Cevaplar.Org

MUHAMMED EMİN ER HOCA EFENDİ’NİN HATIRATI-3

İlk Haccım Kayınvalidem: “Diyarbakır’da bir evim vardı, satmıştım. Parası ile Hacca gitmek istemiştim. Fakat mahremlerim olmadığından gidemedim” dedi. O parayı altına çevirmeye götürdük. Sarraflar “bu para geçmez, tedav


2010-07-15 06:13:22

İlk Haccım

Kayınvalidem: “Diyarbakır’da bir evim vardı, satmıştım. Parası ile Hacca gitmek istemiştim. Fakat mahremlerim olmadığından gidemedim” dedi. O parayı altına çevirmeye götürdük. Sarraflar “bu para geçmez, tedavülden kalkmış” dediler. Sonra, ucuz bir fiyatla bankaya parayı verdik. Bankadan aldığımızı altına çevirdik. Reşat altını bazısını 34, bazısını 35 liradan aldık. 70 reşat altını aldık, biraz da paramız arttı. Bu parayla Hacca gitmek üzere Ramazan bayramını yaptıktan sonra Suriye’ye daha önce yanına gittiğim Şeyhin oğlu Mehmet İsa, bize Suriye nüfus kâğıtları temin etti. Bununla Şam’a gidip pasaport çıkardık. Otuz üç gün pasaport bekledik.

Pasaportlarımızı aldıktan sonra Beyrut’a gittik. Oradan vapurla Suudi Arabistan’a gidecektik. Bir hafta vapur bekledik. Bir hafta sonra vapur gelince, 1100 liraya bilet alıp bindik. Altı gün altı gece vapur yolculuğundan sonra Cidde’ye yetiştik. Cidde’de bizi karantinaya(*) aldılar. “Mısır’da su aldınız, orada hastalık var” diye. Bizde hastalık olmadığına kanaat getirince vapurdan inmemize izin verildi. Hacılar için Sultan Abdülhamid’in yaptırdığı konaklama yerine bizi yerleştirdiler. Yerde serili sırf hasır vardı. Su da acı idi. Karasinekler her şeyin üzerini kaplamıştı. Cidde’den karayoluyla Mekke’ye gittik.

O Zamanlar Kâbe

Kâbe’de tavaf alanı çok dardı. Üç metre bile geniş değildi. Çok defa öğle namazını Beytin gölgesinde kılardık. Tavaf mahalli üzeri küçük ampullerle donanmış bir ip ile çevriliydi. Başka aydınlatma yoktu. Makam-ı İbrahim’in üstünde kubbe vardı. Kâbe’ye çok yakındı. Zemzem kuyusu da onun kenarındaydı. Şimdiki yerde değildi. Zemzem ile makam-ı İbrahim arasında köprü gibi bir geçit vardı. Hacılar altından geçer Hacer’ül-Esved’e giderlerdi. Buraya “Bab-u Şeybe” denirdi. Zemzem kuyusu üzerinde de İmam-ı Şafii’nin makamı vardı. O zaman müezzinler burada kalır ezan okurlardı. Diğer üç imamlar için direkler üzerinde Kâbe’nin dört tarafında yer hazırlanmıştı. Alt tarafında hacılar namaz kılarlardı.

Zemzem kuyusundaki İmam-ı Şafii makamı altında musluklar vardı. Kuyudan su çekilir, buraya dökülür, susayan gider, bardağını doldurur, içerdi. Bugünkü gibi kalabalık değildi. Suyun tadı da o zaman başka idi. Şimdiki gibi değildi. Şimdi değiştirilmiştir. O zaman sadece bir küçük binada birkaç tane tuvaleti vardı. Fakat tıkanıp kapılara kadar 8-10 cm su ile dolduğundan yaklaşılamıyordu. Hacılar ibriklerini doldurur, yakın binaların arka taraflarında tuvalet ihtiyaçlarını görürlerdi.

Safa-Merve o zaman çarşı idi. Sağda solda dükkânlar vardı. İnsan Safa’dan Merve’ye giderken bir dereye iner, bir de yokuşa çıkardı. O zaman hacılar mecburi olarak mutavafif denilen rehberin yanında olurlardı. Hacılar bu rehbere 15 riyal verirlerdi. Onun evinde kalırlar, Arafat’ta da onun çadırında bulunurlardı. Su ihtiyaçlarını rehber temin ederdi. Bazen bu parayı vermeyenler bile çıkardı. Bunun üzerine Mutavvıf hacılara yemin ettirir, “kimin parası yoksa ondan para almayacağım, hatta ona yol parası bile veririm” derdi. Buna rağmen para vermemek için yalan yere yemin eden hacılar da olurdu.

Arafat’a gitmeden önce bir gece Mina’da kalınırdı. Şam’dan arabayla gelenler, araba ile, deve ile gidenler deve ile Arafat’a giderlerdi. Mina ve Arafat’ta Zübeyde suyu denilen içilecek su vardı. Hacılar sayıca az olduğundan Cebel’ur-rahme eteklerinde kalırlardı. Diğer yerler hep boş kalırdı. Türkiye’de otuz dört liradan aldığımız reşat altını orada kırk beş riyale verildi. Türk parası o zaman değerli idi. Tuhfet-ül İbn-i Hacer adlı kitabı yirmi beş riyale aldım.

Peygamber Şehrinde

Hac yaptıktan sonra oradan kamyonla Medine’ye döndük. Üç gün üç gecede Medine’ye yetiştik. Yollar kötü ve kumdu. Bazı arkadaşlar deve ile gittiler. Çok zorluk gördüler. Deve ile gittiklerine pişman oldular. Bir gün Medine’de kaldıktan sonra “vapur gidiyor, Cidde’ye dönelim” denildi. İçimizde bir kişi ikinci hacca gelmişti. İki kere hacca gelenler parmak ile gösterilirdi. O itiraz etti. “Yalan söylüyorlar, gitmeyelim. Burada sekiz günümüzü tamamlayalım” dedi. O zaman mutavvıflarla beraber ziyaret edilirdi. Sanki bir şartmış gibi peygamberin ziyaretine onlar da gelir, dua okurlardı. Hac yapmak çok eziyetli olduğundan mutavvıf duasında “tekrar hacca gelmeyi nasip et” deyince ben amin demiyordum. Bize “memleketinize gittiğinizde haccın zor olduğunu söylemeyin. Hacca gelmeleri hususunda halkınızı teşvik edin” derlerdi.

Suudi halkı o zaman çok fakir olduğundan hacıların çok olmasını isterlerdi. Türkiye’nin birçok ilinden hacca gelen hiç yoktu. Bursa ilinden de tek bir kişi gelen vardı. Mutavvıf sadece ona rehberlik yapıyordu. Sultan Abdülhamid Türkiye’nin her iline ayrı bir mutavvıf tayin etmişti.

Çileli Dönüş Yolculuğu

Sekiz günümüzü Medine’de tamamladıktan sonra, Cidde’ye döndük. Henüz vapur gelmemişti. Bir iki gün vapur bekledik. Nihayet vapur geldi bindik. Beyrut’a gittik. Orada Suriye nüfus kâğıdı taşıyanlar indiler. Biz de indik. Vapur inmeyenleri İskenderun veya İzmir’e getirdi. Biz Beyrut’tan kamyonlarla Şam’a, Halep’e ve Derbesi köyüne gittik. Burası hudutta bir köydü. Hacılara çok kıymet veriyorlardı. Hudut kapısındaki görevliler de: “Bunlar hacıdır geçsinler” diye kolaylık gösterirlerdi. Bu sebeple bazı Hacı olmayan şahıslar hacılara karışır hududu geçerlerdi. Sınırı geçmemize müsaade edilmesi için sınır kapısındaki karakola gidilerek görevlilerle görüşüldü. Bir miktar da para verildi. Bunun üzerine sınırı geçmek için sınır kapı karakoluna gittik. Daha önce görüşülüp para verildiği için ses çıkarmadılar, “geçin” dediler. Biz de sınırı geçip Türkiye topraklarına girdik.

Biraz yol aldıktan sonra bir dereye indik. Aniden dört-beş jandarma sövüp sayarak karşımıza çıktılar. “Hac yasak olduğu halde(**) siz kaçak olarak hacca gidenlerdensiniz. Sizi tutuklayıp yetkililere teslim edeceğiz” dediler. Karakoldan izin alıp sınırı öyle geçtiğimizi söyledikse de kabul etmediler. “Biz o karakolun askerleri değiliz” deyip bizi sıkıştırdılar. Mecburen onlara da bir miktar para verdik. Bizi serbest bıraktılar. Yolumuza devam edip evimize ulaştık.

Şeyh Ahmed-i Haznevi’yi Ziyaret

Daha sonraki yıllarda hem şeyhimi ziyaret etmek, hem de Derbesi köyünde bıraktığım kitaplarımı getirmek amacıyla Suriye’ye geçmeye karar verdim. Şeyhi ziyarete gitmek isteyen şahıslarla hususi bir otobüs kiraladık. Adam başı iki buçuk liraya bizi götürüp getirmesi konusunda anlaştık. Takriben on sekiz saatlik bir yolculuktan sonra Şeyhin bulunduğu Hazne Köyüne vardık. Bir gece Hazne’de yattık.

Sabah namazını camide kıldıktan sonra, işrak vaktine kadar camide yerimden kalkmadım. Bu esnada hatırıma geldi ki insan bu şeyhlerden bir keramet görürse onlara karşı itimadı daha kuvvetli olur. Aradan iki üç dakika geçmeden bir sofi bana: “Şeyh seni çağırıyor” diye seslendi. Dışarıya çıktım. Şeyh efendi cami avlusunda idi. Avucumu avucunun içine aldı. Cami avlusunda beraber olta atıp yürümeye başladık. Avluda bir baştan bir başa gidip geliyoruz. Bana “İnsan Nakşibendîlerden keramet ümit etmemelidir. Kerametin en büyüğü şeriatın istikametidir. Fıkıh’ta zayıf kavl ile amel etmeyin. Caiz ise de amel etmeyin. Sefere gidildiğinde Şafiiye göre cem caizdir. Fakat etme. Çünkü Ebu Hanife’nin hilafı vardır. Namazı kasr etmek Şafii mezhebinde mecburi değildir. Fakat siz kasr edin. Çünkü Ebu Hanife’nin hilafı vardır. Hilaftan çıkmak ve riayet için kasr edin. Bütün sünnetleri yapamamak kusur-ayıp değildir. Fakat mümkün mertebe sünnete çok ittiba edin. Her zaman Allah’ı çok zikredin hatta tuvalette bile! Fakat tuvalette zikir kalpledir. Dil ile değil. Yirmi gün kadar burada kalsan iyi olur” dedi. Ben de “Kitaplarım var. Arkadaşlarım bana yardım edecekler, onun için gitmek istiyorum” dedim. Bir daha tekrar etti. Ben de cevabı tekrar ettim. “Nereye kadar okudun” dedi. “Şerh-u Şemsi’yi bitirdim, Muhtasar’a başlayacağım” dedim. “Bitir, icazet al. İcazette bereket var” dedi. “Hocalarım iki tanedir. Hangisinin yanında icazet alırsam, ötekinin kalbi kırılır” dedim. “Hazretin usulüne göre Made-i Kubra kitabı nerede okunursa, orada icaze alınır” dedi. “Tarikatınıza girmek isteyenler var, fakat yanınıza gelemiyorlar dedim. “Ben sana izin veriyorum. Sen onlara tarikat ver. Tarikata giren şayet kadın olursa onlara bir perde arkasından tarikat ver” dedi. Bana, tövbe adaplarını ve tarikat vermeyi tarif etti. “Bazılarını unutabilirsin. Bunların yazılısı var, onu da vereyim” dedi. Bu yazıları yanında bulunduran talebeyi aradılar, bulamadılar.

Yol arkadaşlarım otobüse binmişler, sadece ben kalmıştım. Şoför devamlı korna çalıyor, benim de gidip otobüse binmemi işaret ediyordu. Ben şeyh efendiye “Yolumuz Amud’an geçiyor. Bahsettiğiniz hususları orada bulunan Molla Abdullatif’e yazdırır alır giderim dedim. Makul gördü. (Molla Abdullatif, Şeyh efendinin halifesi idi) Şeyhin elini öptüm. Otobüse bindim, Amud’a gittik. Molla Abdullatif’in yanına vardım. Şeyhin emrini söyledim. O da yazıp bana verdi.

Abdullah Avini’nin Yanında Okumam

Memlekete döndüğümde talep edenlere şeyhin emri mucibince tarik verdim. İyice hatırlamıyorum, aynı senede mi yoksa sonraki sene mi, şeyh efendi vefat etti.(***) Şeyh Efendi bana oku dediği için Hazne’den Türkiye’ye geldikten sonra eski hocam Molla Abdullah-ı Avini’nin ziyaretine gittim. Az ara ile ikinci defa bir daha ziyaretine gittim. Bana “Ara vermeden bir daha geldin. Sebebi nedir? Deyince, Şeyh Efendinin “kitaplarını bitir. İcazet al. İcazette bereket vardır” dediğini söyledim. Bunun üzerine: “Gel okuyalım. Ben kimseye icazet vermiyordum, fakat sana vereceğim. (Hocası 110 yaşında ve hayatta olduğundan edeben icazet vermiyordu.) Okumaya başladım.

Muhtasar adlı kitaptan okumaya başladım. Beyan, Meani kısımlarını bitirdim. Bu sırada evden beni istediler. “Havalar çok soğuk. Dicle dondu. Mandalara bakamıyoruz, gel” diye beni çağırdılar. Okumaya ara verip, eve gittim. Bir ay evde kaldım. Bu zaman zarfında Muhtasar’ın baki kalan kısmını kendi kendime mütalaa edip bitirdim. Hocamın yanına döndükten sonra, mütalaa ettiğim kısımları tekrar ders olarak okumamı hocam lüzum görmedi. Cem’ul-Cevami şerhi olan Benani’nin kitabından derse başladık. Zaruri işler hariç zamanımın hepsini derse harcıyordum. Günde on altı yaprak okuyordum. Bir zaman sonra hocam: “Şeyh Halid vefat etmiş, taziyesine gideceğim. Taziyeye giderken hocamın da ziyaretine gideceğim” dedi. Hocası Molla Hasan-ı Küçük denilen 110 yaşında, şark ulemalarının hocası bir zat idi. Bunun üzerine ben de eve döndüm.

Cenab-ı Hakkın İkramları

Hocam dönünceye kadar Ramazan ayı araya girdi. Mısır’a gidip Kur’an’ı tecvit üzere okumayı istiyordum. Fakat gördüm ki duruma göre artık gidemeyeceğim. Siirt’te Kurralar var, onların yanına gidip okuyayım diye düşündüm. Çünkü Mısır’a gidip okuyacağım diye, Kur’an’ı tecvit üzere okumadan bu ilimleri okuyordum. Siirt’te bulunan Şeyh Mustafa ismindeki Hazret’in halifesi ile görüştüm. Bana: “Burada hacı hafız Haydar Efendi isimli zat vardır. Tecvit ile en iyi Kur’an’ı bilen odur. Benim oğlum da onun yanında okudu. Sen de onun yanında oku” dedi. Bunun üzerine “Onun yanında Kur’an okurken, senin yanında da Şerh’ul-Akaid’i okuyabilir miyim? dedim. “İhtiyarım. Gözümün ışığı azalmıştır. O gibi kitapların yazılarını fark edemiyorum” dedi. Hafız hacı Haydar Efendi’nin yanına gittim. Devlet tarafından görevliydi. Hafızlara ders veriyordu. Bana da ders vermeyi kabul etti. İmamlık yaptığı camide bana bir hücre verdi. “Burada kal, medreseye gel, ders al” dedi. Üç yüz hafız yetiştirmişti. O kadar hafızlıkta kuvvetli idi ki, konuşurken dahi bir hafız yanlışlık yaptı mı, hemen fark eder “yanlış okudun, şöyle oku” diye ikaz ederdi.

Şimdiki zaman gibi talebelere ratibe vermek yoktu. Bende beş ya da yedi buçuk para vardı. Bu paranın yetmeyeceğini hesaplayarak geri dönmeyi düşündüm. Sonra hatırladım ki, bu özür olmaz. “Param yettiği zamana kadar okurum. Sonra, Ya Rabbi mazeretimi biliyorsun, diye dönerim” dedim ve okumaya başladım. Hocaefendi üç gün, her gün bir sayfa Kur’an’dan bana ders verdi. Ben hocaya durumumu anlattım. O zaman “günde bir cüz sen oku, ben dinlerim” dedi. Günde bir cüz okurdum. Hoca dinlerdi. Beğenmediği yerleri düzelttirirdi. Okuduğum bir cüzü her gün on defa tekrar ederdim. Sonra fırına gider ekmek alırdım. Bazen peynir ile bazen yavan olarak yerdim. Sonra da Şeyh Şerafeddin’in yanına gider Şerh’ül-Akaid dersini okurdum. Zaman zaman da Şeyh Zeynelabidin’in yanına gider, harflerin sıfatı ve mahreçleri dersini alırdım. Bir gün fırına giderken fırını kapalı gördüm. Diğerlerine gittim, onlar da kapalı idi. Siirt’te dört fırın vardı. Hepsine gittim. Hepsi de kapalıydı. Sebebini sordum. “Ekmeğe zam yapılması için kapatmışlar” dediler.

Her günkü gibi özel hücreme döndüm. Aç karnına Kur’an’daki derslerimi tekrar etmeye başladım. O sırada kapı çalındı. Baktım ki bir kişi büyük sir kabı üzerinde büyük bir ekmek olduğu halde bana uzattı. Aldım, odaya götürdüm. Ekmeğin altına baktım. Otlu peynir var. Gözlerim yaşla doldu. Kendi kendime “Ya Rabbi! bu hilaf-ı adet oldu. Başka günlerde böyle bir şey olmuyordu. Bugün aç kaldığım için bunu gönderdin. Sen bizi unutmuyorsun. Biz ise seni unutuyoruz” diye düşünerek hüngür hüngür ağladım.

Akşam namazından sonra, camiye gelenlerden Hacı Cemil isimli şahıs akşam yemeklerimi evinden göndereceğini söyledi. Bundan sonra o kişi devamlı akşamları yemek gönderdi. Yemeğin bir kısmını akşam yerdim. Bir kısmını sabaha bırakırdım. Yemek bazen sabaha kalmazdı. Bazen az kalırdı. Fakat acıktığım zaman daha evvel gelen ekmek peynirden az bir şey yiyince doyardım. O peynir ekmek hiç bitmedi. Bu durum böyle devam etti. Otuz üç gün tamam olunca ben de Kur’an’ı bitirdim. Eve dönmek üzere tren istasyonuna gittim. Treni beklerken acıktım. Peynir ekmekten biraz yedim. Doydum. Daha sonra trene bindim. Hareket etti. Bismil kazasında indim. Tanıdığım bir kişiye misafir oldum. Ekmeğin hadisesini onlara söyleyince: “O Hızır Aleyhisselam’dır” dediler. Bendeki ekmeği ve peyniri aldılar. Tebarektir deyip, çoluk çocuk toplanıp yediler. Oradan evimiz bulunduğu köye gittim. Param bitmeden böylece eve döndüm.

Nurşin’i Ziyaret

1951 yılında Nurşin’e gidip, bir sene kadar kalıp Şerh’ul-Akaid kitabı ile birlikte hariçten diğer bazı kitapları okumak ve oradan icaze almak, ayrıca o zaman orada bulunan Molla Sadrettin Yüksel’den de istifade etmek kararı aldım. Çünkü Nurşin’de büyük âlim şeyhler vardı. Bu zatlar aynı zamanda bana ders veren ve kendilerinden icaze almam gereken her iki hocamın da şeyhleri idiler. Onlardan icaze aldığım takdirde hocalarımın kalbi kırılmazdı. Bu düşüncelerle Nurşin’e gittim. Orayı temsil eden Şeyh Masum’un yanına vardım. Şakacı bir zattı. Benden birçok sorular sordu. Bana “Camiyi okudun mu” dedi. Evet dedim. “Şerh-i Şemsi okudun mu”? dedi. Evet dedim. “Tarikata girdin mi?” dedi. Evet dedim. “Her soruya evet evet diyorsun, senin altında çok şeyler var” dedi.

O sırada medresede iki hoca vardı. Birisi şeyhin oğlu Şeyh Maşuk diğeri de Molla Abdulbaki. Şeyh efendi, bana dersimi kendi oğlu olan Şeyh Muhammed Maşuk’un vermesini emretti. Tahsilimi tamamlamama medreselerde okunan en son kitap olan Şerh’ul-Akaid kitabı kalmıştı. Onunda dörtte birini daha önce okumuştum. Kaldığım yerden derse başladık. Gayem kitabı incelikleri ve nükteleri ile detaylı bir şekilde okumaktı. Fakat baktım hocam o kadar incelemeyi sevmiyor. Kabataslak olarak zaten biliyordum.

Sadrettin Yüksel hocaya “daha ziyade senin ilminden istifade etmek için geldim” dedim. “Ben Nahiv kitaplarından ders vermem. Üstadın (Bediüzzaman) kitaplarından istersen okuyalım” dedi. Bunun üzerine, İşarat’ul İcaz, Zülfikar Mecmuası ve Felekiyat ilmini konu alan Veciz adlı kitaplardan birer ders olmak üzere yanında okumaya başladım. Risale-i Nur’u okutmaya çok hevesi vardı.

Üstad Bediüzzaman’ı Tanımam

Daha evvel de merhum Bediüzzaman’ı işitirdim. Fakat tafsilen bilmiyordum. Sadrettin hocadan Üstad’la ilgili daha ziyade malumat isteyince, bana anlatmaya başladı: “Ben Isparta’ya üstadın ziyaretine gittim. Fakat gayem ondan icazet almaktı. Kendisine dedim ki “sizden icazet almak istiyorum.” Kabul etmedi. “Yanında bir ders okuyayım” dedim. Onu da kabul etmedi. “Ben okuyayım sen dinle” dedim. Onu da kabul etmedi. “Beni kendine talebe kabul et” dedim” “Ettim” dedi. Elhamdülillah buna sevindim. Bu konuşma ayakta oldu. Bana otur teklifinde bulunmadı.

Sadreddin hoca, devamla şunları anlattı; "Bu konuşmadan sonra Diyarbakır’a döndüm. Müftü Halil Efendi ile görüştüm. Kendisine Üstadı methu sena ederken müftü, “Üstad, Kadı Beydâvi kadar değildir” dedi. Ben de kendisine “sen git Kadı Beydavi’yi âlem-i Berzah’tan getir. Benim üstadı getirmem icap etmiyor. Ben onun talebesiyim. Eğer “Min’en-nâsi men âmene billâhi vel yevmi’l-âhiri” ayeti hakkında Beydavi’nin zikrettiği nüktelerden daha ziyade nükteler etmezsem bil ki Beydâvi daha âlimdir. Senin dilinle kalbin bir değildir” dedim.”

Sadreddin Hoca’nın konuşması bitince, Üstadın kitaplarını nereden bulabileceğimi Sadrettin hocaya sordum. “Elazığ’da emekli Albay Hulusi Bey var. Onun yanına gidersen o sana bulur” dedi.

-Devam Edecek-

-Dipnotlar-

(*) 20. asırda sömürgeci Batılı güçler, Müslüman coğrafyanın birbirine karışmasını engellemek için “kolera salgını var” diye bir yaygara ile uzun zaman Hac yolculuğuna karşı bu karantina sıkıntısını tüm İslam memleketlerinde yaşattılar. Abdürreşid İbrahim merhum hatıratında bu konuya uzun boylu değinir. (Salih Okur)

(**)Bilindiği gibi halkın temel değerlerine taban tabana zıt faaliyetlerin temsilcisi CHP, o zamanlar Haccı yasak etmişti. Üstad Bediüzzaman bir yerde ne güzel der; “Haccı men'eden, zemzemi döktüren, hakkımızda eşedd-i zulme müsaadekâr davranan ve Zülfikar ve Siracünnur'un müsaderesine ehemmiyet vermeyen ve bizi garazkârane, kanunsuz tazib eden memurları terfi ettirip hanemizden çıkan mazlumane lisan-ı hal ile yüksek ağlamamızı ve sesimizi işitmeyen bir müstebid kabinenin zamanında en rahat yer hapistir.”

İslam Ansiklopedisinin 15.cildinde Halk fırkası kodamanlarının Hacc düşmanlığı şöyle anlatılıyor; “Cumhuriyet kurulduğunda halk iktisaden zayıf durumda olduğu için hacca gidenlerin sayısı bir hayli azdı; ayrıca tek parti döneminde dinî eğitime ve ibadetlere önem verilmemesi bu hususta önemli rol oynadı. Başa gelen hükümetler iktisadî durumu ileri sürerek halkın bu konudaki isteklerini geri çevirdiler. Çok az sayıda Türk vatandaşı, seyahatle ilgili genel hükümlerden faydalanarak, ikinci bir ülke üzerinden hac ve umre ziyaretlerini gerçekleştirebildi.

1946'da çok partili demokratik sisteme geçildikten sonra Cumhuriyet Halk Partisi iktidarı ağır eleştirilere uğradı; eleştirilerin başında laikliğin eksik ve yanlış uygulanması geliyordu. Hükümetin laikliği dinsizlik olarak anladığı, anayasaya aykırı biçimde halkın inanç hürriyetini kısıtladığı, müminlerin dinî vecîbeleri yerine getirmesine yardım edecek din görevlilerini yetiştiren okulları kapattığı ve hacca gitmek isteyenlere engeller çıkardığı ileri sürülüyordu. Bu eleştiriler karşısında Cumhuriyet Halk Partisi, iç tüzüğü ile programında bazı değişiklikler yapmak zorunda kaldı ve halka yaklaşmak için bir dizi programı yürürlüğe koydu; bir taraftan din eğitimi veren okullar açılırken, bir taraftan da hacca gidiş serbest bırakıldı.

Halkta büyük sevinç uyandıran toplu halde hacca gitme izni ilk defa 1947’de çıktı; ancak herhangi bir organizasyon yoktu. O yıllarda Hicaz'a gitmek için üç yol bulunuyordu. Birincisi Suriye-Filistin-Ürdün yolu idi. Fakat I. Dünya Savaşı sırasında tahrip olan Hicaz demiryolu henüz tamir edilmediği için kamyonlarla çölü aşmaya çalışanlar büyük güçlüklerle karşılaşıyordu. Ayrıca bölgenin yabancı işgalinde bulunması ve Filistin'de Yahudilerle Araplar arasında çıkan olaylar bu yolun güvenliğini tehdit ediyordu. İkincisi, Süveyş Kanalı'ndan geçerek Cidde'ye giden deniz yolu idi ve hem emin hem ucuz olduğu gibi, aynı zamanda sadece on gün sürüyordu. Üçüncüsü ise hava yoluydu. Uçaklar Lübnan veya Ürdün'de ikmal yapmak suretiyle Cidde'ye ulaşabiliyordu (Dönmez, I/4, s. 64)

Yıllar süren yasaktan sonra binlerce Müslüman değişik yollardan hacca gitti. Ancak devletin ne gidişlerde ne de hac sırasında hiçbir düzenlemede bulunmaması büyük sıkıntılara sebep oldu. Dönüş yolculuğundan sonra gazetelere intikal eden haberlere göre Türkiye'nin Cidde konsolosu hacılarla ilgilenmemiş ve onları pasaport kontrolü için uzun süre bekletmişti. Ayrıca kolera salgını dolayısıyla karantinaya alınan hacıları günlerini doldurdukları halde birkaç gün daha alıkoymuş ve kendisine yapılan müracaatları da Türkler'le konuşamayacağını bildirerek geri çevirmişti (Tunca, 1/15, s. 237).

Hicaz'a hacı gönderen bütün ülkeler, birtakım düzenlemelerle vatandaşlarının huzur ve güvenini sağladığı halde bunu yapmayan tek devlet Türkiye idi (Öz, 1/2, s. 17).

Hacıların gümrük kapılarında ve Hicaz'da gördükleri kötü muameleler karşısında hükümetin ilgisiz kalması muhalefetin büyük tepkisine yol açtı. Basında tenkitler yapıldı ve suçluların cezalandırılması istendi. Hükümet herhangi bir kovuşturmada bulunmadığı gibi, ertesi yıl da döviz yokluğunu ileri sürerek hacca gidişi yeniden yasakladı; fakat muhalefetin baskıları sonucunda 1949'dan itibaren tekrar serbest bırakmak zorunda kaldı.

Aynı yıl bazı gazetelerin hacca muhabir göndermeleri büyük olay yarattı. Yeni Sabah adına Murat Sertoğlu'nun, Hürriyet adına Hikmet Feridun Es'in ve Vatan adına Sinan Korle'nin hacca gitmesi halk tarafından iyi karşılandığı halde, Cumhuriyet Halk Partisi'ni tutan bazı gazeteler tarafından dini istismar olarak değerlendirildi (Eşref Edib, MI/61. s. 181).

14 Mayıs 1950'de yapılan seçimleri Demokrat Parti'nin kazanmasından sonra dinî inanç ve ibadetler konusuna tam bir serbestlik getirildi, öte yandan halkın ekonomik gücünde de gelişme kaydedildiğinden hac ve umre ibadetini yerine getirmek isteyenlerin sayısı arttı. Bunun üzerine vatandaşların isteklerine cevap verebilecek şekilde hacla ilgili birtakım düzenlemeler yapıldı.

(***) O sene, yani 1949’da vefat etmiştir.(Salih Okur)

Fotoğraflar

1-M. Emin Er Hocaefendi

2-O sıralar Kâbe ve çevresi

3-O sıralar Medine-i Münevvere

4-Şeyh Maşuk Efendi

5-Molla Sadreddin Yüksel

6-Üstad Bediüzzaman



Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DİĞER YAZILAR

et-Teğabün: 3

Gökleri ve yeri yerli yerince yarattı. Sizi şekillendirdi ve şekillerinizi de güzel yaptı. Dönüş ancak O'nadır. (Mürşid 3.1 adlı yazılım-Turan Yazılım-(www.turan.com.tr) )

GÜNÜN HADİSİ

Kur'an'ın Faziletine Dair

"Bir grup, Kitabullah'ı okuyup ondan ders almak üzere Allah'ın evlerinden birinde bir araya gelecek olsalar, mutlaka üzerlerine sekinet iner ve onları Allah'ın rahmeti bürür. Melekler de kanatlarıyla sararlar. Allah, onları, yanında bulunan yüce cemaatte

TARİHTE BU HAFTA

*Fatih Camii'nin yeniden ibadete açılışı(15 Nisan 1772) *Turgut Özal'ın Vefatı(17 Nisan 1993) *Türk-Yunan savaşının başlaması(18 Nisan 1897) *Miladi takvime göre Efendimiz'in (s.a.v.)dünyaya teşrifleri(20 Nisan 571)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI