabri Efendi ile beraber Zahid Kevseri var yani.

Zahid Kevseri muktedir bir insan. Üniversitede okurken, Ezher mezunlarından, eski Erzurum müftüsü Yunus Kaya hoca yaşına rağmen bize akaid derslerine gelmişti. Kendisi Mısır’da Mustafa Sabri Efendi ve Zahid Kevseri ile beraber olmuş. Onları anlatırken derdi ki; “Araplar “Mustafa Sabri fi’l- akliyyat hugge. Zahidül Kevseri fi’n nakliyat hugge” derlermiş. Yani “Mustafa Sabri akli ilimlerde hüccet (otorite) Zahid Kevseri de nakli ilimlerde otoritedir.”

 Bu modernleşme sürecinde Osmanlı uleması dışındaki bütün İslam ülkelerinin âlimleri batının etkisinde kalmışlar. Yani Batıya karşı savunmacı yenilenme hareketleri ortaya koymuşlar. Bir bakıma Batı modernleşmesini savunmuşlar. Ama Osmanlı uleması bunu yapmamış. Bu iki sebepten kaynaklanıyor olabilir:

1-Osmanlı Uleması hakikaten çok güçlü.

2-Zaten İslam geleneğini temsil eden Osmanlıydı ve bir şeyi temsil ederken ona karşı tavır alma yakışmazdı. Onun için bizim âlimlerimiz ki Zahid Kevseri, Mustafa Sabri Efendi bunlardandır, sürekli geleneği, ama ilimle savunmuşlardır.

İkisi de Mısır’a gitmiş, orada çok zor şartlarda yaşamışlardır. Hatta benim Abdülfettah Ebu Gudde’ye ait “Safahat Min Sabr-il Ulema” adlı, tercüme ettiğim bir kitap vardı. Âlimlerden sabır örneklerini anlatıyor. Orada, hocası Zahid Kevseri’nin çektiği sıkıntılara da yer vermiş. Hele bir keresinde Şam’da üç gün, yiyecek bir lokma dahi bulamadığını ve ilmi izzetinden dolayı da kimselerden bir şey isteyemediğini anlatıyor. Üçüncü gün baygınlık gelmiş. Yine o baygınlıktan sonra halsizliğini Zahiriyye Kütüphanesindeki yazma eserlere bakarak gidermeye çalışıyormuş. Böyle bir kitap merakı da varmış. Bu kitabı bu günlerde, “Alimlerden Sabır Sahneleri” adıyla üçüncü kez yayımladım.

Hatta yine aynı eserde deniyor ki, Zahid’ül Kevseri bir defasında Kastamonu’dan çok değerli yazma eserler almış. Sonra Karadeniz Ereğli’sine bir şekilde gelmiş. Sandalla Akçakoca’ya geçmek istemiş. Bir sandala binmişler.. Kış ayları.. Akçakoca açıklarında sandal alabora olmuş, ölenler, yaralananlar olmuş. Her şey denize düşmüş. İmdat istemişler. İnsanlar koşmuşlar, gelmişler. Kurtarabildiklerini kurtarmışlar. Zahid’ül Kevseri’yi öldü sanıp, orada bir yere koymuşlar.

 Epey bir zaman geçtikten sonra birisi yanına yaklaşmış, elini tutmuş, nabzına bakmış. Böylece Zahid’ül Kevseri uzun çabalar sonucu tekrar hayata dönmüş. Tekrar hayata dönmüş, ama talebesi merhum Abdülfettah Ebu Gudde; “O daha ziyade, o sandal battığında onunla beraber sulara gömülen o nadide yazma eserlere ömrü boyunca yanardı” diyor.

Mısır’da yaptığı şeylere bakarsak görüyoruz ki, o sırada İslam dünyasının her yerinde olduğu gibi Mısır’da da Batı karşısında ruhen mağlup olmuş birçok insan var. Bunlar büyük bir çığırtkanlıkla özellikle kadın hakları, özgürlükler, feminizm vs. alanında Batı görüşünü destekleyen bir sürü şeyler yazıp çiziyorlar. Mustafa Sabri Efendi’nin yanında Zahid Kevseri’nin de önemli bir zamanı bunlara cevap vermekle geçmiş. Gazete sütunlarında veya risaleler olarak bütün yazdıkları az ve öz ilmi cevaplardır.

Kevseri’nin Makaleleri vardır, çevrilmiş, basıldı mı bilemiyorum. Ama her bir makalesi yanlış bir düşünceye cevaptır.

Çok değerli eserler tahkik etmiştir. Bunlar içinde özellikle Abdulhay el Leknevi’nin eserlerinin tahkikinin yapılmasını talebesi Abdülfettah Ebu Gudde’ye tavsiye etmiş, o da bunların çoğunu tahkik etmiştir.

Ve Zahid-ül Kevseri benim doğduğum yılda (1952) vefat etmiştir. Allah Rahmet eylesin.

-Hocam, Arap dünyasında ona “Ebu Hanife’nin mecnunu“ demişler..

-Evet.. Arap dünyasında duyduğum kelimeyle söyleyeyim, “Mutaassıp bir Hanefidir” diyorlar. Aslında mutaassıp bir Hanefi filan değil, ama iyi bir Hanefi. Hanefiliği de sonuna kadar savunmuş. Bu zararlı bir şey değil. Yani siz Kitabı, Sünneti gördüğünüzde, Hanefi mezhebinin aleyhinde de olsa siz kitap ve sünnet diyorsanız, o zaman Hanefi olmanızda hiçbir sakınca yok.

 O da böyle bir Hanefi. Hanefilere yapılan haksızlıklara karşı koyduğu için belki mutaassıp görülmüş.

Mesela Hatip el Bağdadi’nin Ebu Hanife hakkında yazdığı sözleri, bir bakıma aşağılamaları konu edinen Te’nib-ül Hatip adlı bir kitap yazmış. Orada tek tek Hatip el Bağdadi’nin söylediklerini eleştirmiş. Onların aslının öyle değil böyle olduğunu söylemiş.

Gerçi sonradan da Zahid Kevseri’nin mutaassıp olduğunu varsayarak günümüzdeki insanlardan birisi-şimdi ismini hatırlamıyorum- “Te’nib-üt Te’nib’i yazmış. Yani Te’nib’ bir bakıma azarlama, haddini bildirme filan dersek, “Haddini Bildirmeye Haddini Bildirme” gibi bir şey..

-Yani İbn Rüşd’ün Tehafüt-üt Tehafüt’ü gibi bir şey..

- Evet, öyle bir şey yazılmış. Dolayısıyla, Hanefi mezhebinin doğrularını savunmak niçin yanlış olsun? Şafii mezhebinin doğrularını savunma neden yanlış olsun?

Bu konularda en serbest düşünen, hatta “mezhebsiz” diye ittiham edilen İbn Teymiyye bile “Def’ül Melam an Eimmeti’l A’lam” adlı bir kitap yazmış ki, bir zamanlar onu bir solukta okumuştum. Yani “Her biri bir âlem olan, her biri bir dağ olan büyük âlimlere yapılan levmi, tenkidi, eleştiriyi def etme, ortadan kaldırma anlamında bir kitap yazmış. Buradaki büyük âlimlerden kastı da dört mezhep imamımızdır, onları savunmuş.

Şimdi, İbn Teymiyye’nin dört mezhep imamı için yaptığını, Zahid Kevseri Ebu Hanife için yapmış. Heytemî de Şafii mezhebinde olmasına rağmen, Ebu Hanife’yi müdafaa eden “Hayrat-ül Hisan” isminde bir kitap yazmış.

Yani doğruyu savunmak kötüye yorulmamalı. Bunu şunun için söylüyorum, bir mezhebi din olarak görürseniz bu çok kötü bir şey, bu doğru değil. Ama sırf mezhep olduğu için “her şeyi yanlış” derseniz bu da kötü bir şey..

Yani, eğer siz Kitabı ve Sünneti merkeze alabilme gücü ve iktidarındaki bir âlimseniz, o zaman yine öyle düşünerek bu savunmayı yapmışsanız, iyi ki yapmışsınız. Zahid’ül Kevseri de iyi ki yazmış. Allah Rahmet eylesin.

-Selefiler kendisine İbn Teymiyye hakkındaki tutumundan dolayı hücum ediyorlar herhalde..

- Doğrusu evet, Kevserî’nin İbn Teymiyye ve İbn Kayyım’a eleştirileri var. Doğrusu bu eleştirilerde ne derece haklı bilemiyorum. Muhtemeldir ki bu eleştirilerde tarafgir olabilir, belki değildir, bilemiyorum yani.. Belki de haklıdır. Amma velâkin haksız da olsa, “isabetli değildir” deriz, olur biter.

-Bu Zahid Kevseri’yi küçültmez..

-Asla ve kat’a küçültmez.. Belki de o sırf bu Hanefilere ve başkalarına söz söyleyenlerin hep İbn Teymiyye ve İbn Kayyım el Cevziyye’ye dayanarak bunları söylemesine karşı biraz da “iyi, öyle diyorsunuz kardeşim, ama bu adamlar hakkında da şöyle şöyle söylenmiş” diye öyle söylemiş olabilir. İbn Teymiyye ve İbn Kayyım’ın eleştirilecek taraflarını bulmak mümkün değil mi? Elbette var yani..

 -Çok teşekkür ederim Hocam. Allah razı olsun.

 -Ben teşekkür ederim.

Fotoğraflar:

1-Faruk Beşer Beyefendi

2-Ömer Nasuhi Efendi

3-Vehbe Zuhayli

4-Yusuf Kardavi

5-Zahid Kevseri

 

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

murat akbulut, 2010-11-12 07:04:08

Allah razı olsun. Çok doyurucu bir söyleşi olmuş.

Bu yoruma katılıyor musunuz ?

DİĞER YAZILAR

Allah'a ve Resûlü'ne iman edin. Sizi, üzerinde tasarrufa yetkili kıldığı şeylerden harcayın. Sizden iman edip de (Allah rızası için) harcayan kimselere büyük mükâfat vardır.

Hadid, 7

GÜNÜN HADİSİ

Kur'an'ı cebren (açıktan) okuyan, sadakayı açıktan veren gibidir. Kur'an'ı gizlice okuyan, sadakayı gizlice veren gibidir."

Tirmizi, Sevabu'l-Kur'an 20, 2920; Ebu Davud, Salat 315, 1333; Nesai, Zekat 68

TARİHTE BU HAFTA

*Şair Muhammed İkbal'in vefatı(21 Nisan 1938) *TBMM'nin açılışı ve çocuk bayramı(23 Nisan 1920) *Osmanlı-Rus Harbi(24 Nisan 1877) *Hudeybiye Gazvesi(26 Nisan 628) *II.Abdülhamid'in tahttan indirilmesi(27 Nisan 1909)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI