Cevaplar.Org

ENVER BAYTAN HOCAEFENDİ İLE OSMANLI BAKİYESİ ÂLİMLERİMİZ ETRAFINDA-2

Elmalılı Küçük Hamdi Efendi Onun tefsirini ben Arap hocalara tavsiye ediyorum, kudretli bir çalışmadır. Fevkalade muvaffakiyet vardır. Tefsir sahasında Türkçe tefsirlerin padişahıdır. O tefsiri yazabilmek için sarf da kuvvetli olmalı, nahiv


Sedad Albayrak

sedat3440@gmail.com

2010-06-21 13:44:23

Elmalılı Küçük Hamdi Efendi

Onun tefsirini ben Arap hocalara tavsiye ediyorum, kudretli bir çalışmadır. Fevkalade muvaffakiyet vardır. Tefsir sahasında Türkçe tefsirlerin padişahıdır. O tefsiri yazabilmek için sarfda kuvvetli olmalı, nahivde kuvvetli olmalı, lügatde kuvvetli olmalı, ilm-i iştikakda kuvvetli olmalı, meani ilminde kuvvetli olmalı. Sonra dahası var. Usul-ı fıkıh, usul-ı tefsir ve sair yirmidört fen vardır. Bunların hemen hemen hepsine sahip, kudretli bir Hocaefendi. Elmalılı tefsiri yazıldığı günden bu yana aşılamamış bir tefsirdir.

Öyle herkes gibi iki üç ilimden başka bir şey bilmeyenlerden değildi. Hele bugünkü gibi hata işleyecek şaşkınlardan hiç değildi. Yalnız, seferilik meselesindeki görüşünü devrin uleması kabul etmemiştir.

Onunla alakalı bir hatıra nakledeyim; İstanbul'un işgal edildiği senelerde, Hocaefendi deniz kenarında bir yere oturmuş, öyle düşünüyor. İki Fransız subay, bir de papaz üçü kol kola girmiş, sahilde gezinti yapıyorlar. Bunun yanından geçiyorlar. Papaz, hocaefendi için "sarıklı bir papağan gibi düşünüyor" diyor. Gülüşüyorlar.. Hocaefendi tabii Fransızcayı çok iyi biliyor. Dönüşte aynı zatlar yanından geçerken onlara Fransızca "siz hocanın yerinde olsanız, memleketiniz işgal edilse, o sarıklı papağan gibi düşünmez misiniz?" demiş. Mahcup olmuşlar "efendim, kusura bakmayın. Sizin lisan bildiğinizi bilmiyorduk" demişler.

Hemen yanına oturmuşlar. Neyse söz sözü açmış. Güya papaz kendini âlim zannediyor. "Efendim, ben size bir şey sorsam?" deyince, Hamdi Efendi "Buyurun, ama benim bir usulüm var. Bana sormak isteyene önce ben sorarım. Cevabını alınca sorusuna cevap veririm, usulüm budur" demiş ve sorusunu sormuş; "Vahdet-i kaanimi selasede ekanimi selaseyi vahdette" Ne anlıyorsunuz bu sözden?" "Efendim şöyle, böyle" demişler, ama işin içinden çıkamamışlar. Çünkü teslis meselesi.

Hocaefendi mantık dairesine sokup, meseleyi öyle anlatmış ki, papazlar ömürlerinde öyle bir anlatım görmemişler. Bakmışlar ki, fevkalade kudretli bir hoca. "Bizim soru sormamıza lüzum kalmadı" demişler, kalkmışlar zorla iki elini öpmüşler.

Babanzade Ahmed Naim Efendi

İlminde sağlam, itikadında sağlam ve çekinmeden söyleyeceğini söyleyecek cinstendir. İlminde kudretlidir. Tecrid-i Sarih'in ilk üç cildini tercüme edebildi, keşke hepsini yapabilseydi.

Bu ulemamızın kudreti kumanda zincirine bağlı olmalarından da geliyor. Resul-i Zişan Efendimizin talimatı, tebligatı neyse, ashabı kirama nasıl geçmişse, ondan bu yana müçtehid imamlar- itikadda olsun amelde olsun- ne gibi hükümler çıkarmışsa, bunlar o kumanda zincirine bağlı. Onun için kıymetleri yüksek.

Şimdi kumanda zincirini bozanlar, kıranlar, başını alıp gidenler epey var. Kıymetleri düşüyor, ilim sahasında kıymetsiz hale geliyorlar.

Ermenekli Saffet Aysu Efendi

O da ders okutan hocaefendilerdendir. Okuttuğu ders hakikaten ders olurdu. İstifade yüksek olurdu, bilerek ders okutanlardandı. Anlamadan sarf-nahiv okutanlar oluyordu o tarihte.

İlm-i belagatte kudretliydi. Dil sanatında kudretliydi. Mesela, misil kelimesiyle mesel kelimesi arasında ne gibi farklılıklar vardır, bir girer, mükemmel anlatır. Abdullah Taşdelen onun talebelerinden biridir. Abdullah hoca Aziz Mahmud Hüdayi vakfında vazife görmüştür.

Saffet Efendi çok geniş manada okutamadı. Evinin bir odasında okutuyordu, oraya kaç kişi sığar? Mahdud imkânlardı, ama talebesinin dersi sağlam olurdu. Yani kıymetli hocalardandır.

Hasan Basri Çantay

Ondan Arapça dersi görmedik, sadece Osmanlı Edebiyatı, bir de Arapçadan Türkçeye tercüme usulü gördük. Bazı yerlerde bir harf bile konması icab edebilir, onu da koyardı. Şimdiki gibi uluorta, rast gele tercüme hazırlamazdı. Öyle her şeye rızası da yoktu. Hocaefendi hakikaten dil ustasıydı.

Hüsrev Aydınlar Hocaefendi

Salih Şeref Hocanın, Mahmud Bayram Hocanın, daha diğerlerinin hocasıdır. O da talebe okutmaya aşırı derecede hevesli, düşkün bir zattı. Sıkıntısı ne olursa olsun derse gelmemesi diye bir şey olmaz, mutlaka gelir, ders saatinde dersini verir. O derece ki, kızı vefat etmiş, derse gelemez zannetmişler. Cenaze varken gelmiş, ders okutmuş.

Fatih Camiinde yüksek rahle vardı, Hüsrev efendi onu önüne alır, mindere oturup vaaz ederdi. Bir yandan talebe okutur, bir yandan vaazını yapar. Müslümanlara geniş manada faydalı olmaya çalışırdı.

Şakayı da severdi. Bir gün böyle ders halkasında oturuyoruz. Yaşlı bir zat, yaklaşmış hocayı dinliyor. Metinde "Resulullah Efendimiz sabah namazında zammı surelerden daha çok uzun olanını tercih ederdi" ifadesi geçince, o yaşlı adam başını kaldırdı 'mesela hocaefendi hangi sureyi okurdu?" diye sordu. Hüsrev hoca adama şöyle bir baktı, çok yaşlı ya, "arkasında senin gibi cemaat olursa, Bakara suresini okurdu" dedi. Halbuki en uzun süre.. Böyle şakacıydı.

Sonra ne hikmetse o Hüsrev Hoca zühr-ü ahir namazının bidat olduğunu, kılınmaması gerektiğini söylermiş. O tarihte Fatih Camiinin baş imamı Ömer Efendi isminde bir zat, Arapçası da var, kuvvetli, muktedir bir hocaefendi. Namazı o kıldırıyor, hutbe okuyor. O da hocaefendinin böyle dediğini duyunca tasvip etmemiş. Açıkça hutbede "böyle diyenler varsa da zuhr-ü ahir kılınmalıdır, ulema kılınmasını söylüyor" demiş. Şimdi hocaefendi şakacı ya, o da orada dinliyor.

Hüsrev Efendi gitmiş evine, açmış zühr-ü ahir yazan sayfayı kesmiş, kitabı almış getirmiş. Namaz bittikten sonra, Hüsrev Efendi cemaate dönmüş: "muhterem cemaat! Ben diyorum ki zuhr-ü ahir namazı bidattir, hocanız diyor kılınması gerekir. Şimdi önünüzde soruyorum, icab ederse kitabı hocanıza vericem, hangi kitapta gördü? Çünkü Halebî herkeste bulunur. Hocaefendi bu namazın kılınacağını nerede gördünüz? demiş.

Ömer Efendi "Halebî'de var deyince, Hüsrev hoca kitabı vermiş. O şimdi sayfayı düşünmüyor. Aramış aramış, bir türlü bulamamış "Allah Allah benim Halebî'de var" deyince Hüsrev Efendi "Yahu senin Halebî'de var da, benim Halebî'de neden yok?" demiş. Amma sonra düzeltmiş, şaka yaptığını söylemiş. Böyle kimselerin bu türlü tarafları oluyor.

Hacı Cemal Öğüt Efendi

-4 Cemal Efendi vardır. Hangisi?

-Alosonyalıyı diyordum.

Beşiktaşlı da denir. Ara sıra hikâye anlatır, makamında, kıvamında anlatır. Rastgele değil kıvamında anlatır. Faydalı olacaksa anlatır. Sonra kahkahayı değil gülümsemeyi tercih eder. Böyle kendini kötüleyerek, bir insanda ne gibi kötülükler olduğunu anlatmaya çalışır. O derece ki, burada Kadırga Camii imam hatibi İsmail Çiçek vardı. Biz bir rahle açmıştık, o rahleye gelenlerdendi. Bir gün memleketi Çankırı'dan babası gelmiş. Pazar günü idi, "pazar günü vaaz var mıdır bir yerde gidelim, dinleyelim" demişler.

Cemal Hocaefendi Beyazıt'ta Pazar günleri vaaz ediyor. Oraya gitmişler. Namaz kılınmış, vaaz başlamış. Cemal Efendi ara sıra "Allah Hacı Cemal'e akıl fikir versin, bir daha böyle yapmasın" dermiş. İki de bir "Allah Hacı Cemal'i ıslah eylesin" deyince misafirin canı sıkılmış. Neyse vaaz bittikten sonra sormuşlar; "nasıl buldunuz Hocaefendiyi" diye –"Canım, güzel vaaz ediyor. Güzel de, Hacı Cemal onu darıltmış olabilir. Ama ikide bir "ıslah eylesin, akıl fikir versin" diyor. Yahu ne istiyor Hacı Cemal'den" demiş. Meğer Hacı Cemal başka, hoca başka zannediyor.

Öyle tarafları vardı hocanın. Ve her zaman yetişen hocalardan sayılmaz bu itibarla. Bir şeyi direkt anlatmak var, bir de bu gibi hal içinde anlatmak var. Yani onun o sanatı vardı. Ayrı bir sanat o. Herkes aynı sanatı aynı derecede yürütemez. O işin ehliydi.

Ali Haydar Gürbüzler Efendi

O zatın da elini öptük, meclisinde arasıra bulunduk. Hocaefendiye kulakları duymadığı için sorular yazılı olarak sorulurdu. Son zamanlarına yetişmiş olduk. Damadı vardı. O da rahmetli oldu. Hocaefendiyi bu kadar tanıdık. Mahmud Efendi bizim gibi değil, daha yakından, çok daha fazla istifade etti. Sağlığında epey talebe okuttu. Zaten müridler bir bakıma talebedir.

RamazanoÄŸlu Sami Efendi Hazretleri

Beraber yemek yediğimiz de oldu, sohbetlerinde bulunduğumuz da oldu. Damadı Ömer Kirazoğlu ile yolculuğumuz da oldu. Allah rahmet eylesin, Mahmud Sami Efendi, hakikaten o yolda mürşid denecek irşadlarını yapıyordu. Kitaba yönelik irşadı vardı. Öyleleri var ki, mürşidim der, kitaba göre mürşid olamaz. Atıp tutuyor. Bilse de söylüyor, bilmese de. Mürşid geçiniyor. Böyleleri oluyor. Hani birçok cevizin içinde çürük ceviz de çıkıyor. Şuraya bir çuval ceviz getirelim, cesaret edip de "bunların içinde hiç çürük yok" diyemezsiniz. İlla çürük olur. Amma bir çuval ceviz atılır mı hayır, çürükleri ayırmalı.

Mehmed Zahid Kotku Efendi

Onun da huzurunda bulunduk, sohbetinden faydalandık. Her ikisinde de devamlı değildik. Onu da söyleyeyim. Bir de hatıram var. Mehmed Zahid Efendi(kaddesulahi sirreh) Gönen kaplıcalarına gitmiş, haberim yok. Ben de memleketim olan Gönen'e gitmiştim. Cuma günü, Çarşı camiine geldim. Oranın imamı, bize "hocaefendi, kürsüye buyrun" dedi. İşittim, Mehmed Zahid Efendi buradaymış, onu bulalım da kürsüye o buyursun. Daha vakit var. Biz buralıyız, her zaman bulunabiliriz" dedim.

"Ona biz teklif ettik, rahatsızmış dediler, kabul etmediler" dedi. "O zaman olur" dedim, kürsüye çıktım, bir mevzuu açtım 'dil ve afetleri' bu dille insanlar neler çekmektedir, anlatmaya başladık. Meğer Hocaefendi oradaymış, namazdan sonra kalkıp yanına gidenler oldu. Baktım, Hocaefendi.

Sonra kendisi İstanbul'a dönmüş, biz de döndük. Mahmud Bayram Hocayla beraberiz. "Hocaefendiye bir uğrayalım" dedi. "Hay hay" dedim, gittik. Bizi evine kabul ettiler. "Hoş geldiniz" dedi, sohbet başladı, bana döndü: "o gün sizi baştan sona dinledim, orada lazım olan bir mevzuu açtınız, işlemeye çalıştınız" dedi. Takdirkâr bazı söyler söyledi. O son görüşmemiz imiş, bir süre sonra vefatı duyuldu.

Süleyman Hilmi Tunahan Efendi

İstanbul'a yeni geldiğim zaman Hocaefendi Taştekneler Camiinin bir odasında ders okutuyordu. Oranın imamı da dâhil, talebe halka oluyordu. Okuyanların içerisine ben de katıldım, halkaya oturdum, hocaefendinin dersini dinledim. İlk orada gördüm.

Hocaefendi usul-ı fıkıhtan Mecamiu'l-Hakayık adlı kitabı orada okutuyordu. Ara sıra Ramazan ayında filan Sultanahmet'e gelip vaaz ettiği olurdu.

O elinden geleni yaptı, talebe yetiştirdi. Mesela gayretliydi. Ara sıra sıkıntıya düşenlerdendir. Hâlâ ondan talebeyim deyip istifade edenler ehl-i sünnet itikadını devam ettiriyorlar, şayan-ı şükrandır. Bozanlardan değiller.

Ahmed Hamdi Akseki

 Kendisini gördüm. Bir gün İzmit'e geldi, biz o zaman orada ilm-i kıraata devam ediyorduk. "Gelmişken camide vaaz et" demişler. "Halkevi var mı burada? Cemaati oraya toplayın. Zaten camide her zaman vaaz ediliyor" demiş.

Aksekili Ahmed Hamdi Efendi çok uyanık, çok şuurlu bir zattı. Mesela, hocanın yanına gittiniz. Eğer sizi tanımıyorsa -gerçi tanısa da okutur ya- "Hafızlığınız var mı" sorar. "Var" dersiniz. "Bir aşır oku bakalım" der. Dinler, eğer sizde hizmet edebilecek bir kabiliyet görürse, bir yerde de hizmet lazımsa, başka işte de olsanız, sizi ne yapar eder, oraya tayin eder. O kadar uyanık, şuurlu bir zattı.

Selami Tosçuoğlu'nun babası(Seyyid Efendi, Allah rahmet eylesin) dini bir mesele sormak için diyanete gitmiş. Kendisiyle arasıra görüşürdük, bir firma adına muhasebecilik yapıyordu. Ahmed Akseki'yle görüşmüş, sorusunu sormuş. Hamdi Hoca onun sormasından şüphelenmiş, bunda bir sermaye var diye. "Sizin dini sahada ne gibi vasıflarınız var, nelere sahipsiniz?" diye sormuş. Seyyid Efendi "az çok Arapçam var" demiş.

-"Peki, neler okudunuz?"

-Şunları.

-Nerelerde okudunuz?

-Åžurada.

Ahmed Hamdi Efendi hemen zile basmış. "Bu efendi filan yerin müftülüğüne talib olacak, istidasını yazın" demiş.

Sormuyor da..

Seyyid Efendi "aman efendim, ben filan yerde muhasibim, işim var" deyince "Onu sıradan adamlar da yapar. Ben gökte adam arıyorum. Sen yerde geziyorsun" demiş. Hemen anında tayin ettirmiş. Öyle zekiydi. Kısa ifadeyle, bir nimet gördü mü, değerlendirmesini bilirdi.

Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı

Son zamanda İstanbul Müftülüğü de yaptı, zaten vaizlik daha evvel kendine verilmiş vazife idi, imamlık deseniz vardı. Bizim camiye de uzun zaman haftada bir gelip vaaz ederdi. Yusuf Hoca adında Tatlısu Camii imamı bir gece onu da, bizi de çay sohbeti için davet etti. Akşam da evde son görüşümüz imiş. Hutbeler yazdığını, basıldığını, depoda bulunduğunu fakat pazarlamasının, satışının yapılamadığını söyledi, dert yandı. Bizler de "Hocam, kitapevlerine söyleyelim, yardımcı olalım" dedik. Fakat ne derece piyasaya yayıldı, satıldı bunu bilemiyorum. Herhalde kitapçılar az çok himmet ettiler. Sonra vefatını duyduk.

Ali Yakup Cenkçiler Hocaefendi

Ali Yakup Efendi aslen Arnavut'tu. Osmanlı hayranı bir zattı. Başta onu söyleyeceğim. "Osmanlıya şükür borcumuzu ödememiz lazım" diyenlerdendi. Sık sık beraberliğimiz olmadı. Bazı davetlerde bir araya geldik.

Hocaefendi vakur, mesleğinde dikkatli, ilminde iyi idi. İlk tanışmamız şöyle oldu; İlahiyat Fakültesinde Fıkıh dersi öğretmeni olarak çalışan birisi bir kitap yazmış. O kitabın bir yerinde demiş ki "İmam-ı Azam'a göre sahih hadis sayısı 17 veya 50 civarındadır" Aşağıya da dipnot inmiş; Te'nibul-Hatip; sayfa 82 M. Zahidül Kevseri.

O tarihte Emin Saraç Hocaefendi'de Te'nibül Hatip var, bizde yoktu. Hususiyle kalkıp gittim. O zaman Ali Yakup Efendi'yi hiç tanımıyorum, hiç görmemiştim, o da oradaymış. Emin Saraç hoca'ya "Sizde Te'nibül Hatip var mı?" dedim. "Var" dedi. Meğer Zahid Kevseri kendisi imzalayıp, o kitabı Emin Saraç Hocaya hediye etmiş. Malumunuz, Emin Saraç hoca o zamanlar Ezher'de talebe idi.

Bir de baktım, seksen ikinci sahifeye, ne göreyim? Evet, böyle bir diyen olmuş, ama Zahid Kevseri onu söyleyeni nakledip, tenkid ediyor. Bu nakil yapan efendi ise, Zahidül Kevseri böyle yazmış gibi davranıyor. Hâlâ böyle yapanlar var. Bunun üzerine ben kaynaklı eserlerden korkar ürker oldum. Niye biliyor musunuz? Baş tarafı siyak-sibak diyorlar ya, baş tarafı yahut son tarafı okumadıkça şu paragraf anlaşılmaz, böyle yerler olur. O irtibatı kesiyor. Bu sefer eser sahibine iftira oluyor. Çok var böyle. Bunu rahat söylüyorum, ispat et derseniz, evvelallah ispat edecek kadar tespitlerim var.

Mahmud Bayram Hoca

Çok yakından tanırım, ders şerikimiz. Salih Şeref Hocaefendi, Mahmud Bayram Hocaefendi, Halid Hocaefendi gibi bazı arkadaşlarla, Hasan Basri Çantay Hoca'dan Osmanlı Edebiyatı hakkında ders alıyorduk. Bir de Tercüme Usulu dersi aldık. Yani Arapça bir ibareyi Türkçeye çevirirken nelere dikkat edilir ki, tercüme sağlam olsun.

Hasan Basri Hoca tercüme usulünü iyi biliyordu, kendisi zaten Arap Edebiyatı muallimiydi. Ve bugün mealler içerisinde metne en çok yaklaşanı da onun mealidir. Tam olmaz zaten, mümkün değildir. Aynı aynına meal esasen yasaktır, müsaade yok. Tefsirli meale müsaade verilmiş, tefsire zaten müsaade var.

Yani Hasan Basri Hoca bu hususta bize uzun zaman ders verdi. Böylelikle bu hocaefendileri tanımış olduk.

Mahmud Bayram Hoca İmam-Hatip'te meslek hocalığı yaptı, Salih Şeref yapmadı, imamlık, vaizlik vazifeleri yaptı. Allah rahmet eylesin, hep ahirete gittiler.

Ahmed DavutoÄŸlu Hoca

İlminde de, itikadında da amelinde de sağlam hocaefendilerdendi. Çok yakından görüştük. Bizim eve teşrif etti, bizim ona gittiğimiz oldu. Zaman zaman hatta sohbet tertip ediyorduk, hocaefendilerin evine ziyarete gidiyorduk.

En çok hoşuma giden tarafı kafasında ne varsa, dilinde de o vardı. Öyle bazıları gibi art düşünce bilmez, sizin hatanızı görüyorsa yüzünüze söyler.

Bir gün "Enver Efendi'yi imtihan etmenin zamanı geldi" dedi.

'Subhâne men tehayyera fi sun'ihi'l-ukûl,

 Subhâne men bi-kudretihi ya'cizü'l-fuhûl.

müdür? Yoksa 'yü'cizü'l-fuhûl müdür? Diye sordu. 'men mes'ulun anha bi a'leme mine's-sail'(Soru sorulan sorandan daha bilgili değil) Resulullah kelamını burada tekrar edelim. Huzurunuzda edep ederim. Size göre malumdur, biz sizden öğrenelim" dedim. Bana sorarsanız 'ya'cizü'l-fuhul' dür. Çünkü harfi cer var işin içinde" dedi. Böyle bir nevi şaka arada oldu.

Beytin manası şöyledir: 'Eserleri, icadı, sanatı, hilkat ve kâinatı karşısında akılları hayrete düşüren yüce Allah'ım. Seni, şanına layık olmayan sıfatlardan tenzih ederim. Âlimleri, dâhileri kudretiyle aciz bırakan Allah'ım, seni, ulûhiyetine yakışmayan sıfatlardan tenzih ederim'

Hasan AkkuÅŸ Hocaefendi

Tabii bazı hatıratımız oldu ama kendisinden okuyamadık. Bizden çok yaşlı idi, Sultan Abdülhamid devrini görmüş, bilenlerden. Allah rahmet eylesin, şakayı severdi. O Nur-u Osmaniye Camiindeydi,

Ondan kim talim okusa, euzu besmele okumasından ondan talim okuduğu anlaşılır idi, hem de çok değil 2-3 ayda öğretirdi, o kadar kudretliydi. Talebe böyle halka olur, Hocaefendi hepsini dinler, yanlış okuyanı düzeltirdi. Şimdi biz iki kişiyi dinlesek biri yanlış okusa fark edemeyiz. O 10 kişiyi takip ediyor, hatayı yakalıyor.

İstanbul'un başka kurralarıyla tanışıklığınız oldu mu?

Üsküdarlı Ali Efendi'yi iyi tanırım. Allah rahmet eylesin. Enderunlu İsmail Efendi bambaşka bir okuyuşa sahipti, ilmi kıraatta derin bilgisi vardı. Bunlardan bazıları talebe okuttu bazıları yapamadı amma o devirde hizmetleri oldu.

Abdurrahman Gürses Hocaefendi

Beyazıd Camii başimamı Abdurrahman Efendi'yi yakından tanırım. Talebesi olmadık, ama beraber bazı yolculuklarımız da oldu. Ankara'ya, İzmit'e beraber gittik. Hocaefendi'nin yol arkadaşlığı da gayet güzeldi. Siz zannedersiniz ki, sizden hizmet bekler. Hayır. Katiyen hizmeti size bırakmaz. "Bir bakkala kadar gideceğim. Bir ihtiyacınız varsa, o ihtiyacınızı da görelim" der. Hâlbuki bize "bakkala gidilecek" dese gideriz, fakat kendisi gidecek. Yani böyle nezaketli bir insandı. Hocaefendi lehinde söyleyecek epey şeyler var.

Hocaefendi mesleğinin şerefini korurdu, hafiflik yapmazdı. Her hususta o mesleğinin ağırlığını üzerinde görürdünüz. Bir defa olsun başını açarak Kuran-ı azimü'ş şan'ı okuduğuna ben şahit olmadım. Başını hep takkeyle örter, onun bir sünnet olduğunu bilirdi.

Sonra, mesela mihrapta vazifesi vardır. Mihraba vakar ile yürür. Vakar zahiren kibre benzer. Ama kibir niyeti yoktur. Hocaefendi de kibirle değil, heybetlice yürür, namazı kıldırır, döner. İcabında bazı şeyleri söylemek gerekiyorsa söyler. Hocaefendi o mihraba yakışır bir hocaydı. O mihrapta üzerine düşen ağırlığı cemaat görür, ona göre de hürmet ederlerdi.

Vazife yaptığı camide ben uzun dönem vaaz verdim. Dönem Menderes dönemiydi. O dönemde vazedenler fazla değildi. Şimdi epeyce var. Her Ramazanda müftülük bize vazife verir, vaaz ederiz. Bir gün ben öyle bir yerden geldim ki, ne eve uğrayabildim, ne sarığı alabildim. Sırtımda palto vardı, mecburen takke giydim, kürsüye çıktım. Mihraptan kalktı, geldi. Sarığı çıkardı 'buranın edebi budur' dedi ve sarığı verdi, ben de sarığı giydim. Bu kadar inceydi, dikkat ederdi. Bize edep öğretirdi.

Hem hafızlığı, hem kuvvetli ilm-i kıraatı vardı. Haseki külliyesinde epey hafız kimselere ilm-i kıraatı öğretmeye devam etti.

Ali Ulvi Kurucu Bey

Zaman zaman bu haneye geldi. Bizim damat Ramazan Apaydın, arabasıyla alıp getirir, gereken ikramlarda bulunur. Sadece onu değil Mahmud Bayram hoca gibi diğer bazı Hocaefendileri de getirir, burada aramızda bazı sohbetlerde bulunurduk.

Ali Ulvi Beyin imanı gayet sağlamdı. Sonra mesleğinin aşıkı, yolunun aşıkıydı. Şairliği, söz ustalığı vardı.

Bir gün karşıda Mehmed Biber adında bir arkadaş hocaları davet etmişti. Abdurrahman Gürses hocaefendi, Mahmud Bayram hocaefendi, Ali Ulvi Bey, Emin Saraç Hocaefendi, davet edilenler arasındaydı.

Ben biraz geç kalmıştım. Onlar daha evvel gelmişler. Abdurrahman Efendi'nin dizleri ağrıyormuş, battaniye ile dizlerini örtmüşler. Ben içeri girince 'Enver Efendi, ayağa kalkamıyorum, beni mazur gör ' dedi. Ayağa kalkacakmış, bu şekilde özür diledi. Şu edebe dikkat buyurun.

Söz sırası bana gelince, "Ali Ulvi Bey öyle bir isim almışsınız veya size öyle bir isim verilmiş ki, virgül değiştikçe mana hem değişiyor, hem de güzelleşiyor" dedim. Ne gibi dedi. Ali, ulvi kurucu, yani yüksek kurucu. Alıyorum virgülü Ali Ulvi, Kurucu yani yıkıcı değil. "Allah Allah, şimdiye kadar hiç aklıma gelmedi" dedi. Tabii bu bir nükteydi.

Şairliği kuvvetliydi, güzel şiirleri vardı. Kütüphane müdürlüğü var ayrıca. Yani Medine-i Münevvere'de yaşamaya hakkı olan kimselerdendi.

Sadreddin Yüksel

Seyyid Şefik Efendi kendisi için "iyi bir âlimdir" derdi. Sadrettin Yüksel Hoca rahmetli (oğlunu şehid ettiler ya), onunla çok yakından görüşürdük. Bizim eve geldi, biz gittik. Muarefemiz oldukça yakından oldu. Hakikaten ilim ehlindendi. Çok şükür ilk mektebe gitmemiş. Orasını bitirseydi, bu kadar ilim olur muydu, işte burasını siz düşünün. Yaa, mekteplerde çok hafiflik var. Okuyanlar okusun, kervan yürüsün.

Evvelki muallimlerden işittim, Osmanlı'da iptidai mektep(bugünkü tabirle ilkokul) şimdinin ortaokulundan daha kuvvetliydi. Diğerlerinde de ona göre.. Dedikleri doğru, orada bereket vardı. Neden? Çünkü bütün ders kitapları besmeleyle başlar, açın bakın bütün ders kitaplarında var. Şimdi besmeleyi çekmek yasak. Besmele berekettir. Bir köklü, bereketli ilim vardır, bir de bereketi görülmeyecek, hatta zararı görülecek ilim vardır. Hâlbuki ikisinde de iki kere iki dört eder. Birinde bereket var, birinde yok, bilmem anlaşılıyor mu?

Hocam sizin ekleyeceğiniz bir âlimimiz var mı?

Efendim, esasen kendilerinden bahsedilmesi uygun olan, daha bazı hocaefendiler var. Bunlardan söz edilse, edepleri anlatılsa güzeldir, vakit daraldı. Devrimizde de hürmete layık, uydurma laf etmeyen hocaefendiler var. Mesela Emin Saraç ilmi ve gayretiyle bilinir, hâlâ talebe okutmaktadır. Epey talebe de ondan istifade etmiştir.

Daha devam edenlerden mesela Cevat Akşit Hoca ondan da arızalı bir söz işitmedik, nakleden bile olmadı. Yani itikadı düzgün, bozuk olanlarla arası iyi de değil. Bunların sayısı devrimizde azaldı, çoğalmalı tabii. Medrese ruhu uyanmalı. Başka bir celsede medreseyi görüşmeli. Hocaların ağırlıkları o medreseden geldi.

Ayrıca Ezherlilerin ilmi hareketlenmeye faydalı olduğunu söyleyebilir miyiz?

Tabi ayrım yapmak lazım. Kıymetli hocaefendiler yetiştiği gibi, itikadı bozuk kimseler de oldu.

Ezher zaten sarsılmış. Ben İstanbul'a gelmeden İzmit'te Seyyid Hasan Efendi vardı, Seyyid Hoca derlerdi, "Ezher'in fetvasına güvenilmez" derdi. Dediği doğru çıktı, görüldü.

-Hocam Allah razı olsun, sizi yorduk, hakkınızı helal ediniz.

Cenab-ı Allah sizin gayretinizi arttırsın ve hayırlı yolda sık sık adım atmaya yardım etsin. Elden geleni yapın, gerisinden sual olmaz.

FotoÄŸraflar

1-Enver Baytan Hocaefendi

2-Elmalılı Hamdi Efendi

3-Babanzade Ahmed Naim Efendi

4- Ermenekli Hacı Saffet Efendi

5- Hasan Basri Çantay Efendi

6-Hüsrev Aydınlar Efendi

7- Hacı Cemal Öğüt Efendi

8- Ali Haydar Efendi

9- RamazanoÄŸlu Sami Efendi Hazretleri

10- Mehmed Zahid Kotku Efendi

11- Süleyman Hilmi Tunahan Efendi

12- Ahmed Hamdi Akseki

13- Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı

14- Ali Yakup Cenkçiler Hocaefendi

15- Mahmud Bayram Hoca

16- Ahmed DavutoÄŸlu Hoca

17- Hasan AkkuÅŸ Hocaefendi

18- Abdurrahman Gürses Hocaefendi

19- Ali Ulvi Bey

20-Sadreddin Yüksel Hocaefendi

 

 

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DÄ°ÄžER YAZILAR

Onu(Kur’an’ı) Ruh-ul Emin(Cebrail), inzar edenlerden olasın diye, kalbine apaçık Arapça olarak indirmiştir.

Åžuara:193-195

GÃœNÃœN HADÄ°SÄ°

Zalim sultanın yanında gerçeği söylemek en büyük cihaddandır.

Tirmizi 13, (2175)

TARÄ°HTE BU HAFTA

*Şair Muhammed İkbal'in vefatı(21 Nisan 1938) *TBMM'nin açılışı ve çocuk bayramı(23 Nisan 1920) *Osmanlı-Rus Harbi(24 Nisan 1877) *Hudeybiye Gazvesi(26 Nisan 628) *II.Abdülhamid'in tahttan indirilmesi(27 Nisan 1909)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SÄ°TE HARÄ°TASI