Cevaplar.Org

MUHAMMED EMİN ER HOCA EFENDİ’NİN HATIRATI-6

1961 yılında Şeyh efendinin (Şeyh Seydâ el-Cezeri) emri ile Gaziantep ilinin Nizip ilçesinin Kertişe köyüne imam olarak gittim. Orada da talebelere ders vermeye devam ettim. O köydeki talebelerden dört-beş kişi icazet aldılar. Köy ahalisi dini


2010-08-07 02:50:30

İmamlık Hizmetlerim

1961 yılında Şeyh efendinin (Şeyh Seydâ el-Cezeri) emri ile Gaziantep ilinin Nizip ilçesinin Kertişe köyüne imam olarak gittim. Orada da talebelere ders vermeye devam ettim. O köydeki talebelerden dört-beş kişi icazet aldılar. Köy ahalisi dini yönden çok gerideydi. Köy olmakla beraber beş dükkânda içki satılıyordu. Kumar oynanıyordu. Bir kişi beş kadınla evlenmişti. Bir başkası da kız ile kızın teyzesini birlikte nikâhlamıştı. Bu münkirlerle çok mücadele ettim. Neticede köy düzeldi. Köyde minareli yeni bir cami yaptırdım. Yol, elektrik getirmeye çalıştım. Köy diğer köylere nispeten din bakımından en geri iken hemen hemen en iyilerden oldu.

Bilahare Gaziantep merkeze nakil oldum. Diyanet sitesinde imam-müezzinlere, bazı öğretmenlere ilm-i aletten ve feraiz ilminden ders vermeye başladım. Daha köyde iken resmi imam olmaya beni mecbur ettiler. On dört senelik bir süre resmi görevde kaldıktan sonra yaş haddinden emekliliğimi istedim.

Hak Yol Vakfı Talebelerine Ders Vermem

Bir müddet sonra şeyhimin oğlu, Şeyh Muhammed Nurullah bize geldi. “Dış ülkelerde ihtiyaç var. Oralara gitmezseniz mesul olursunuz.” dedi. Gitmem için ısrar etti. Hatta pasaportumu çıkarıncaya kadar orada kaldı. Pasaportum alındıktan sonra Cizre’ye döndü. O arada Esad Coşan hoca Gaziantep’e geldi. Bana “Ankara’ya gelirsen iyi olur. İki yüz kadar yüksek tahsil yapan talebeler var, yanında okurlar. Bu sebeple Ankara’ya gelmeni isteriz” dedi. Fakat söz vermedim.

Oğlum Mehmet Fadlullah o zaman Ankara’da idi. Evi Demetevler’de idi. Onda bir gün misafir idim. Esat hocanın mahiyetindeki öğrencilerin başkanı Kemal adında bir genç yanıma geldi. “Biz ilahiyat talebeleriyiz. Arapça ders okumak istiyoruz. Bize ders vermenizi rica ediyoruz” dedi. Bu teklife icabet etmezsem manevi mesuliyetlerden kurtulmayacağıma dair ilhahlarda bulundu. Israrları karşısında “bir ay kadar, evi getirmeden size ders vereceğim. Ondan sonra duruma bakarım. Ona göre karar veririm” dedim. Bana talebelerin kaldığı yerde özel bir oda tahsis ettiler. Oraya yerleştim. Talebelere yemeklerini kimin yaptığını, parasının nereden geldiğini sordum. “Yemek vakıftan geliyor. Biz parasını veriyoruz” dediler. “Ben de para vereyim” dedim. Kabul etmek istemediler. Fakat hakları bana geçmesin diye ısrar ettim. Ben de para katkısında bulundum. 50-60 civarında talebe ayrı ayrı dersler okuyorlardı. Haftada bir gün hariç devamlı akşama kadar dersle meşguldük.

Bu gençler, ahlakları çok temiz, tahsili sever, prensipli, cami cemaate devamlı idiler. Bu özelliklerini hissettikten sonra Gaziantep’ten evi getirmeye karar verdim. Fakat onlara hiçbir teklifte bulunmadım bu hususta! Ta ki işim Allah için olsun, bir minnet altına da girmeyeyim diye. Zaten talebeler diyorlardı ki “gelirsen evi biz temin ederiz. Kirayı vakıf ödeyecek”

Neticede Öz Elif sitesi blok 7. katta bir daireyi bana tuttular. Kirası da 10 bin lira civarında idi. Evi getirdim, yerleştim. Onlara ders vermeye devam ettim. Başkanları olan Kemal, okulu bitirince gitti. O eski düzen bozuldu. Ben de onlara: “Sizin devamınız yok. Bir kitabı bitirmeden bir başka kitaba geçmek istiyorsunuz” dedim. Onlardan sanki bir nevi darıldım. Dış ülkelere gitmeye karar verdim.

Bazı ileri gelen kimseler toplanıp yanıma geldiler. “Dış ülkelere seyahat yaparsan, bize bağlı olan cemaatlerin yerlerine gitmelisin dediler.” Ben de “hayır” dedim. “Bütün İslamî cemaatlerin hepsini hiçbir fark gözetmeden görmek isterim” dedim. Saat 12’ye kadar bu konu üzerinde durdularsa da ben aynı kararım üzerine sabit kaldım.

Danimarka’ya Gidişim

Evvela Danimarka vizesini aldım. Aktarmalı olarak 4 saat sonra Danimarka’nın başkenti Kopenhak’ta indim. Ankara’dan gitmiştim. İlk olarak orada bulunan Diyanet İşleri Başkanlığının müşaviri ile görüştüm. Büyük camide Cuma günü vaaz etmemi teklif etti. Cuma günü orada vaaz ettikten sonra başka bir şehre gittim. Orada Akide-i Hayriye’den cemaate ve gençlere ders verdim.

O memleketin kadınları çok aşırı açık giyinirlerdi. Ahalisi bisiklet binmeyi çok severlerdi. Bisiklete binenler için hususi yollar yapılmıştı. Köpekleri de gayet severlerdi. Hatta bisiklet binerlerken elleriyle bisikleti tutarlar, öbür elleriyle de köpeği çekerlerdi.

Bir Papazla Görüşme

O şehirde bulunan büyük bir kiliseye gittik. Dom kilisesi deniliyordu. Sordum: “Dört papaz burada var. İçlerinden bir tanesi çok mümtazdır. Hariçte bazen devleti de temsil edendir” dediler. Onun telefon numaralarını aldım. Kendisiyle yüz yüze görüşmek istediğimi telefonda ona bildirdim. Niçin deyince, “bazı dini sorular soracağım” dedim. Bana ertesi gün belediye kütüphanesinde saat 10’da buluşmamızı söyledi. Ertesi gün ben ve 3 kişi daha olmak üzere 4 kişi, verilen saatte Belediye Kütüphanesinde hazır olduk. Bazı İncilleri torbaya doldurmuş halde papaz da çıkageldi. Yanımdaki arkadaşlardan Ömer İnci’ye soru ve cevapları yazmasını söyledim. Tercümanımız da ora Belediye encümen azası, Ankaralı bir Türk’tü.

İlk olarak Papaza dedim, “sen bir din adamı olduğun halde kıyafetin din adamına benzemiyor. Ne sakalın, bıyığın var, ne başında papağın, ne boynunda ne de üzerinde cübben var. Sen ne biçim din adamısın?” “Ne yapalım zamana uyuyoruz. O bahsettiğin ekseri Yunan papazlarında olur” dedi.

İkinci soru olarak: “Sizde kadınların çıplaklığı ne kadar caizdir? Hududu nedir?” dedim. “Bizde bir hudut yoktur. Yalnız nazar çekici bir surette olmamak şartı ile!” “Nazar çekmeme mümkün değildir” dedim. O da “bizde hudut yok” dedi.

Sizde hayvanın meşru şekli kesimi nasıldı?” dedim. “Bizde onun da bir hududu yoktur. Yalnız hayvanı incitmemek şarttır. Eziyet vermeksizin nasıl olursa olur” dedi.

İncillerin adını ve sayfa numaralarını belirterek, “falan İncil’de İsa Allah’tır diye yazılmış, falan İncil’de ise Allah’ın oğlu olduğu yazılmış. Bu iki İncil arasında münafaat vardır” dedim. Verdiği cevap mukni değildi. Ben sadece İncillerdeki çelişkileri belirtmekle yetiniyordum. Fazla üzerinde durmuyordum.

“Falan İncil’in falan sayfasında da İsa Yusuf’un oğludur. Yusuf ta Yakub’un oğludur” diyor. Bu nasıl olur” dedim. Cevap vermeye çalıştı. Peki, falan sayfada da dört babadan sonra Yakup oğlu Yusuf’a geldiği yazılıdır. Bu da çelişiktir” dedim. Ona da cevap vermeye çalıştı. Fakat doğru dürüst cevap bulamadığı için terlemeye başladı. Sıkıldı. Kütüphaneye gelenler bizim soru sorup yazmamızı görünce ayakta bizi dinlemeye başladılar.

İsa Aleyhisselam’ın öldürüldüğü hususunda falan İncil’de Hz. İsa’nın “baba beni bu Yahudilerden niçin kurtarmadın!” diye seslendiği yazılıdır. Bundan anlaşılıyor ki İsa Rab değil. Rabbi çağırmış.

Falan İncilin falan yerinde de “İsa’nın yavrulu bir merkebi vardı. Hem merkebe, hem de yavruya binerdi” deniliyor. Allah nasıl merkebe biner dedim? Ona da sapık sapık cevaplar veriyor, fakat üzerinde durmuyordum.

Falan İncilin falan yerinde İsa’nın öldüğünde üç gün iki gece toprak altında kalacağını söylediği yazılmış. Falan sayfasında ise üç gün üç gece kaldığını yazmış. Bu da münafât oluyor dedim. Bu soruları sorunca saat 12 oldu. Papaz: “saat 12 oldu başka yerde işim var. Adres verin, ben yarın oraya yanınıza geleyim” dedi. Adres verdik. Ayrıldık.

Ertesi gün saat 10’da bulunduğumuz yere geldi. Dört İncili de torbaya koymuş getirmişti. Falan İncilin falan yerinde deniyor ki, İsa kabirden kalkınca: “Ben baba yanına gidiyorum. Bulutlardan yere ineceğim. Henüz bazınız da hayatta olacaktır” dediği yazılmış. Şimdiye kadar gelmedi. Bu münafât, yalan oluyor” dedim. Falan incilin falan yerinde: “Yusuf ile İbrahim arasındaki babalar 27 tanedir” diyor. Başka bir incilin falan yerinde ise “42’dir” diyor. Bunların arasında çok fark vardır” dedim. Olabilir ki birisi Meryem’in birisi kendisinindir dedi. Hayır dedim. Yusuf’un babası diyor dedim. Dedi ki “belki Yahudilerin oynamalarıdır. Tarihi bilgidir.”O zaman demek ki İncil muharreftir” dedim. Hayır dedi.

Falan İncil’in falan yerinde “İsa ile Adem arası 40 bin senedir” deniyor. Fakat İlim öyle göstermiyor dedim. Ona da cevap vermeye çalıştı. “İncil’de dünyanın bütün ömrü seksen bin sene diyor. Bu da bugünkü ilme muvafık olmuyor” dedim.

“Falan İncil’in falan yerinde İsa Resul’dür deniliyor. İsa ne Allah’tır ne de Allah’ın oğludur” dedim. Şüpheli olduğu konularda İncil’e bakar, aynen benim dediğim gibi yazılı olduğunu görürdü. Burada da benim dediğim gibi yazılı olduğunu görünce dedi ki “Allah “resul olarak gönderdik” demiyor. Sadece “gönderdik” diyor. Ben de dedim “gönderilene resul denir” “Hayır, Olabilir ki gönderilir, fakat resul olmaz” dedi. Dedim “Yahudiler Seyyidina Meryem’e bühtan ediyorlar. İsa Aleyhisselam’a hâşâ piç diyorlar. Fakat biz Müslümanlar Meryem’e afife, Sıddıka der hürmetle anarız. İsa Aleyhisselam’a Allah’ın Resulüdür der, saygı gösteririz. Yahudiler sizin dininizin kökünü baltalıyorlar, biz ise inanıyoruz. Gerektir ki siz bize daha yakın olmalıydınız. Fakat siz onlarla birleşip İslam’a karşı oluyorsunuz, sebebi nedir” dedim. “Sebebi İncil’de bulamadığımız bir konuda Tevrat’la amel etmemizdendir” dedi. Dedim “biz ile siz ehli kitabız, komünistler hiçbir kitap tanımazlar. Onlara nispetle biz birbirimize yakınız. Sizinle birlik yapıp komünistlere karşı durmamız iyi değil midir?” “İyidir” dedi.

Ömer İnci de:”Bulgaristan’daki yönetim Türkleri öldürüyorlar. Siz niçin seslenmiyorsunuz, onlar komünisttir” dedi. “Bundan benim haberim yok, bundan sonra bununla ilgilenirim” dedi.

Ben “Son olarak senden bir soru sorup, mülakatımıza son vereceğim” dedim. “Söyle, sor” dedi. “Bir kişi bir kavim içinde 40 sene kalır, herkes de onu iyi olarak tanır, biliyor, hiç bir kötülüğünü görmezler, hiç bir zaman yalan söylediğine şahit olmazlar. Bu kişi bir gün elinde bir risale ile o kavme: “Beni size Sultan gönderdi. Bu elimdeki risalede de Sultan’ın sözleri var. Bazı şeyleri yapmanızı, bazı şeyleri de yapmamanızı emrediyor” deyince; bu kişi hiç yalanla itham edilmemiş olduğundan dolayı, bazıları sözlerine hemen inanırlar. Bazıları da risaledeki ibarelerin fesahatine bakınca bilirler ki, “bu avam kârı değil, ancak Sultan’ın olabilir” deyip onlar da tasdik ederler, inanırlar. Bazıları da “bunu en iyi bilenler tasdik ettiler, inandılar, demek ki doğrudur” deyip onlar da inanırlar. Bazıları da tarihi olayları görünce “bunlar da Sultan olmazsa kimin haddi var ki bunları bilebilsin” deyip inanırlar. Bir kısmı da “biz inanmıyoruz, bu bir sihirdir. Sultan’a iftira ediyor. Gönderilecek hiç kimse kalmadı da Sultan bunu mu gönderdi” derler ise, akıl bu sonrakilerin ifadelerini kabul eder mi?” dedim. “Etmez desem, o zaman Müslüman olmam gerekiyor” dedi. Ben dedim ki “sana İslamiyet’i teklif etmedim. Sadece aklın bunu kabul edip etmeyeceğini sordum.” “Kabul etmez” dedi. “İşte o gönderilen Muhammed Aleyhisselam, risale de Kur’an-ı Kerim’dir” dedim ve şu hadiseyi anlattım: Peygamber, Herakles’i İslam’a davet ettiği zaman, Herakles etrafındakilere; “siz onu yalanla itham ediyor musunuz?” diye soruyor. Ebu Süfyan, o zaman Peygamber’in en şiddetli düşmanı iken “hayır onu yalanla itham etmiyoruz” dedi.

Bunun üzerine Papaz: “Benim Muhammed Aleyhisselam’a çok saygı, hürmetim vardır. Eğer İbrahim Aleyhisselam’ın milleti üzerinde ise onu tasdik ederim” dedi. “Evet, İbrahim Aleyhisselam’ın milletindendir. Kur’an’da kendisine “İbrahim Aleyhisselam’ın milletine tabi ol” diye emirler vardır” dedim. “Ben bilmiyorum” dedi. “Sen Kur’an’a bakmıyorsun, eğer bakarsan görürsün” dedim. “Bundan sonra bakacağım” dedi. Adresini bana verdi, benim adresimi de aldı. Saatlerimize baktık 12 olmuştu. İki saat önceki gün, iki saatte o gün, tam dört saat münazaramız devam etti. Ondan ayrıldık.

Şehirlerde Seyahatler

Benimle beraber bulunan gençler beni değişik şehirlere götürdüler. Oralarda sohbetler yaptım, konferanslar verdim. Gençlere akide dersleri verdim. Bir zaman başkent olan bir şehir vardı. Burada yerli imalatları olan dokuz katlı gemiye bindik. Güvertesine çıkıp denizi seyretmek istedim. Fakat güvertede güneşlenen mayolu çıplak insanları görünce nefret edip geri döndüm. Benimle beraber olan arkadaşlar gemi sahibinden anahtar alıp beni özel bir bölüme götürdüler. Tek kişilik bir oda idi. içinde; bir karyola, büyük bir ayna, banyo, tuvalet, hepsi mevcuttu. Banyo yaptım. Bir müddet karyolada yattım.

Üç saat sonra kapıyı çaldılar, baktım ki bir adaya varmışız. Gemiden indik, gençlerin sohbet yerine gittik. “Burasını bize belediye verdi” dediler. Belediye gençlerin kötü yerlere gitmeyip böyle mekânlarda toplanıp sohbetler etmelerini istediği için, talep halinde onlara yer veriyormuş, bu yeri de o şekilde vermiş. Orada çalışan insanlar etrafımıza toplandılar. Diyanet Camisinde konuşmamı istediler. Orada da herkese vaaz ettirmiyorlar. Bu sebeple Kopenhag’daki müşavire telefon edip vaaz etmem için izin istediler. Daha önce müşavir ile tanışmıştım. İzin verdi. Vaaz ettim. O gece orada misafir kaldım. Ertesi gün gemi ile geri döndüm.

Başka bir şehre gittim. Oradaki insanların dinlerine göre nikâh kıyıp evlenmeler nüfusun %20’sini ancak bulur. Diğer evlilikler gayri meşru yolladır. Bu gayrı meşru evliliklerin çocuklarını devlet besliyor. Okula gönderiyor. Başkalarına veriyor. Anne babaları belirsizdir. Anne babası belli olan çok azdır. Aralarında bir hürmet, saygı da yoktur. On seneden beri görmediği babasını çarşıda görse eve gidelim teklifinde bulunmazlar. Bayanların açıklıkları diğer Avrupa ülkelerinden daha ziyade idi. Milli bayramlarını gördüm. Bayanların başında köylü kadınların kullandığı taç gibi büyük sargılar vardı. Fistanları yere kadardı.

Başka bir şehre giderken, trenle gittik. Trenler çok hızlı, konforlu ve rahattır. Onun için yolculukta treni tercih ederler. Memleketlerinde çok yeşillik vardı. Fakat sığır, koyun gibi davara hiç rastlamadım. “Çok ot olmakla beraber neden hiçbir hayvan görünmüyor?” diye sordum. Dediler ki “bu otlar adi otlardır. Hayvanlarına daha özel, ayrı otlar verirler. O otlar daha besleyicidir. Onlarla beslenen hayvanlar daha ziyade süt verirler, daha ziyade etlenirler. Onun için bu otlaklarda hayvan bulunmaz!”

Trenle giderken iki yaşlı bayan karşımda oturdu. Onlara soru sormak istediğimi, cevap verip vermeyeceklerini sormasını tercümana söyledim. Tercüman sordu. “Evet, cevap veririz” dediler. “Kaç yaşlarındasınız” dedim. Birisi, “ben 80 yaşlarındayım. Yanımdaki arkadaşım da 83 yaşındadır” dedi. İki parmağı ile işaret ederek iki torunum var, dedi. Onlara, “ahirete inanıyor musunuz?” dedim. “Hayır” dediler. “Size gençlikte papaz söylemedi mi Cennet, Cehennem var” diye dedim. “Söyledi fakat biz ikna olmadık” dediler. Daha başka yerde resmi bir belge verdiler ki 33 senede 800 bin nüfus artışı olmuş o memlekette.

İsveç’e Gidişim

Orada iken tarikata intisap edenler çok oldu. Almanya’dan bizi davet ettiler. Biz, “Almanya yabancılara vize vermiyor” dedik. Bunun üzerine bir yazı gönderdiler. “Eğer buna rağmen vize vermezlerse biz kendimiz geliriz” dediler. O yazıyı konsolosluğa götürdüler. Vize verildi. Almanya’ya gitmeden önce otobüs ve vapurla İsveç’e gittim. “Bu deniz kışın donar. Devlet bu buzu kırar, gemiler öyle işler,” dediler. İsveç’in yolları çok geniş ve temizdi. İnsanları azdı. Beni bir parka götürdüler. Parkta çeşit çeşit çiçekler vardı. Öyle düzenli idiler ki sanki renkli halılar sermişlerdi. “Cumhurbaşkanı gelince bu parka gelir” dediler. Bir kibrit çöpü bile yere atmak yasaktı. Çöp kutularına atılırdı. Bu memlekette, güneş doğduğu cihetten öğlene kadar gelebildiği yere kadar gelir öğleden sonra tekrar geri gider, doğduğu cihetten batardı. Orada bir camiye gittim. Caminin arsası 30 dönümdü. Cami temelden camlı olarak yapılmış kadın erkek yerleri ayrı ayrı düzenlenmişti. Ayrı ayrı banyo, tuvalet ve sıcak sular da vardı. Bu memleket nüfus bakımından çok azdı. Senelerden beri artış olmadığı gibi bilakis eksilme olmuştu. Bazı yerlerden Çingeneler çocuk çalıp, bu memlekete getirip satıyorlarmış.

Almanya Seyahatim

Nihayet oradan Almanya’ya dönmek istedim. Trenle yola çıktık. Tren bazen kardan, bazen deniz altından gidiyordu. Trende yanımda iki İsveçli genç oturuyordu. Çok nezaketli, yavaşça birbirleriyle konuşuyorlardı. Tercümana dedim, kendilerine sor, ben onlara soru sormak istiyorum. Sorularıma cevap verecekler mi? Tercüman sordu. Cevap veririz dediler. Ben dedim “siz ahirete inanıyor musunuz?” “Hayır” dediler. “Niçin inanmıyorsunuz” dedim. Dediler ki “bütün ne belalar gelmişse dinden gelmiştir. Ha şimdi günümüzde de Humeyni! Biz dini terk edince rahat olduk!”

Almanya’ya vardığımızda polisler trene girip arama yaptılar. Bizi de karşılamaya gelenler vardı. Almanya’nın doğu taraflarında büyük bir şehre gittik. Oradan da etraftaki çeşitli şehirleri dolaştık. Konuşmalar, sohbetler yaptık. Bantlar doldurduk. Âdetim mucibince bütün Müslüman grupların camilerine gittim. Hangi grubun yanına gittiysem istediler ki; onlar yanında kalayım, başka gruplarla görüşmeyeyim.

Oradan Köln’e ve Berlin’e uçakla gitmeye karar verdim. Köln’e gelince çeşitli grupları ziyaret ettim. Konuşmalar, sohbetler oldu.

Londra’daki Konferans

Londra’da İslamî bir konferans tertiplenmişti. Beni de davet ettiler. Üniversite yurtlarını kiralamışlardı. Gelen misafirleri buralarda ağırlıyorlardı. Masrafları konferansı tertipleyenler karşılıyordu.

Mısırlılardan konuşanlar, devletten çok eziyet gördüklerinden, rutubetli, akrepli hapishanelere atıldıklarından bahsettiler. Sudanlılar da; İngiltere sömürgesi iken dedelerinin, İngilizler tarafından “sizi işe gönderiyoruz” diye kandırılıp Amerika’ya köle olarak satıldıklarını söylediler. Bana da konuşma hakkı verdiler. Konuşmamı istediler. Konferansı düzenleyen Pakistanlı Muhammed Sıddık bana yapacağım konuşmanın konusunu sordu. “Takva ile Sabır konusunda konuşacağım” dedim. Dedi ki “yoksa sabırla takva hakkında mı?” Dedim “Cenab-ı Hakkın esmalarında sabır sondadır. Ayrıca Allah “Vetevasav bil-hakkı, vetevasav bis-sabr” demiştir. Sabrı sona zikretmiştir.” “O zaman tamam” dediler. Konuşmayı yaptım. Bir hafta sonra bu konferansın sonuçları ve yaptığı tesir ve faydaları ile ilgili iki sayfa kadar bir yazı dağıttılar. Ben de bu yazıyı İslam Mecmuası’na(1) gönderdim. Çünkü o zaman İslam Mecmuası’nda bazı yazılarım çıkıyordu.

Konferans bittikten sonra orada bulunan Müslümanlar bizi misafir ettiler. Büyük bir bahçeye götürdüler. Orası büyük bir parktı. Çeşit çeşit insanlar o bahçede muayyen günlerde istediklerini konuşabiliyorlardı. Devlet aleyhinde dahi!.. Birisi çıkmış Humeyni aleyhinde konuşuyor. Başka bir yerde ise lehinde konuşan vardı. Bir kadın da bir kürsüde etrafında toplanan kadınlara fuhşiyatı anlatıyordu. Bir Arap da kürsüye çıktı, yüksek sesle ezan okudu. İslamiyet’in fazileti hakkında konuştu. Daha sonra Firavun’un bulunduğu müzeye beni götürdüler. Müzede çeşitli heykeller vardı. Camekân içinde saygı duruşunda durur gibi idiler. Firavun da etrafında demir parmaklıklar olan bir mekânda sanki secdede gibi! Fakat köpeklerin ayaklarını öne uzatıp başını üstüne koyar gibi bir durumda hakir bir şekilde idi. Meşhur Firavun olduğuna delil, mumyasız oluşu idi. Diğer cesetler mumyalı idi. Bazı camileri de gezdirdiler. Daha sonra tekrar Almanya’ya döndüm.

Fransa’yı Ziyaretim

Fransa’ya gitmek istedim. “Vize almak çok müşkül. Belki vize alma işi bir buçuk ay devam eder” dediler. Dört kişi ile beraber Fransa’dan gelen bir arabaya binip vize almadan Fransa’ya girdik. Fransa’ya girince dört kişi pasaportunu karakola götürüp gittiler. Ben arabadan çıkmadım. Karakol ne yaptı ise bilmiyorum, beni de, pasaportumu da sormadılar. Giden dört kişi dönüp geldiler. Biz yola devam edip gittik. Onlarda birkaç gün misafir kaldım. Çeşitli gruplardan gelip sorular sordular. Çeşitli camilere de gittik. Daha sonra onlarla beraber başka bir şehre gittik.

Yolda giderken bazı yerler gösterdiler. “Osmanlıların geldiği yerler” dediler. Osmanlıca isimlerini söylediler. Osmanlılar burada iken çokları korkudan yollarını değiştirdiklerinden bahsettiler. Bazı şehirleri de bana gösterdiler. Buraların Almanya’ya ait olduğunu, ancak harp(İkinci Dünya savaşı) zamanında Fransızlara geçtiğini söylediler. “Hatta bazı ihtiyarlar var ki, Fransızca bilmiyorlar Almanca konuşuyorlar” dediler.

Hülasa, bilet alıp trene bindim. Paris’e gittim. İstasyonda beni karşıladılar. Misafir ettiler. Orada da sohbetler, konuşmalar, ders vermeler oldu. Çeşitli gruplarla görüştüm. Osmanlılara ait geniş bir arazi varmış. O arazi üzerinde bir cami yapmışlardı. Camiden ziyade konferans salonu vb. mekânlar da düzenlemişlerdi.

 

Prof. Dr. Muhammed Hamidullah’ı Ziyaretim

Prof. Muhammed Hamidullah’ı ziyaret etmek istedim. Onu tanıyan bazı kimselerle ziyaretine gittim. Önceden bazen ismini işittiğimde asri bir kişi zannetmiştim. Kendisini görünce hayret ettim. Çok yaşlı idi. Bıyık, sakal karmakarışık kapıya kadar bizi karşıladı. Çalışma yeri dar bir yerdi. Masa üzerinde kitaplar serili idi. Telefonu bile yoktu. Apartmanı da asansörlü değildi. Dört katlı bir binanın bir dairesinde yalnızdı. Dört katı inip çıkıyordu.

Cemaleddin Afgani’yi nasıl görüyorsun?(biliyorsun)” dedim. “Masum değildir”, dedi. “Muhammed Abduh!” dedim. “Masum değildir”, dedi.”Mevdudi!” dedim. “Masum değildir” dedi. “Humeyni!” dedim. “Masum değildir”, dedi. “İbn-i Teymiyye!” dedim. “Masum değildir” dedi. “Peygamberin kabrini ziyaret etmeyi men ediyor, ne dersin?” dedim. “Peygamberin ziyaretini men eden Müslüman değil” gibi bir ibare kullandı.

Irak’la İran’ın harbine ne diyorsun? dedim. “Katil-maktul ateştedir” dedi. Bu konudaki hadisi okudu. “Elkatilu ve’l-maktulu finnar”.

“Buradaki İslam’la (Müslümanlarla) Fransa nasıl?” dedim. “Elli beş bin Fransız Müslüman olmuştur. Hepsi sağlamdır. İki üç tanesi müstesna! Bu iki üç kişi de Suudi’den menfaatlenmek için kendilerini Müslüman gösteriyorlar!” dedi

“Bunlar nasıl Müslüman oluyorlar” dediğimde ise “arıyorlar da buluyorlar” dedi. Fakat zannettiğime göre kimisi onun yazdığı Fransızca tefsirin etkisinde kalarak, kimisi de bizzat onun telkinatları ile Müslüman olmuşlar. Fakat kendisi ihlâsından dolayı kendine bir şey nispet etmiyor. (Bu sene (1997) Ramazan’da New York’da iken kendisinin New York’ta bir hastanede tedavi gördüğünü işittim. Ziyaretine gitmek istedim. O anda ziyaretime gelen bir profesör dedi ki: “Ben onun yanından geliyorum. Şuuru yerinde yok. Yazı ile İngilizce soru sordum. Fransızca cevap verdi. Fransızca yazdım Urduca cevapladı. Durumu ağırdır.” dedi. Artık ben de gitmekten vazgeçtim. Paris’e gittiğimde tefsirinin 16. baskısı bitmiş, 17. baskısı yapılıyordu. Allah kendisine hayırlı şifalar ihsan etsin).(2)

Dipnotlar

1-İslam Mecmuası; Merhum Esad Coşan Hocaefendi’nin gayretleriyle neşir hayatına 1983 yılında atılan dergi büyük ilgi görmüş, daha sonra 90’lı yıllarda kapanmıştır.

2-Merhum Hamidullah Hoca, 2002 senesinde ABD’de dar-ı bekaya irtihal etmiştir. Allah Rahmet eylesin.

Fotoğraflar

1-Muhammed Emin Er Hocaefendi

2-Merhum Esad Coşan Hocaefendi

3-Merhum Muhammed Hamidullah

 

 

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

ali said, 2010-08-07 11:59:32

Dahası var mı diyesim geldi. Elinize sağlık bunları kitaplaştırın kardeşim Herkese faydalı olsun. selamlar.

Bu yoruma katılıyor musunuz ?

DİĞER YAZILAR

Nâhl Suresi;128

Şüphesiz ki, Allah, takvaya sarılanlarla, iyilik yapan ve iyi kullukta bulunanlarla beraberdir.

GÜNÜN HADİSİ

SABAH İLE YATSI NAMAZLARINI CEMÂATLE KILMANIN FAZÎLETİNE DÂİR EBÛ HÜREYRE HADÎSİ

Münâfıklara sabah ile yatsı (cemâat) namazlarından daha ağır hiç bir namaz yoktur. (Halbuki) bu iki namaz(ın cemâatin)de olan (ecir ve fazîlet)i bilseler emekliye, emekliye (sürtüne, sürtüne) de olsa onlara gel(ip hâzır ol)urlardı. (Ebû Hüreyre)

TARİHTE BU HAFTA

*Fatih Camii Tekrar İbadete Açıldı(15 Nisan 2002) *Şeyhülislam İbn-i Kemal'in Vefatı(16 Nisan 2002) *Einstein'in Ölümü(18 Nisan 1955) *93 Harbi Başladı(19 Nisan 1877) *Miladi Takvime Göre Efendimiz'in(s.a.v) Doğumu(20 Nisan 571)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI