Cevaplar.Org

PROF. DR. FARUK BEŞER’İN PENCERESİNDEN İLİM DÜNYAMIZIN YÜZ AKLARI-1

Abdülfettah Ebu Gudde Sanırım 1987’de vefat etti. Ondan birkaç ay önce beraber olduk. “Yürüyen Sünnet” diye bir tabir vardır ya, Abdülfettah Ebu Gudde “yürüyen sünnet” olarak gördüğüm insanlardan birisiydi. Hak


Salih Okur

nedevideobendi@gmail.com

2010-08-21 06:11:36

Takdim

Kıymetli ziyaretçilerimiz, muhterem hocamız Faruk Beşer beyefendiyi Sakarya üniversitesi İlahiyat Fakültesinde ziyaret ederek gerçekleştirdiğimiz ikinci bir mülakatı hizmetinize arz ediyoruz. Katılmayacağınız, eleştireceğiniz görüşler olabilir, bu da doğaldır. İmam Malik’in Kabr-i nebeviyi göstererek söylediği meşhur bir söz vardır ya; “Şu kabir sahibinin haricinde herkesin sözü kabul de edilir, reddedilir de”

Biz kendisiyle son devir İslam dünyasında etkin olmuş veya ülkemizde bilinen bazı âlimlerimiz hakkındaki bir söyleşi gerçekleştirmek arzu ettik. Hocamız da zamanının darlığına rağmen-hiçbir zaman yapmadığı gibi- olumsuz bir cevap vermedi. Allah razı olsun.

Uzun zaman yazıya geçirmek için masamızda bekleyen bu çalışma mübarek Ramazan’ın feyziyle bitti. Hocamız gerekli tashihleri yaptı ve bugün istifadenize arz ediyoruz. Saygılarımla. Salih Okur/cevaplar.org

 Abdülfettah Ebu Gudde

Sanırım 1987’de vefat etti. Ondan birkaç ay önce beraber olduk. “Yürüyen Sünnet” diye bir tabir vardır ya, Abdülfettah Ebu Gudde “yürüyen sünnet” olarak gördüğüm insanlardan birisiydi. Hakikaten haliyle, kâliyle, hareketleriyle, bilgisiyle o yaşayan bir sünnetti.

 En az elli tane, belki yüz tane telif ve tahkik olmak üzere kitabı var. Bütün batmış, gitmiş, kaybolma ihtimali olan değerli kitapları, özellikle Zahidül Kevserî’nin tavsiyesi ile bulmuş, çıkarmış, tahkik yapmış, değerli kitaplar ortaya koymuş.

Mesela Abdülfettah Ebu Gudde olmasaydı, bir Aliyyül Kari’nin Fethu Babi’l İnaye adlı kitabı elimizde olmazdı. Bu kitap ki, “Hanefi fıkhı, delilleri zikretmez, hadisleri zikretmez, sadece hükümleri zikreder gider” diyenlere delilleri zikretmesi yönüyle çok güzel bir cevaptır.

-İla’üs-Sünen gibi..

-Hayır, İla’üs Sünen gibi değil. İla’üs-Sünen bir hadis külliyatıdır. Fethu Babi’l İnaye bir fıkıh kitabıdır. Her konuda o fıkhi hükmün dayanağı olan hadis-i şerifleri zikreder. Anlaşılması çok kolaydır. Çok zor hukuki metinler olan Hanefi geleneğini adeta yumuşatmış ve anlaşılır kılmıştır.

Aynı  Aliyyül Kari, biliyorsunuz, Kur’an-ı Kerim’in Arap olmayanlar tarafından rahat okunabilmesi için yazımında bir takım içtihatlarda bulunmuştur. Bizim Osmanlıdan bu yana “Hafız Osman Hattı” diye elimize aldığımız yazmalar Aliyyül Kari’nin düzenlemesine göre oluşturulan yazmalardır.

 Bir de Hatt-ı Osmanî vardır, o bizim Kayışzade Osman Efendi değil, Hz. Osman zamanında yazılan Kur’an hattıdır.

Abdülfettah Ebu Gudde deyince, isterseniz bir hatıramı nakledeyim.

-Estağfurullah, buyrun..

- Abdülfettah Hocayı ben Üniversite yıllarımdan beri tanıyorum. Değer verdiğim için, çıkan bütün kitaplarını alırdım. Hatta öğrenciliğimde, bizim Sadi Çöğenli Hocanın tavsiyesi ile Ebu Gudde’nin bir eserini tercümeye başladım. Öğrenciliğim bittiğinde, onun tercümesi de bitti. İlk önce Sadık Albayrak “Sabrın Sonu” adını koyarak kitabı yayınladı.

Daha sonra ben, Arapça ikinci baskısındaki ilaveleri de tercüme ederek “İlim Uğrunda” ismini vererek ikinci defa yayınladım.

 Nefis bir kitap, âlimlerin tarih boyunca ilim elde etmek için çektikleri sıkıntıları anlatıyor. Mısır’daki hocalarından eski Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi ve Zahidül Kevseri’den de bu vesileyle bahsediyor.

Neyse, hatıraya dönelim. Ben İmam Hatip okulunda olduğum yıllarda benim kız kardeşimin kayınpederi olan bir zatın evine gitmiştim. Baktım, dolabında bir hayli yazma eser var, müthiş kitaplar. Bende o zaman kitap merakı başlamıştı. “Bunlardan birkaç tanesini bana verir misin?” dedim. “Al” dedi. Ben de birkaç tane aldım.

Onlardan bir tanesi de yine Aliyyül Kari’nin Şifa’ya yazdığı Şerh’üş Şifa adlı şerhti. Pırıl pırıl ta’lik bir yazıyla, tezhipli, altın yaldızlı bir kitaptı. Sonra, yok fiyatına onu birisine verdik, o ayrı bir mesele.

 Onların içinde bir de yine Aliyyül Kari’nin El-Mevduât’s- Suğra adlı eseri vardı. Yazma, çok nefis bir nesihle, çok okunaklı, sanırım 20-30 sahifelik bir risale. Onu da almıştım, o kitap elimde uzun zaman durdu.

 O yakınımıza “bu kitapları nereden edindin?” diye sordum. Kendisi İzmit Seka fabrikasından emekliydi. Dedi ki; “Seka kâğıt fabrikasına eskiden beri kâğıt olmak üzere kamyon kamyon eski kitaplar gelirdi. Biz de bakar -kitaptan falan da anlamayız ya- cildi hoşumuza gidenleri alırdık. Bunlar oradandır.”

Anadolu’nun her yanında tanzim edilmemiş kütüphaneler. Hainin biri geliyor, bir rapor tutuyor; “İşe yaramaz evrak, Bunları Seka’ya götürün, kâğıt olsun” diyor.

Bu önemli bir olay. O kadar kitabımız hamur olmuş gitmiş ve o zatın oradan tesadüfen aldığı kitapların her biri bir değer.

 Daha sonra, Erzurum İslamî İlimler Fakültesine kaydoldum. Benim okuma merakım hocaların kulağına gitmiş. Hadis hocalarımızdan Hilmi Merttürkmen adında bir hocamız kitapçılıkla uğraşıyormuş. Bir gün bana “sende kitaplar varmış, görmeye gelebilir miyim?” dedi. “Buyrun hocam” dedim. Evime geldi, kitaplara baktı. Aliyyül Kari’nin El-Mevduatu’s-Suğra’sı yazma olduğundan dikkatini çekti. Onu aldı, bir kenara koydu. Sonra, Farabi’nin El Medinetü’l-Fazıla’sının çok zarif, cildi bozulmamış, Osmanlı meşin nefis ciltli bir baskısı vardı. Onu da bir kenara koydu. ”Şu iki kitabı bana verir misin?” dedi.

 Düşündüm, bunların hakikaten çok değerli olduğunu onun kadar değilse de ben de anlıyorum. Nasıl söyleyeyim, hocaya nasıl “alma” diyeyim? İstemeyerek de olsa “Olur hocam” dedim.

 O kitapları aldı, gitti. Aradan yıllar geçti. Ben üniversiteyi bitirdim, doktoraya başladım. Bir gün baktım ki, Aliyyül Kari’nin El-Mevduatu’s-Suğra’sı Abdülfettah Ebu Gudde tarafından tahkik edilmiş, basılmış. Kitabı hemen aldım. Eve geldim. Âdetim, aldığım bir kitabın evvela önsözünü şöyle bir okumaktır. Önsözü okuyunca, beynimden vurulmuşa döndüm.

 Sebebi şu; Abdülfettah Hoca orada diyor ki; “Ne yazık ki bütün dünyayı dolaşmama, taramama rağmen bu kitabın yazma bir nüshasına rastlayamadım. Dünyanın hiçbir yerinde yok. Hind’den Sind’e kadar her tarafı taradım, bulamadım.”

Bu ifadeleri okuyunca ben mahvoldum. Bir nüshası varmış demek ki, o da bendeymiş. Onu da hocamız almış, gitmiş, kitapçılık yaparken belki de birine satmış.

Sonra, o hocanın İstanbul’da sahaflık yaptığını duydum. Koştum, oraları aradım. Belki elinde kalmıştır da, kaça satarsa satsın, alır Abdülfettah Hoca’ya gönderirim, “alın, güzel bir yazma nüsha” derim diye. Hilmi Hocayı İstanbul’da bulamadım, mesele öylece kapandı. Bu olay, o günden bu yana her aklıma geldiğinde beni derinden etkileyen bir olaydır.

Kaldı ki, Abdülfettah Hocanın Feth’u Babi’l İnaye adlı kitabı bulması da böyle uzun bir macera sonucudur. Diyor ki; “Bunu bana Zahidül Kevseri tavsiye etmişti, çok değerli bir kitap olduğunu söylemişti. Fakat ne yazık ki bütün aramalarıma rağmen bulamadım.

 Bir gün Harem-i Şerif’te Allah’a dua ettim; “Ya Rab! Artık bittim. Bu kitap piyasada yok” dedim.

 Orada tanıdık bir ehl-i ilme uğradım. Dertleştik. Ona dedim ki; Bu kitabı tahkik edecektim. Ama yok, bulamadım.” “Yapma ya, falancada var” dedi. Sevindim, o zatı bulup onu aldım, tahkike başladım” diye anlatıyor.

Abdülfettah hocanın iki kitabını tercüme ettim. Birisi Safahat min Sabr-il Ulema, ikincisi kendisinin tahkik ettiği, İmam Muhasibi’nin “Risaletü’l-Müsterşidin” ismindeki kitabını tercüme ederek, birincisini İlim Uğrunda, diğerini “Selefi Tasavvuf” adıyla yayınladım. Selefte tasavvuf nasıl anlaşılıyordu, sufilik nasıldı, sufilerin söyledikleri nelerdi, onu anlatıldığı nefis bir kitap.

Bu iki kitabı yayınladığım sırada, Emin Saraç Hocamız aracılığıyla Abdülfettah hocadan izin talep ettik. O da eski bir nüshanın ön tarafına Emin Saraç Hocaya hitaben “sizin uygun gördüğünüzü ben de uygun görüyorum” diye yazmış.

 Emin Saraç Hocaya bu kitabı tercüme ettiğimi söyleyince, “bakayım nasıl yaptın” dedi. Baktı, güzel buldu. Abdülfettah hocanın izin yazısını da kitabın baş tarafına koyduk, yayınlandı. Sonra kitabın Arapça üçüncü baskısı yayınlandı. Bu baskıda hoca fakirden de küçük bir paragrafta bahsediyor.

1997’de Konya’da büyük bir sempozyum yapılmıştı. Orada hocayla üç gün beraber olduk. Bir gün Konya’da beraber dolaştık. Abdülfettah hoca da Zahidül Kevseri gibi, Arap dünyasında “Hanefi Mutaassıbı” olarak bilinir. Hacı Üveyszade Camiine gittik. Öğleyi kıldık. O imam oldu. İkimiz de seferi olduğumuzdan iki rekât kıldık. Öğlenin iki rekât farzını kıldıktan sonra “kamet et de ikindiyi de kılalım” dedi. Ben de kamet getirdim. O zaman kadar bu cem konusunda hep tereddütlüydüm. Kamet etim. Öğleyi ikindiyle birleştirerek kıldık. İçimden dedim ki, “Hanefi mutaassıbı olarak bilinen bir âlim cem ediyorsa, o zaman bu cem de o kadar korkacağımız bir şey değil.”

Ahmed Şerbasi ve Yes’elünek Kitabı

 Doğrusu Yes’elünek kitabını çok önceki yıllarda almıştım. Sekiz-on ciltlik bir kitap. Şerbasi Mısırlı bir âlim. Oradaki konumunu bilmiyorum. Ama bu kitap onun zaman zaman verdiği fetvalardan oluşuyor.

 Bir kısmında delilleri zikrediyor, bir kısmında etmiyor. Mesela Yusuf Kardavi’nin Fetavası gibi bir konuyu bütün delilleri ile enine boyuna inceleyen bir kitap değil. Sıradan halk seviyesinde fetvaları bir araya getiren bir kitap.

O zamanlar millete çokça fetva vermeye başladığım için oradan buradan kolay bulalım diye Şerbasi’nin kitabının fihristini çıkarmıştım. O indeks de hâlâ bilgisayarda duruyor.

Sonra kitaba ne kadar müracaat ettiysem baktım ki, orada söylenenleri benim kadar birisi de bilebilir. Bilgime yeni bir ekleme yapamadı. O zaman dedim ki; ”Bu kitapla niye kütüphanemi meşgul edeyim?” Tuttum, bir arkadaşa hediye ettim.

 Daha sonra kitabın tercüme edildiğini duyduk. Tercüme eden arkadaşlar kimler, hangi yayınevi şu an hatırlamıyorum.

Bediüzzaman

Bediüzzaman hakkındaki kanaatlerimi söylemekte doğrusu zorlanırım.

-Neden?

-Neden zorlanırım? Çünkü Bediüzzaman’ı bizatihi tanımadım. Çocukken evimizde, risaleler vardı. Bakar bakar, bir şey anlamazdım. Babam onları okurmuş. En eski tanışmam öyle. Bu dediğim muhtemelen Bediüzzaman’ın vefat yıllarında olan şeyler.

 Hatta çok iyi hatırlıyorum. “Barla Lahikası” isminde, eskiden basılmış bir risale vardı. Ben tabii kimin olduğunu bilmiyorum. Sekiz on yaşlarında bir öğrenciyim. “Yahu bu adam ne diyor” gibi bir şey söyledim. Babam “Sus oğlum! Kim o, sen biliyor musun?” diye beni uyarmıştı.

Daha sonraları risalelerin okunduğu medreselere iki üç kez gitmişliğim var. Yozgat’ta, Erzurum’da. Mesela bir defasında Mehmed Kırkıncı Hoca’nın sohbetinde bulundum. Orada da Risaleleri iyi ezberlemiş birisi olarak onun anlattıklarıyla dinlediklerim var.

Ama hiçbir zaman -eğer öyle bir kavram sahihse- bir cemaate mensup olamadım. Onun için de çok iyi anlayamam. Çok iyi tanımadığım için de bir şey söyleyemem.

Bediüzzaman bildiğim kadarıyla hakikaten çok büyük bir insandır. Kendi şartlarıyla düşündüğümüz zaman Bediüzzaman gibi insanların, Süleyman Hilmi Tunahan gibi insanların çok büyük hizmetlerinin olduğunu görürüz.

Yani ilim adamı ve eylem adamı.. Bu önemli.. Sadece ilim adamı değil. Toplumu dönüştürme, toplum kötü bir yere doğru gidiyorsa, ona engel olmak için çırpınma durumunda olan insanlar olarak, onlardan biri olarak Bediüzzaman elbette müthiş bir insan, seçilmiş bir zat.

 Bütün yazdıklarına baktığımızda, bizim fark edemediğimiz, kavrayamadığımız bir zekâya sahip olduğu belli. Kendine has bir üslubu, bir ifade biçimi var.

O zamanlar Pozitivizmin bizi kasıp kavurduğu, adeta amentü gibi batıdan alınıp bize şırınga edilmeye çalışıldığı günlerde, o pozitivizmin kasıp kavurmasına cevap teşkil eden ve asrın kelamı mahiyetindeki risalelerini yazıyor.

 Bunlara baktığınızda lafü güzaf olmayan, israf-ı kelam bulunmayan eserler olduğunu görüyorsunuz.

Bütün Kur’an’ın bir tefsiri değil elbette, ama ayet-i kerimelerin bizim pek çok uğraşmakla hatırımıza getiremediğimiz inceliklerini orada serd ettiğini görüyoruz.

 İşarat’ül İcaz’ın Arapçasını bir zaman okumaya çalışmıştım. Orada bu eserin birinci dünya savaşında, savaş hattında, yanında kitap olmadan talebelerine dikte ettirdiğini yazıyordu. Buna rağmen İşarat’ül İcaz’a bakıyorsunuz, adeta bir tefsir usulü gibi, bir tefsir nasıl yazılır, nasıl anlaşılır hususunda bilgiler sunduğu gibi, Kur’an-ı Kerim’in anlaşılmasına dair çok ilginç ipuçları veriyor.

 Bütün bunları hesaba kattığınızda ve bütün bu bilinenlerin hayata yansımasına baktığınızda, o zaman karşınızda inkâr edemeyeceğiniz veya küçümseyemeyeceğiniz bir eser ortaya çıkıyor. Kitap olarak, sayısal olarak eser var, içerik olarak eser var, onların meydana getirdiği etki olarak eser var.

Bizim rahmetli Ruhi Özcan hocadan bir hatıra nakledeyim isterseniz..

-Buyurun hocam..

-Ruhi Özcan hoca Risale-i Nur medreselerine gidip ders okurdu. Yetmişli yıllarda insanlar birbirinden çok kopuktu. Cemaatler, gruplar farklı farklıydı. Her biri diğerini dışlıyordu. Yani her gruba göre öbür grup hiçbir şeydi. Her şey kendi grubuydu.

Böyle bir ortam olduğundan, bir gün sınıfta bir arkadaş; “Hocam neden nur medreselerine gidip ders okuyorsunuz?” diye sordu. Ruhi Özcan hoca-Allah rahmet eylesin-şöyle bir şey söylemişti, “Bakın arkadaşlar, benim babam emniyetçi. Babam bana anlatmıştı. 1960’lı yıllarda İstihbarat, Milli Eğitim ile ortaklaşa okullarda gizli bir araştırma yaptırıyor. “Okullarda bir İslamlaşma, İslam’a kayma var. Bunun en çok beslendiği kaynak ne acaba?” diye gizli bir araştırma yapılmış. Ve görülmüş ki, lise, üniversite gibi seviyelerdeki gençlerin İslam’ı benimsemesinin yüzde sekseni Risale-i Nur çalışmaları, Risale-i Nur medreseleri yoluyla oluyor.”

“O zaman” demişti ki Ruhi Özcan Hoca, “bunu hafife alamayız. Bu önemli bir şey. Mademki risaleler gençlerin İslam’la tanışmasında bu kadar etkili. O zaman bu bir tarafa atılacak bir şey değil” demişti.

Elmalılı Hamdi Yazır

Allah rahmet eylesin. Öncelikle şunu söylememiz gerekiyor; Bizim görebildiğimiz kadarıyla Osmanlının son dönemi, yani 1850 ile 1923 arası diyelim, bu dönemde yetişen ulema, Osmanlının tamamını herhalde üçe katlayacak kadar muhtevalı insanlardır.

Bunların en büyüklerinden birisi de Elmalılı Hamdi Yazır’dır. Allah razı olsun kendisinden.

Tabii Elmalılı hakkında biz özel bir çalışma yapmadık. Sadece elimizdeki tefsirini okuduğumuzdan, hatırımızda kalanları burada söyleme durumundayız.

 Bilindiği gibi, ulus devlet kurma çabalarının gündeme geldiği yıllarda “Türklere ait bir Kur’an olsun” düşüncesiyle Mehmed Akif’e bir meal hazırlama görevi verilmiş. Sonra o bunda bir art düşünce sezince, maalesef yaptığı mealin yakılmasını vasiyet etmiş. Yakılma hikâyesini de geçen sene yine bir dosttan, Ertuğrul Düzdağ hocadan dinlemiştik.

 Kur’an’ı tefsir görevi Elmalılıya, hadisleri tercüme ve şerh görevi de Ahmed Naim Hocaya verilmiş. Ahmet Naim Hoca ikinci cildi yazarken vefat edince görevi Kamil Miras Hoca devralmış ve devam ettirmiş.

 Elmalılı büyük bir zat. Yed-i Tulâ sahibi olan bir insan. Felsefeye dair Metalip ve Mezahib adıyla bir kitabı Fransızcadan tercüme etmiş. Aslı çok zor bir metin olduğu halde. Meseleye muttali olanlar “böyle bir felsefi metni tercüme edebilmek için çok iyi derecede Fransızca ve çok iyi derecede felsefe bilmek lazım” derler. Yine derler ki “Elmalılı 45 günde Fransızcanın belini kırmış, Altı ay da ise bu kadar zor bir tercümeyi başarabilecek derecede bu lisanı öğrenmiş.”

Metalip ve Mezahib adlı bu felsefe tarihini ben bir zaman okumaya çalışmıştım. Çok iyi anladığımı söyleyemem, ama derler ki “Elmalılı sadece bu kitaba yazdığı önsözle filozoflardan sayılmaya değer.”

Ben şahsen diyorum ki “ona gerek yok. Tefsirinin öyle yerleri vardır ki, onlar filozoflara taş çıkartır, öyle müthiş açıklamalardır onlar.”

 Ne yazıktır ki tefsirine çok büyük bir iddia, çok büyük bir azim ve ihtirasla başlamış, epeyce yani 2-3 cilt devam etmiş. Sonra bir rahatsızlanma dönemi yaşamış. Eski sağlığına avdet edince son ciltlerde de aynı başarıyı göstermiş. Son ciltlerle ilk ciltler mükemmel. Ama ortalarda çoğu zaman meal verip, kısa bir tefsir ile geçiştirmiş.

 Hakikaten Elmalılının tefsirine bakıldığında bazı yerler vardır ki, modern bilimlerden, felsefeden öyle izahlara girişir ki hayran kalırsınız. Mesela Nisa Suresinde 119 ayetinde Şeytan ile Allah’ın muhaberesi vardır. Şeytan der ki; “Onları -ne olursa olsun- şaşırtıp-saptıracağım, en olmadık kuruntulara düşüreceğim ve onlara kesin olarak davarların kulaklarını kesmelerini emredeceğim ve Allah’ın yarattıklarını değiştirmelerini emredeceğim.

 Elmalılı burada ümniye, emani kelimesinden tul-i emel ve idealizme giriyor. Bunun idealizme bir işaret olduğunu anlatıyor. Edebi ve felsefi bir akım olan idealizm ile bu ayet arasında bağlantı kuruyor.

Ben kötü bir felsefe okuyucusuyum. Felsefeci filan değilim, ama epeyce felsefe kitabı okudum. Buna rağmen onun anlattıklarını anlamada çoğu yerde zorlanıyorum.

 Vakti zamanında Kur’an-ı Kerim’in anlaşılması konusunda muhkem ve müteşabih ayetlerin merkeze alındığı bir araştırma yapmaya çalışmıştım. Bu, beni çok etkileyen çalışmalarımdan birisi oldu. Çok şey öğrendim ondan. Bütün tefsirleri taradım. Elmalılı’nın Al-i İmran 7. ayetinin tefsirinde muhkem ve müteşabih ayetler konusunda söylediği kadar derinlikli izaha hiçbir tefsirde rastlayamadım.

Ama tefsiri yer yer de çok zayıftır. Mesela hadisler konusunda çok zayıftır. Hatta hakkında yapılan bir çalışmada görmüştüm. Hiç kimsenin yapamayacağı bir şeyi yapmış, bir şiiri yanlış tercüme etmiştir. Hatta zamanında demişler; “Üstad, bak böyle söylemişsin, ama onun aslı şöyle”. “Aaa evet” demiş “bırakın öyle kalsın da, insanlar o yanlışla beraber onu görsünler” demiş.

Hadisler konusunda -tefsircilerin çoğunun yaptığı gibi- hadis ayeti destekliyor ve diğer tefsir kitaplarında da varsa onu almış, sahih olup olmadığına bazen dikkat etmemiştir.

 Doğrusu Elmalılı’nın Kur’an kavramlarına verdiği anlamlar da çok müthiştir. Hatta bir öğrencimize “Elmalılı’nın Fıkhi Kavramlara Verdiği Tarifler” diye bir yüksek lisans tezi yaptırmak istemiştim. Sonra, bir arkadaşın böyle bir kitap çıkardığını öğrenince vazgeçtik.

Elmalılı deyince akla gelen fıkhî görüşlerden biri “Seferilik” konusudur. Sefer konusunda hem ilgili ayetin tefsirinde, hem de tefsirinin ilk ciltlerinin birinin başına koyduğu izahatın özeti şöyle; Seferilik konusunda Rasulullah’tan (Aleyhissalatu vesselam) belli bir mesafe verilmemiştir. Gün olarak zikredilmiştir. Öyleyse bunu gün olarak düşünmemiz lazımdır. Gün olarak düşündüğümüzde de her devrin mutad olan, herkesin ortalama olarak kullandığı araç ne ise, ona göre hesap etmek lazım.

 Bugün  Şimendifer (tren) var diyor. Bir günde insanın altı saat yürüyebileceği varsayılırsa, o halde üç günde insan 18 saatlik yol yürümüş olur. Öyleyse, bugün de mutad olan vasıtayla 18 saatlik bir mesafeye gidilecek ki ancak zaman seferi olunmuş olsun. Onun anlayışına göre bir zaman sonra mutad vasıta uçak olursa, ekseriyet uçakla seyahat edecek bir duruma gelirse, uçakla 18 saat gidilmesi gerekir ki, seferi olunabilsin. Oysa şimdi uçakla Amerika’ya bile 11-12 saatte gidiyor insanlar.

 O zaman seferilik kalkmış olur. Bu elbette bir içtihattır. Bu içtihadı yapmış ve bunu ilmi delillerle desteklemiş olmakla doğrusu Elmalılı büyük bir iş yapmıştır. Hata etmişse –ki sanırım hata etmiştir. Sanırım diyorum, çünkü bunun üzerinde çalışmadım, takdir edecek durumda da değilim- bir sevap alır.

 Şöyle bir şey de hatırlıyorum. Ömer Nasuhi Hoca Diyanet İşleri Başkanı olduğunda, kendi ilmihalinde de seferilik ölçüsünü 90 km olarak verdiğinden, Erzurum ulemasından Osman Bektaş Hoca bir toplantıda kendisine demiş ki; “Efendim, böyle demişsiniz ama Elmalılının bu konuda söyledikleri daha başka. Bunu tekrar gözden geçirseniz.”

Ömer Nasuhi Hoca da “Biz o zaman bu konuda bu kadar yazabildik. Şu anda da bunu düzeltmeye zamanımız yok. Öyleyse bir komisyon kuralım. Mesela zât-ı âlinizi görevlendirelim. Siz bu konuyu araştırın. Doğrusu neyse ona göre hareket edelim.” Bunun üzerine Osman Bektaş Hoca da “Risaletü’s Sefer” adlı risalesini hazırlamış. Hatırladığım kadarıyla bu eserde Elmalılının görüşünü teyid etmiş.

-Devam Edecek-

Fotoğraflar

1-Faruk Beşer Hocamız

2-Abdülfetttah Ebu Gudde merhum.

3-Yes’elunek kitabının Türkçe tercümesi

4-Üstad Bediüzzaman

5-Elmalılı Hamdi Efendi

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DİĞER YAZILAR

Allah'ın ayetlerine küfredenler, peygamberleri haksız yere öldürenler ve insanlardan adaleti emredenleri öldürenler; işte onlara acıklı bir azabı müjdele.

AL-İ İMRAN, 21.AYET

GÜNÜN HADİSİ

"Kim bir oruçluya iftar verirse, oruçlunun sevabından hiçbir şey eksilmeksizin, oruçlunun sevabı gibi sevap alır."

Tirmizî.

TARİHTE BU HAFTA

*Fatih Donanmayı Haliç'e İndirdi.(22 Nisan 1453) *T.B.M.M. Açıldı.(23 Nisan 1920) *Yavuz Sultan Selim Padişah Oldu.( 25 Nisan 1512) *Çernobil Nükleer Faciası.(26 Nisan 1986) *Sultan II.Abdülhamid Han Tahttan İndirildi.(27 Nisan 1909)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI