Cevaplar.Org

MUHAMMED EMİN ER HOCA EFENDİ’NİN HATIRATI-7

Fransa’daki Ziyaretlerim Fransa’da sohbete gelenlere akide konusunu işleyip, ders verdim. Süleymancı kardeşlerimizin de oradaki medreselerine gittim. Onları da ziyaret ettim. Burada Kur’an okuyan epey çocuk vardı. Okuyuşlar


2010-08-14 08:01:51

Fransa’daki Ziyaretlerim

Fransa’da sohbete gelenlere akide konusunu işleyip, ders verdim. Süleymancı kardeşlerimizin de oradaki medreselerine gittim. Onları da ziyaret ettim. Burada Kur’an okuyan epey çocuk vardı. Okuyuşlarını dinledim. Güzel Kur’an okuyorlardı. Özel bir elifbaları vardı.

Paris’in yeni yerleşim yerlerine gitmedim. Eski yerleşim yerleri çok dardı. Kiliseleri boş, müşteri bulduklarında satarlardı. Halkın kiliseye ilgisi pek yoktu. Daha sonra başka bir iki şehre daha gittim.

Tekrar Almanya’ya dönmek istedim. Dört arkadaş pasaport kontrolü için karakola gittiler. Daha varmadan, karakoldan işaret ettiler ki, “gelmeyin geçin” dediler. Hiçbir kontrol olmadan geçip Almanya’ya döndük. Böyle kolaylıkla geçmemize, gidip gelmemize herkes hayret etti. Malum, pasaportumuzda vizemiz yoktu!

Belçika ve Hollanda’yı Ziyaretim

Almanya’dan Belçika’ya geçtim. Orada büyük bir cami vardı. Bu camiyi gezdik, namaz kıldık. Merhum Faysal yaptırmıştı. Belçika’dan da Hollanda’ya geçtim. Avrupa’nın diğer yerlerinden ziyade sığırlar gördüm burada. Tavlı hayvanlardı. Çayırda yayılıyorlardı. Avrupa şehirlerine nispeten Belçika ve Hollanda şehirlerinde şehir temizliği çok iyi değildi. Türkiye’ye beziyordu bu yönden.

Orada cami olarak kullanılan eski bir kiliseyi Diyanet satın almış, camiye çevirmişti. Caminin dükkânları ve lojmanı vardı. O camiye gittim. Hıristiyanlara göre bu kilise mukaddes sayılıyordu. Bu bakımdan bazı papazlar, satılıp cami olduktan sonra da gelir, burada dinlerine göre dualar yaparlardı. Müslümanlar onların bu hareketlerine rıza göstermediklerinden dolayı mahkemelik bir durum olmuş. Neticede Müslümanlar mahkemeyi kazanmışlar. Ondan sonra onların din adamları gelip caminin dış tarafında el kaldırıp dua etmeye başladılar. Çünkü içeri girmeleri yasaklandı.

Daha sonra bazı şehirleri dolaştım. Bir şehirde Nurcu kardeşlerimizin asri bir dershaneleri vardı. Orayı da ziyaret ettim. “İhlâs suresinde bir müşkülümüz var, bilmiyoruz” dediler. (Üstadın ibaresinde) Kendilerine mana ettim. Beğenip, teşekkür ettiler.

Hıristiyan Bir Profesör İle Münazara

Bu şehirde de Mescid’ül-Aksa isimli büyük, güzel bir mescit vardı. Onu da ziyaret ettim. Mihrabı Türkiye’den getirilmişti. Daha sonra, “burada mümtaz papazlardan kimse var mıdır?” diye sordum. “Öyle fazla yok. Yalnız, üniversite dekanı akide profesörüdür. Münazaralarla ilgilidir” dediler. Onunla görüşmek istediğimi kendisine iletmelerini yanımdakilere söyledim. Görüp bana haber getirdiler. Ertesi güne belli bir saat vermişti. “Bu saatte üniversiteye gelsin, orada konuşuruz” diye cevap vermiş. Ertesi sabah belirlenen saatte Üniversiteye iki araba ile gitmeye karar verdik. Sonra, “böyle kalabalık göze çarpar, bir araba olsun” dedik. Dört beş kişi bir araba ile Üniversiteye gittik. İki üç tane üniversite hocası vardı. Özel bir yerde oturup konuştuk. Danimarka’da papazdan sorduğum soruları bunlara da sormak istedim ki bakalım ne cevap verirler diye!..

Evvela dinlerine göre hayvanların kesilmesi; kadınların çıplak giyinme hududunu sordum. Profesörün bu iki sorudan Danimarka’daki papaz kadar malumatı yoktu. Onun için kitaplara müracaat ediyordu.

Daha sonra İncillerdeki tenakuzları saymaya başladım. O da cevap vermeye çalışıyordu. İki üç saat kadar münazaramız devam etti. (Sorduğum soruları daha önce belirttiğim için burada tafsilata girmiyorum).

Bize tercümanlık yapan Ankara’nın Haymana ilçesinden onun yanında doktora yapan bir talebe idi. Soru-cevap bittikten sonra profesöre dedim ki, “sen sorularıma cevap verdin fakat verdiğin cevaplarla evvela kendini ikna etmiş misin? Çünkü cevaplar iknâî değildi. Hurufata benzer bir şeylerdi” “Kendimi ikna etmemişim desem, o zaman Müslüman olmam gerekiyor” dedi. Ben dedim, “İslam’ı sana teklif etmedim. Sadece bu cevaplarla kendini ikna etmiş misin ki, bana cevap veresin!”Kendimi ikna edememişim” dedi.

Sana tek bir soru sorup konuşmaya son vereceğim dedim. “Sor” dedi. Dedim: “Bir kişi 40 sene bir kavim içinde yaşarsa, hiçbir yalanla itham edilmezse (düşmanları tarafından bile), o kadar doğru olup emin unvanını almış olursa, bir gün bu kişi elinde bir mektup bir cemaate gelse: “Ya cemaat! Sultan beni size gönderdi. Bu elimdeki mektup da sultanındır.”

Emin olup, hiç kimse onu yalanla itham etmemiş olduğundan bir kısım hemen inanıp “inandık dediklerine” dediler. Bir kısım da “bu inananlar bizden daha iyi bilenlerdir. Madem onlar inandılar biz de inanıyoruz” dediler. Bir kısım da mektuptaki belagata bakınca “bu mektubun onun değil, ancak Sultan’ın olacağına” kanaat getirip inandılar. Bazıları da “mektupta binlerce sene öncesindeki hadiselerden bahsediliyor, en derin bilgi sahibi olmayanların bunları bilmelerinin mümkün olmadığını düşünüp, onlar da tasdik ettiler. Bir kısmından bazısı “bu kişi delidir”, bazısı “bu kişi sihir yapıyor” dediler. Bazısı da “bu kişi iftira ediyor” dediler.

Şimdi bu son kısım şahısların böyle söylemeleri, o zatın bu dedikleri gibi olmasını akıl kabul eder mi?” Profesör o zaman meseleyi sezdi. “Akıl kabul etmez desem, o zaman Müslüman olmam gerekiyor” dedi. “İşte o zat Muhammed Aleyhisselam’dır. Sultan’dan murad Allah Teâlâ’dır! Mektuptan maksat Kur’an-ı Azimü’ş-Şandır. Onu hemen tasdik edenlerden biri Ebu Bekr-i Sıddık’tır. Belagata bakıp tasdik edenlerden birisi Seyyidina Ömer’dir. Tarihi vakalara bakıp tasdik eden ise Habeş kavminin Necaşi’sidir” dedim. Heraklius Filistin’i aldıktan sonra, Kudüs’ü ziyarete geldiğinde Peygamber(SAV)’den kendisine bir mektup ulaştı. Mektubu okurken, Peygamberin zuhur ettiğini, İslam’a davet ettiğini görünce “Mekke ehlinden burada var mı?” diye sordu. Ticaret için gelen bir cemaat vardı. Başlarında reis olarak Ebu Süfyan vardı. Onları haber verdiler. Bunları çağırıp görüştü. Ebu Süfyan’ı yakınına çağırdı. Ebu Süfyan ile birlikte gelenlere: “Ben bundan soru soracağım. Yalan söylerse yalan söyledi deyin” dedi.

Ebu Sufyan’dan sormaya başladı. Hz. Peygamberi kast ederek: “Bunun nesli sizde nasıldır?” dedi. Ebu Süfyan: “Bizde asil olan bir nesildir” dedi. “Ecdatlarından melik (Mülk sahibi) olanlar oldu mu?” dedi. “Hayır” dedi. “Ona tabi olanlar fakirler mi? Zenginler mi?” dedi. Ebu Süfyan “Fakirlerdir” dedi. “Dinine girenlerden bu dini beğenmeyip geri çıkan var mıdır?” dedi. Ebu Süfyan” Hayır” dedi. “Siz Onunla harp ediyor musunuz? Ediyorsanız kim galip kim mağlup oluyor?” dedi. Ebu Süfyan: “Ediyoruz. Bazen biz, bazen o galip geliyor” dedi. “Ne emrediyor size?” dedi. Ebu Süfyan “Tek bir Rabbe ibadet etmeyi; kötülük yapmamayı, kimsenin hakkına tecavüz etmemeyi”, dedi. “Siz onu yalancılıkla itham ediyor musunuz?” dedi. Ebu Süfyan “Etmiyoruz” dedi. Heraklius dedi ki: “Mademki insanlar hakkında yalan söylemiyorsa, Allah hakkında daha çok yalan söylemez. Ben sana nesebini sordum, asildir dedin. Bütün Peygamberlerin nesebi asildir. Soyundan kimse melik oldu mu? dedim. “Hayır” dedin. Olsaydı, “ecdadının mülkiyetini dava ediyor” derdim. Sordum “fakirler mi, zenginler mi ona tabi oldular?” “Fakirler” dedin. Bütün Peygamberlerin ilk etbaları fakirlerdir. Dedim “dinine girip sonradan beğenmeyip çıkan var mı?” “Yok” dedin. “Din nurdur. Ona giren, bir daha zulmete girmez.”

"Harp ediyoruz, bazen o, bazen biz galibiz" dedin. Bütün peygamberlerin şanı böyledir. Bazı galip, bazı mağlup olurlar. “Yalan ile onu itham ediyor musunuz” diye sordum. “Hayır” dedin. Eğer dediklerini doğru söyledinse o hak peygamberdir. -Ayağını yere vurarak- burası da O’nun mülküdür, dedi” diye tarihi vakıayı anlattım.

Bunun üzerine Profesör: “İnandım. Muhammed Aleyhissalatu vesselam Allah’ın Resulü’dür. Fakat kelime-i tevhidi bana teklif etme. Çünkü dinde zorlama yoktur” dedi. Ben inandım ki, Profesör İslamiyet’i kalben kabul etti. Fakat hem yanında başka arkadaşları olduğu için, hem de Dekan olduğu için izhar etmedi. Ondan sonra vedalaştık.

Ezan Sesinden Rahatsız olmayan Hıristiyanlar

Diyanet’in görevlisi Cuma Hoca’da misafir kaldım. Hoca dedi ki: “Camilerimizde ezanı önce açıktan okurduk. Sonra gizli okumamız istendi. Konu mahkemeye intikal etti. Komşulardan sordular, “ezandan rahatsız oluyor musunuz?”Hayır” dediler. Sonra bize açıktan okuma izni verildi.”

Amerika’ya Vize Almam

Oradan tekrar Almanya’ya döndüm. Almanya’dan Amerika’ya gitmeye niyet ettim. İngilizce bilen birisi benimle geldi. ABD konsolosluğuna gittik. Onun yanında pasaport olmadığından onu içeri almadılar. “İçerde tercümanlık yapan bulunur” dediler. Ben yalnız içeri girdim. Pasaportuma baktılar, emekli memur olduğumu görünce “Niçin gidiyorsun? Ne zaman döneceksin? Kime gideceksin? Masraflarını kim ödeyecek?” ve benzeri bir sürü soru sordular. Ben de sinirlenir gibi oldum. Soruyu sorana “sen desen ki orada kal, ben kalmam. İşte pasaportumda kaç devlete gittiğim belli. Oralarda az bir müddet kalmışım” dedim. Paralarımı da çıkarıp masaya koydum. “Param çok, kimseye ihtiyacım da yok, kal deseniz bile orada kalmam,” dedim. Tercüman vasıtasıyla dedi ki: “Ben kendisini seviyorum. Kendisine engel bir şey olmasın diye soruyorum. On dakika otursun vize vereceğim”. “Kaç gün istiyorsun” diye sordu. Ben de Almanya ile kıyas ederek söyledim. Çünkü Almanlar istediğimden daha az veriyorlar. Ben de bir buçuk ay dedim ki bir ay versin. Niyetim bir ay idi. On dakika biter bitmez pasaportumu verdiler. İyice hatırlamıyorum ya altı ay ya da bir senelik vize verdiler. Nasıl bu kadar uzun süre vize verdiler diye herkes hayrette kaldı.

Amerika’da İrşad Faaliyetleri

Uçağa bindim. Sekiz saat sonra New York’ta indim. Beni karşıladılar. Bir gece orada kaldıktan sonra taksi ile dört saat mesafede bulunan Troy’a beni davet edip götürdüler. Talepler çok olduğundan dolayı orada bir program yaptılar. Bu plana göre Detroit eyaletine, oradan Chicago’ya, oradan Washington’a, oradan da New York’a gidecektim. Böylece bir ay tamamlanıyordu. Chicago’ya gittiğimde Prof. Erdoğan beni karşıladı. Orada da konuşma yapacağım camileri planlayıp duyurmuşlardı. Çok sevinç gösterdiler. O zamana kadar benden başka Türkiyeli hiçbir âlim oraya gitmemiş. Oradaki Türklere “siz Müslüman değilsiniz” diyorlarmış. Oraya bütün Müslüman ülkelerin âlimleri gittikleri halde Türkiye’den niye kimse gitmedi diye. Bu bakımdan benim gitmemle çok memnun oldukları için iftihar ettiler. Camilerde Arapça sohbet ediyordum. İngilizceye çevriliyordu.

Ehl-i Kitabın Kestikleri Helal Olur mu?

Zaman zaman, ehl-i kitabın kestiklerinin yenilip yenilmeyeceği soruluyordu. Ben de kesimhaneye gidip gözümle görmek istedim. Müdürüne telefon ettiler, “gelsin” dedi. Prof. Numan beni arabasına alıp, harita ile yola çıktık. Kesimhaneye gidince, bize beyaz bir elbise giydirdiler. İçeri girip yedi sekiz basamak yukarı çıktık. İçerde sağlı sollu duvar, önü kapalı girişler vardı. Buralardan ikişer ikişer öküzleri getiriyorlardı. Öküzler tam bizim hizamıza kadar geldiler. Biz bir duvar üzerinden seyrediyorduk. Hayvanlar bize yakın yere gelince bir düğmeye bastılar. Giriş kapandı. Önü de kapalıydı. Hayvanların gideceği bir yer yoktu. Hayvanlar başlarını kaldırınca düğmeye basıldı. Yukardan bir demir inip hayvanın beynine saplandı. Hayvan yere düştü. Hiçbir hareket görmedim. Fil hal hayvanları ayrı bir yerde ayaklarından asılı gördüm. Orada elinde keskin sivri bir bıçak olan birisi duruyordu. O, bıçağı hayvanın boynuna vurunca boğazının öbür tarafından çıkıp boğazını deldi. Bir de bıçağı kuvvetlice çevirince boğazının tüm damarları koptu. Kan fışkırdı. Daha sonra başka yere otomatik olarak naklediliyor. Burada soyulup parçalanıp paketleniyor ve gideceği yere gönderiliyor. Hayvanda hiçbir hareket görmeyince, “murdar oluyor” diye bana bir fikir geldi. Daha sonra cebimdeki defterdeki notlarımda gördüm ki, kanın fışkırması hayvanın yaşadığına delalet ediyor. O zaman bunların kestiklerinin gördüğüme göre helal olduğu hakkında fetva verdim.

Washington İzlenimlerim

Oradaki günlerimiz tamamlanınca uçakla Washington’a gittim. Orada büyük bir Yahudi havrasını İranlıların satın alıp ibadethane yaptıklarını; görmeye değer olduğunu söylediler. Görmeye gittik. Büyük bir bahçe içinde çiçekli güzel bir yer idi. Fakat caminin içine girdiğim de mihrabın yanına duvarlara “Hüseyin’i öldürenlere, ona emir verenlere lanet olsun” diye yazıldığını gördüm.

Orada Suudiler bir okulu vardı. Oraya gittik. Bazı öğrenciler yatılı kalıyorlardı. Bazıları da servisle evlerine gelip gidiyorlardı. Okulun müfredat programını öğrendim. Bazı dokümanlar aldım. İranlılarla adeta yarışıyorlar gibiydi. Fakat İslam’a girenler İranlılara daha çok yaklaşıyorlardı. Çünkü İranlı kadınların tümü tesettürlü idiler.

Burada büyük bir müze vardı. İçinde tarihi, askeri araçlar, uçaklar vardı. Benimle gelen bir mühendis bana izahat yapıyordu. Daha sonra beni büyük bir kütüphaneye götürdüler. Kalorifer yanıyordu. Sıcak bir mekândı. Gelenler istediği kitabı alıp mütalaa ediyorlardı. Bilgisayar usulleriyle de istedikleri kitabı inceleyebiliyorlardı.

Sonra beni camiye götürdüler. Şehir içinde minareli bir cami idi. Bazı insanların içerde, bazı insanlarında dışarıda namaz kıldıklarını gördüm. Sebebini sordum. “Geçenlerde Mısırlı bir zat burada Mısır’daki İslamî hareketlerden bahsetti. Onu Mısır konsolosluğuna şikâyet ettiler. Fil hal onu yurtdışı ettiler. Onun fikrindekileri camiye sokmuyorlar. Onlar da dışarıda namaz kılıyorlar” dediler.

Daha iyi bir kanaate varmak için orada da kesimhaneye gittim. Oradaki baytar müslümandı. Hindistanlı idi. “Kesim zamanı değil, fakat sana göstermek için bir sığır keselim” dedi. Sığırı kestiler. Önceki gördüğüm gibi kesim yapıldı.

Üniversiteye bir Cuma günü gittik, oradaki Müslüman talebeleri ziyaret ettik. Üniversitede bir mescitleri vardı. Cumayı burada kılıyorlardı. Hutbeyi bana okuttular. Ben hutbeyi Arapça okudum. Onlar İngilizceye tercüme ettiler. İçlerinde Malezyalı talebeler de vardı. Malezya durumunu onlardan sordum. Oradaki beynelmilel üniversiteden, hocalarından bahsettiler. Ben de “inşallah nasip olursa oraya gideceğim” dedim. Bazı adresler, bazı üniversite hocalarının telefonlarını verdiler.

Dönüş

Mühendis Yusuf efendiye misafir idim. Afganistan’a gitmek istediğimi söyledim. Yusuf Bey birkaç dolar verdi. “Gidersen oradaki mücahitlere verirsin” dedi. Biletimin günü dolduğundan dolayı Almanya’ya dönmek istedim. Detroit’ten dönmeme rıza göstermediler. “Burada az kaldın. Bilet yanarsa yansın, seni sonra göndeririz” dediler. Ben de hatırları kırılmasın diye kalmaya taraftar oldum. Fakat nedense bilmiyorum, programı yapanlar orada kalmama rıza göstermediler. İki tarafın da kalbi kırılmasın diye “şimdi gideyim, bir daha geldiğimde istediğiniz kadar kalırım” dedim. Bir ay zaman dolmuştu. Uçağa binip Almanya’ya döndüm. Vizeli pasaportum dolmuştu. Oradaki konsolosluktan yenisini aldım. Oradan da Ankara’ya döndüm.

İran ve Hind Diyarlarına Seyahatim

Bu defa Tahran, Karaçi, İslâmabat, Peşaver biletimi aldım. Kaç gün sonra İstanbul’dan Tahran’a gittim. Tahran’da üç taife kimseler gördüm. Bazıları aşırı Humeyni aleyhtarı, bazıları da aşırı …. Taraftarı, bir kısımları da mutavassıt idiler. Burada bir hafta kalmayı planlamış ve ona göre bilet almıştım. Fakat ayrılmama müsaade etmediler. Bileti değiştirip onaltı - onsekiz gün orada kaldım.

Tahran’da Kadı’l-Kudât beni evine davet etti. Geç saatlere kadar evinde kalıp birçok sorular sordum. Fakat doğru dürüst cevap alamıyordum. “Bu gece gitme, bizde misafir kal” teklifinde bulundu. Kabul etmedim. “Otele alıştım” dedim. Kimsede kalmak istemiyordum. Daha doğrusu kendimi tarafsız gösteriyordum.

Burhaneddin Rabbani’ye* bağlı bazı mücahitler vardı. Orada onları da ziyaret ettim. Günlerimizin çoğu mücadele ile ve üzüntülü geçiyordu.

Pakistan’a Gidişim

Bilahare günlerim tamam olduktan sonra uçakla Karaçi’ye hareket ettim. Uçağımız geç saatlerde Karaçi hava alanına indi. Büyük bir liman. Yabancı uçakların hepsi buraya inerdi. Oradan da İslâmabad’a gittim. Burası başşehirdi. Üniversiteye gittim. Bazı öğrencilerle görüştüm. Beni misafir ettiler. Daha sonra onlarla beraber Lahor’a gittim. Mevdudi’nin medreselerine gittim. Çok taaccüp ettim. Tertibatları bir devlet tertibine benziyordu. Ayrı ayrı medreseler, ayrı ayrı hocalar, müderris, doktor, muhasip, misafirhane vb. her şey mükemmel düzenlenmişti.

Güzel fasih Arapça konuşuyorlardı. Âlim idiler. Orada benim ders vermemi teklif ettiler. Ben mazeret gösterdim. O gece orada kaldık. Ertesi gün öğrenciler İslamabad’a döndüler. Lahor’da o medreseden başka, âlimlerin medreseleri de vardı. Hadis-i Sitte’yi(Meşhur altı hadis kitabını) okutuyorlardı. Sordum, iki senede Hadis-i Sitte’leri bitiriyorlarmış. Bir hadis dersini veren öbürünü vermiyor. Meselâ: Müslim veren Buhari vermiyor. Birisi ders verip gidiyor. Öbürü gelip ders veriyordu. 20 kadar soru sıralamıştım. Oradaki ulemadan sordum. Beni Dar’ul-İfta’ya havale ettiler. Orada bana “soruları yaz, ver” dediler. Yazdım, fakat muhtasar, (kısa özet) olarak soruları yazdım. Bana dediler ki “sorular daha tafsilli olsun.” Ben de biraz daha tafsilli yazdım. “Sorular bu gece yanımızda kalacak yarın cevaplarını veririz” dediler. Ertesi gün gittim. Soruları cevaplandırdılar. Cevap veren kişi de 90 yaşlarında çok yaşlı bir kişi idi. Cevapların bazılarını beğendim. Bazıların da beğenmedim. Sorulardan bir tanesi şu idi. “Sünni, Şii ile bey’at edebilir mi?” “Hayır, Sünni Şii’ye bey’at edemez” dediler.

Tebliğ Cemaatinin Merkezini Ziyaret

Orada merkezi bulunan Cemaat-ı Tebliğ’i ziyaret etmek istedim. Ben zannediyordum ki merkez şehir içindedir. Bana işaretle “otobüse bin” dediler. Otobüse bindim. İşaret ettiler, çünkü Arapça bilmiyorlar, Urduca konuşuyorlardı. Vakit gece oldu, şehir içinden çıktık. Epey şüphelere girdim. Belki arzumu yanlış anladılar diye tereddüt ettim. Zaman zaman soruyordum. Onlar daima ileriyi gösteriyorlardı.

Daha sonra bir yere yetiştik, otobüs durdu. Bana ”burasıdır” diye işaret ettiler. Orada bir dükkânda üç dört uzun sakallı adam gördüm. Onları Cemaat-ı Tebliğ mensuplarına benzettim. Acele namaz kıldım. O adamlardan merkezi sordum. Bana “gel” dediler. Nimetullah’ı tanır mısınız? dedim. “Tanırız” dediler. “O da buradadır” dediler. Onların usulu oraya gidenlerin pasaportlarını hemen alıp yazıyorlardı. İdarecileri bana bazı sorular sordu. “Neden böyle geziyorsun? Gayen nedir” diye!.. “El-Asr” süresini kendilerine okudum ve mana ettim. Benimle onların gayelerinin bir olduğunu anladılar ve çok sevindiler. Böyle bir ziyareti kabul etmediklerini, on gün kadar onların cemaatiyle dolaşmamı arzu ettiklerini söylediler.

Tebliğ Cemaatinin Kuruluş Hikâyesi

Bu cemaatin nasıl kurulduğunu bana anlatmak istediler. Anlatan da çok yaşlı, Hindistan’da PTT müdürlüğünü yapmış biriydi. Bir aşiretin adını söyledi (Menev veya buna benzer bir isim)** devamla şunları anlattı: “Hindistan’da bu aşiret 6 milyon kadardı. Müslüman idiler, fakat İslam’dan bir şey bilmiyorlardı. Sadece çocuklarını sünnet ederlerdi. Bir de “Muhammedün pak Rasulullah” demeyi biliyorlardı. Vurucu, kırıcı, hırsızlık yapan insanlardı.

Hindular bunlara dediler ki: “Aslen sizinle biriz. Dedeleriniz silah zoru ile Müslüman edilmişlerdir. İslam’dan da zaten bir şey bilmiyorsunuz. Bu iki şeyden başka! Bunları da terk edin. Tekrar ayni dinde birleşelim”. Bunlar da o tarafa meyyal oldular. İngilizler, Hindulara yardımcı oldular. Hindistan âlimlerinden olan Mevlana İlyas,*** büyük bir âlim ve zengin bir kişi idi. Bu durumdan çok rahatsız oldu. Ulemayı, zenginleri topladı. “Bunlar mürted olacaklar, bu İslam dinine bir hakaret olur, ne yapalım? Bir kişiyi irtidattan kurtarmak yüz kişiyi İslam’a getirmekten daha hayırlıdır. Çünkü bu İslam’a bir lekedir” dedi. Onlara cami yapmaya karar verip camiler yaptılar.

Bir sene sonra Mevlana İlyas kontrol ediyor. Bakıyor ki camiye gelen hiç kimse yok. Camileri de ahır haline getirmişler. Mevlana İlyas tekrar toplantı yapıyor. Bu defa “biz bunlara medrese yapıp çocuklarını okutalım. Dindar yapalım” diye karar aldı ve uyguladılar.

Mevlana İlyas bir sene sonra tekrar kontrole gidiyor. Bakıyor ki medreselerde okuyan yok! Sebebini sorunca “Biz fakiriz. Çocuklarımız hayvan otlatıyorlar, ekinleri bekliyorlar, biz çocuk okutabilir miyiz?” diye cevap veriyorlar. Mevlana İlyas tekrar toplantı yapıyor. Bu toplantıda ise “geçici vaiz gönderelim, onlara vaaz etsin” kararını alıyorlar. Mevlana İlyas tekrar kontrole gidiyor. Bakıyor ki bir netice elde edilmemiş. Eski durumdadırlar. Vaizlere soruyor: “Bir netice elde edememişsiniz nedendir bu?” Vaizler diyorlar ki: “Memleketi ancak üç ayda dolaşabiliyoruz. Üç ay sonra döndüğümüzde bakıyoruz ki, öğrettiklerimizi unutmuşlar!”

Mevlana İlyas tekrara toplantı yapıyor. “Elimizden geleni yaptık. Bundan başka bir şey yapmaya gücümüz kalmadı” diyorlar. Mevlana İlyas üzüntülü bir şekilde hacca gidiyor. Kâbe’nin astarına el atıp ağlıyor. “Yarabbi bunlar irtidada gidiyorlar! Biz bir şey yapamıyoruz!” diyor. Daha sonra Medine’ye gidiyor. Peygamber Aleyhissalatü vesselamı ziyaret edip, orada da ağlayıp sızlıyor. Şikâyetçi oluyor. Rüyada Peygamber Aleyhisalatu vesselamı görüyor. “Ya İlyas! Benim yaptığım gibi yap” diyor. O zaman uykudan uyanıyor. Bu sözün manası nedir, ne demektir? diye tefekkür ediyor. Düşünürken İmam-ı Malik’in “Bu ümmetin salahı evvelkilerin salahı ne ile olduysa sonrakilerin de salahı, onunla olur” sözü hatırına geliyor.

Hindistan’a dönüyor. O milletin içine gidiyor. Yol üzerinde oturuyor. Ücretle kazma-kürek işine gidenlerden bazılarına “sizin ücretinizi ben vereyim. Gelin camide size ders vereyim” diyor. Öylelikle bir cemaat yetiştiriyor. Bunlara: “Gelin tebliğe çıkalım. Gezip davet (tebliğ) yapalım” diyor. Bir yere gidiyorlar. Seksen yaşındaki bir ihtiyara “kalk konuş” diyor. O ihtiyar da: “Hocam ben ne konuşayım. Bunların hepsi benden daha iyi biliyorlar. Daha bunlara ne diyebilirim” diyor. Hoca: “De ki “benim yaşım seksen. Şimdiye kadar dinden bir şey anlayamadım, öğrenemedim. Kalkın da bize dinimizi öğretin” de, diyor. Bunu söylerken ağlıyor. Dinleyenleri de ağlatıyor. Büyük bir cemaat orada bunlara tabi oluyorlar. İrşada çıkıyorlar. Bir sene içinde Hindistan’ın bin km. şarkında, bin km. garbında irşad yapıyorlar.

Muhaddis büyük bir âlim kitabında şöyle yazıyor: “Az bir müddet sonra bunların memleketine gittim. Hayret içinde kaldım. Adam öldürmeyi tavuk öldürmek kadar hafif gören, hırsızlık yapan kişiler öyle bir hale gelmişlerdir ki şimdi onlar halkın malını muhafaza ediyorlar!”

İşte Cemaat-ı Tebliğin aslı bundan olmuştur. Bu cemaatin siyasetle hiç alakası yoktur. Onun için bütün dünyayı geziyorlar. Herhangi bir devlet şüphe ederse bunları memleketlerinden tetkik ediyorlar. Bu kişilerin siyasetle alakalarının olmadığı, herkese iyilik talim ettikleri cevabını alıyorlar” dedi.

Cemaat-i Tebliğ ile Dolaşmam

Hülasa, onların on gün gezilerine katılmama dair tekliflerini kabul ettim, onları kırmadım. Bir araba getirdiler. Araba parasını geziye gidecek cemaate taksim ettiler. Herkes kesesinden harcardı. Usul, adetleri böyle idi.

Bir şehre gittik. Orada bir camiye indik. Adetleri gereği, gittikleri yerde o yerlilerin ileri gelenleri ile istişare ederlerdi. İmamdan camide kalmak için müsaade alırlardı. Bir müddet sonra başka bir camiye nakil olurlardı. Cemaatlerine muvakkaten iştirak ettiğimden dolayı merkezden bana bir yatak vermişlerdi. Bu yatağımı gezi cemaatinin reisi bizzat kendisi taşıyordu. Onların tevazu ve hizmetlerinden dolayı gözlerim yaşarıyordu. Bir camiden bir camiye bir şehirden şehire gittiklerinde dualar yaparlardı. Halkı camiye davet ettikleri zaman en az üç kişilik bir grup giderdi. Bunlardan birisi emir, birisi tercüman, diğeri de teklif eden oluyordu.

Davetin keyfiyeti şöyle idi: Yolda kalben zikrederek, tesbihat yaparak giderlerdi. Vardıkları evin kapısını aralıklı üç defa çalarlardı. Kapıyı açan kadın olduğu takdirde onu görmemek için kapıya arkalarını dönerlerdi. Eğer kapıya gelen erkek ise camiye gelmesini teklif ederlerdi. Kadın ise kocasının gelmesini isterlerdi. Bu tebliği yapan da kendilerinden olmayan daha uzak memleketlerden gelen, başka lisanla konuşan kişiler olurdu. Der ki: “Ben falan yerden geldim. La ilahe illallah Muhammeden Rasulullah. Elhamdülillah hepimiz Müslümanız, kardeşiz. Falan camide falan namazdan sonra sohbetimiz olacak. Siz kardeşimizin de orada bulunmasını arzu ediyoruz.”

Talimata göre kimse konuşanın yüzüne bakmaz. Sadece tercüman onunla muhatap olurdu. Ta ki heyecanlanmasın. Utanmasın! Eğer davet edilen namazlı, abdestli biri ise zaten davete icabet ediyordu. Onunla birisi camiye kadar gidiyordu. Camide birisi onu kapıda karşılıyordu. Eğer târikussalat ise de “çamaşırımı değiştirir, gelirim” derdi. Davet için gezenlere yerli halktan biri rehberlik yapardı. Bu rehber grubu evlere götürürdü. Körü körüne gitmiyorlardı. Dolaşma bitince emir olan kişi arkada, diğerleri önde yürümek üzere kaldıkları camiye dönerlerdi. Sağa sola geçişler Emir’in talimatı ile oluyordu. Dönüşte sağa, sola, etrafa bakmak yoktu. Camiye kadar istiğfar ederlerdi. Belki nazar ettik, belki gaflet yaptık, belki bir kusur işledik diye!

Eğer oralarda büyük âlimler varsa onların da ziyaretine giderlerdi. Âlimleri edeben camiye teklif etmezlerdi. Fakat o âlimler durumu anlar, bilirlerdi. Âlimlere giderken bir hediye de götürüyorlardı. Bir âlimin ziyaretine benimde içinde olduğum grup gittik. Ona benim için “Osmanlıdır” dediler. O âlim çok sevindi. Osmanlıları methu sena etti. Şu hatırasını anlattı: “İngilizler, Hindistan’ı işgal ettiklerinde “size yol yapıyoruz” diyerek binalarımızı mescitlerimizi yıkıyorlardı. Çok makbul bir camimiz vardı. Onu da yıkmak istediler. Sözü geçen bazı zenginleri aracı gönderip, bu camiyi yıkmamalarını söyledik, fayda vermedi. Etraftaki devletlere başvurduk. “Yıkabilirler, gücümüz yetmez” dediler. Bazılarımız “Osmanlılara haber verelim” dediler. Haber verdik. Osmanlılar bunlara dedi ki: “Camilere dokunmayacaksınız! Dokunursanız sizinle harp ederiz!” Bunun üzerine, onlar da camiyi yıkmaktan vazgeçmiş oldular.

-Devam Edecek-

Dipnotlar

*Burhaneddin Rabbani, 1979’da Sovyet Rusya’nın Afganistan’ı işgalinden sonra, direnişe başlayan Afgan mücahitlerinin hizblerinin birinin başındaydı.(Salih Okur)

**Hocaefendi’nin hatırlayamadığı ismin doğrusu Mevat’tır.(Salih Okur)

***Mevlana İlyas Kandehlevi; 1885 senesinde Hind alt kıtasının Uttar Pradeş Eyaletinin Kandehle şehrinde dünyaya geldi. Tanınmış, soylu ve ilim ehli bir ailedendi. İlk dini tahsili ağabeyi Yahya Efendi’den aldı. Hafız oldu. 1896 ilim tahsili için Gangoh şehrine gitti. Burada bir müddet Eşref Ali Tehanevi hazretlerinin derslerinde bulundu. Daha sonra Eşref Ali Hazretlerinin de hocası olan büyük âlim ve mutasavvıf Reşid Ahmed Gangohi’ye intisap etti.

Onun 1905’te vefatından sonra Delhi’ye giderek Halil Ahmed Seharenpuri’ye intisap ile seyru sülukunu tamamladı. Bir müddet Diyobend Dar-ul Ulûmunda, Şeyh’ül Hind lakaplı allame Mahmud Hasan Diyobendi’nin hadis derslerine devam etti.

1910’da Seheranpur şehrindeki Mezahir-il Ulum medresesinde hocalığa başladı. 1925 senesindeki Haccı esnasında gördüğü sadık bir rüya ile Tebliğ hareketini başlattı. Hareket kısa zamanda çok büyük bir hızla yayıldı. Hind alt kıtasının her yanını sardı. Daha sonra, tutuşturulan bu davet ateşi diğer ülkelere sıçradı. Dünyanın her yanına irşad kafileleri gönderilmeye başlandı. Muhammed İlyas Hazretleri, 12 Temmuz 1944’de Hakkın rahmetine kavuştu. Rahimehullah. Vefatından sonra hareketin emirliğine, oğlu ve Hayat’üs- Sahabe’nin müellifi olan büyük âlim Muhammed Yusuf Kandehlevi geçti.(Salih Okur)

 Fotoğraflar

1-Muhammed Emin Er Hocaefendi

2-Tebliğ Cemaatinin merkezi

3-Cemaat-i Tebliğ’in kurucu Muhammed İlyas Kandehlevi hazretleri

4-Tebliğ hareketini anlatan bir kitap

 

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DİĞER YAZILAR

Yer yüzünde bulunan her canlı yok olacaktır. Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zâtı baki kalacaktır.

Rahman, 26-27

GÜNÜN HADİSİ

Mü'minin sezgisinden sakının, çünkü o Allah'ın nuruyla bakar.

Taberani

TARİHTE BU HAFTA

*Fatih Camii'nin yeniden ibadete açılışı(15 Nisan 1772) *Turgut Özal'ın Vefatı(17 Nisan 1993) *Türk-Yunan savaşının başlaması(18 Nisan 1897) *Miladi takvime göre Efendimiz'in (s.a.v.)dünyaya teşrifleri(20 Nisan 571)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI