Cevaplar.Org

ALLAH’A İMAN

DERSİN KONUSU: Allah’ın varlığının (aklî ve naklî delillerle) isbatı – Allah’ın sıfatları (Vacip, Caiz ve Müstahîl olan sıfatlar). ALLAH’IN VARLIĞININ İSBATI (Aklî deliller):


İsmail Hakkı Zeyrek

ekremyilmaz08@gmail.com

2009-07-31 00:20:35

DERSİN KONUSU:

Allah’ın varlığının (aklî ve naklî delillerle) isbatı – Allah’ın sıfatları (Vacip, Caiz ve Müstahîl olan sıfatlar).

ALLAH’IN VARLIĞININ İSBATI (Aklî deliller):

Allah’ın varlığını isbata ihtiyaç var mıdır?

Allah Teâlâ Hazretlerinin kudsî varlığı âriflere (1) göre, o kadar açıktır ki, onu isbat etmek için delil ve burhan getirmeğe hiç de lüzum yoktur. Zira; kâinatın her zerresi Allah’ın varlığına birer şahittir. Allah’ın varlığını isbat için getirilecek deliller, sadece gaflet içinde bulunan insanları uyandırmak gayesine dayanmaktadır. Filozofların bir kısmı da aynı görüştedir.

Allah’ın varlığını isbat için kullanılan (hudûs delili, imkân delili, ibda’ delili, gaye delili, metafizik delil, ahlakî delil, inayet delili, âlemin nizamı delili, terkip delili, hareket delili, sonsuzluk delili, ezelî hakikatler delili, tarihî delil gibi…) pek çok deliller vardır. Biz burada, bunların en önemlileri olan hudus delili ile imkân delili üzerinde kısaca duracağız, sonra ibda’ ve gaye delilini göstereceğiz.

HUDÛS DELİLİ:

Hudûs nedir? Hudûs yeni bir şey, sonradan olan şey demektir. Bunun zıddı eski ve kadîmdir. Burada hudûstan maksat, Allah gibi kadîm ve ezelî olmayan âlem, cisimlerin ve maddelerin yaratılmasıdır. Burada kadîm denilince, sadece Allah sıfatları; hâdis denilince de, ondan başka akla gelen her şey anlaşılmalıdır.

Sonradan olan şeylere “hadis” ve “muhdes”, sonradan yapmağa ve yaratmağa da “ihdas”, yaratana da “muhdis” adı verilmiştir.

Hudûs ikiye ayrılır: Hudûs-u zamanî, hudûs-u zatî.

a)Hudûs-u zamanî: Bir şeyin sonradan var olması, yani; bir şeyin zaman bakımından diğer bir şeyden sonra olması demektir. Böyle sonradan var olan şeye, (hadis-i zamanî) denir.

b) Hudûs-u zatî: Bir şeyin kendi varlığında başkasına muhtaç olması demektir. Böyle başkasına muhtaç olan şeye (hadis-i zatî) denir.

Bunu şöyle de açıklayabiliriz: Hudûs-u zatî neticenin sebepten, ma’lûlün illetten sonra olması demektir. Mesela; ışık ve şua’lar bize güneşten gelmektedir. Güneş sebep, ışık ve şua’lar neticedir. Burada netice (malûl) olan ışık, sebep (illet) olan güneşten sonra geldiği için (hadis-i zatî)’dir.

Mutlak olarak (hadis) denilince çoğunlukla (hadis-i zamanî) anlaşılır. Filozoflar zaman itibariyle âlemin (2) hadis olmasını kabul etmemişlerdir.

Hudûs Delilinin İfadesi:

Hudûs delilinin ifade edilebilmesi için, şöyle mantıkî bir kıyas kurulur.

Bu âlem görünüşü ile ve her şeyi ile hadistir. (Küçük önerme)

Her hadisin ise, bir muhdisi – zarurî olarak bir ihdas edeni – vardır. (Büyük önerme)

Öyle ise bu âlemin de, bir muhdisi vardır. (Netice)

Bu muhdis ise, hadis olamayacağından, ister istemez varlığı başkasının varlığına muhtaç olmayan Allah Teâla Hazretleridir. Çünkü; hadis olsa, teselsül lazım gelir (3). Teselsül ise, bâtıldır.

Âlemin hadis olmasına gelince: Bu, delil ile sabittir. Çünkü âlem â’yân ve a’razdan meydana gelir. (4)

A’yan ve âraz ise hadis olduğundan – ister istemez – âlem de hadistir.

Bir defa bütün a’râz hadistir. Yalnız bunlardan bir kısmının hadis olduğunu gözlerimizle görüyoruz. Diğer bir kısmının hadis olduğunu delillerle anlıyoruz. Mesela; durgunluktan sonra hareketin, ısıdan sonra soğuğun, ışıktan sonra karanlığın hadis olduğu gözlemlerimizle sabittir. Biz bunları daima görüp duruyoruz.

Fakat hareketten önce sükûnun (durgunluğun) hadis olması, bu hareketin gelmesi ile (ki, buna “tarayan-ı adam delili” denir) sabit olur. çünkü; sükûn eğer kadîm ve ezelî olsaydı kendisi ortadan kalkmayacak ve yerine hareket geçmeyecekti. Zira; kadîm olan bir şeyin, bir an bile yokluğu düşünülemez.

Â’yan’a gelince: Bu da şüphesiz hadistir. Çünkü; â’yan madde ile cisimlerden ibarettir. Madde, ya hareket halinde veya hareketsiz bulunduğu için hadistir. Halbuki bir şey hadis olunca kadîm olama. Cisimler ise, maddelerin karışıp kaynaşmasından meydana geldiği için, hiç şüphesiz onlar da hadistir.

Âlemde her şey daima hareket halindedir. Hiçbir şey hareketsiz bulunamaz ki, hareket veya hareketsizliğin maddelere ve cisimlere ârız olmasını âlemin hadis olmasına delil göstermek doğru olsun… şeklinde yapılacak bir itirazın büyük bir değeri yoktur.

Bir kere maddelerin ezelden hareket halinde bulundukları kabul edilemez. Şimdiki hareketleri geçmiş hareketlerinden, geçmiş hareketleri daha önceki hareketlerinden meydana gelmiştir. Bu hareketlerin geçmişe doğru sonsuzda devam etmesi mümkün değildir. Çünkü; yukarıda gördük ki, teselsül imkânsızdır. Öyleyse hareketlerin bir başlangıcı vardır. Maddeye bu hareketleri veren ezelî bir müessir (=Allah) vardır.

Her şeyin bizzat kendisinin hareket ettiğini iddia etmek maddedeki atalet (eylemsizlik) özelliği ile bağdaştırılamaz. Çünkü; fizikte açıklandığına göre maddelerde atalet (eylemsizlik) özelliği vardır. Yani; madde kendisini harekete geçiren bir kuvvet bulunmadıkça hareket etmez. Durduran bir kuvvet olmadıkça da, hareketten alıkonamaz. Madem ki, madde hareket ediyor, elbette onu hareket ettiren, kendi dışında bir müessir vardır. Demek oluyor ki, maddelerden teşekkül eden her şeyin hareketi de, kendi dışında bir müessire muhtaçtır. Bu durumda maddenin, farzedelim, hareketi ezelî ise, onun müessiri de ezelîdir. Ve bu hareket, o müessire muhtaç olduğundan, hudûs-u zatî ile hadistir. Halbuki hareketin ezelî olması bâtıldır, fiziğe aykırıdır.

Bununla beraber kuvvet ve hareketin ezelî olduğunu söyleyenler bile, bütün âlemin Allah’a muhtaç olmadığını iddia edemezler. Çünkü; atom ve moleküllerin bir araya gelmesiyle cisimlerin meydana gelmesi ve bu şekilde gayet muntazam, harika ve hikmetli bir âlemin var olması ister istemez hadis olduğundan, ilim ve hikmetle iş gören kudretli bir sanatkârın varlığına muhtaçtır. Bu yüce vasıfları kendisinde toplayan muhdis ve sanatkâr ise, Allah’tan başka kim olabilir?

İMKÂN DELİLİ:

İmkân nedir? İmkân, bir şeyin var olmasının veya yok olmasının tenakuza (çelişkiye) düşülmeden düşünülebilmesine denir. Mümkün demek, mevcut olması imkânsız (muhal, müstahil, mümteni’) olmayan veya mutlak surette mevcut olması lazım gelmeyen, vacip olmayan varlıktır. Olması veya olmaması akla veya mümkünün zatına ve mahiyetine göre eşit olarak muhtemeldir. Mümkün yoksa, mevcut değilse, mevcut olması için bir dış sebebe veya müessire muhtaçtır. Mümkün mevcut ise, yok olması yine kendi dışında bir sebep ile olur.

Kelâm âlimlerine her mümkün hadistir. (Sonradan var olmuştur.) Filozoflar ise, mümkünü ikiye ayırırlar. Bir kısmı hadistir, günlük vak’alar gibi. Öteki kısmı kadîm ve ezelîdir, elementler gibi.

Filozoflara göre elementler kadîm olmakla beraber kendi kendilerine mevcut olmayıp, bir ilk sebebe muhtaç olduğundan mümkündür.

Şimdi bunu biraz açıklayalım: Bu âlem mümkündür. Her mümkün kendisini icad edecek bir müessire muhtaçtır. Öyle ise, bu âlem de, bir müessire muhtaçtır. Bu müessir ise, mümkünler zincirine dâhil olamayacağından ancak varlığa vacip olan Allah’tır.

Evet, bu âlem mümkündür. Çünkü âlem vardır ama bunun varlığı zarûrî değildir. Bunun yokluğu da tenakuza (çelişkiye) düşmeden düşünülebilir. Madem ki, âlem bir takım parçalardan meydana gelmiştir, he zaman değişebilmektedir. Bu âlemin bütün parçaları birbirine bağlıdır. Artık bunun kendisi sayesinde var olmasına, yani; kadîm olmasına yol yoktur. Çünkü; kendi sayesinde var olan bir şey, kendi zatından başka bir şeye bağlı olmaz. Bu durumda âlemin varlığını yokluğuna tercih eden bir mûcid (var eden) ve bir müessir vardır. Bu mûcid ise, ancak vacip varlık olan Allah’tır.

Bu mûcidin varlığının mutlaka vacip olması lazımdır. Çünkü; mümkün varlıkları icad eden mûcidin kendi varlığı hakkında yokluk düşünülemez. Çünkü bir şey var olmadıkça, başkasını icad edemez. Aynı şekilde, varlığı mümkün de olamaz. Mümkün olduğunu kabul etsek, ortaya üç ihtimal çıkar:

1- Bu müessir âlemin tamamıdır. Yani; bütün âlemde müessir olan yine kendisidir.

2- Âlemin parçalarından bir parçadır.

3- Bu müessir, mümkünler zincirinin sonsuza doğru uzayıp giden, birbirinin sebep ve neticesi olmasıdır.

Birinci ve ikinci ihtimaller bâtıldır. Çünkü mümkün olan bir şey kendisinin müessiri ve varlığının illet ve sebebi olama.

Üçüncü ihtimal de bâtıldır. Çünkü mümkünler zinciri ezele doğru, sonsuza kadar devam edemez. Teselsülün bâtıl olduğunu yukarıda görmüştük.

İşte bunun için bu mümkünler zincirinin ezelî, ebedî ve varlığı vacip olan bir ilk prensibe, kudretli bir müessire dayandırılması zarûreti ortaya çıkar ki, bu da Allah Teala Hazretlerinden başkası olamaz.

NAKLİ DELİLLER:

Buraya kadar kısaca açıklamaya çalıştığımız bu iki delilden, “HUDÛS” delilini kelâm, “İMKÂN” delilini ise, felsefe kullanmıştır. Bunların her ikisi de tamamen aklîdir. Çok derin düşünceye, nazar ve istidlâle (5) muhtaçtır. Anlaşılmaları aklî kıyasların iyice bilinmesini gerektirmektedir. Bu sebeple hudûs ve imkân delili âlimlerin, kelâmcıların, filozofların ve münevverlerin delilidir.

Peygamberlerin bu konuda takip ettikleri meslek ise, tamamen başkadır. Çünkü peygamberler genellikle cahil; taşlara, ağaçlara, putlara tapan ve okuma-yazması olmayan insan topluluklarına gönderilmişlerdir. Resul-ü Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’in gönderildiği Arap kavminin de, en belirli vasfı, cahil ve ümmî olmaları idi. Okuma-yazma bilmiyorlardı. İlim tahsili ile meşgul olmamışlardı. Böyle bir halk topluluğuna hudûs ve imkân delillerinden bahsetmek, onlara anlamayacakları bir dil ile konuşmak olurdu ki, bu da her şeyden önce peygamberlerin irşad metoduna uymayan bir yoldur. Çünkü peygamberlere öyle bir metod takip etmeleri gerekiyordu ki, söyledikleri hem halk tarafından kolaylıkla anlaşılsın, hem de âlimler tarafından makul ve mantıkî olarak kabul edilsin. Hem cahil halk tabakaları, hem de aydınlar zümresi paylarını alabilsinler.

İşte bu sebeple peygamberler Allah’ın varlığını isbat için iki yol takip etmişlerdir. Bunlar da:

1- İbda’ metodu (İbda’ mesleği, ihtira’ mesleği),

2- Gaye metodu (Gaye mesleği)’dir.

Peygamberlerin ve Kur’an-ı Hakîm’in takip ettiği yol ve usûl budur. Bu metod ile Allah’ın varlığı, âlim ve cahil her sınıftan insana isbat edilmiştir.

İBDA’ DELİLİ: (Bu delile ibda’ mesleği, ihtira’ mesleği de denir.)

Bu delil şöyle açıklanabilir: Bu âlem güzellikler ve harikalar topluluğudur. Böyle güzellikleri ve harikaları kendisinde toplayan her şey kudretli bir yaratıcının eseridir.

Öyle ise bu âlem de, büyük irade ve kudret sahibi bir MÜBDİ’nin (6) eseridir.

Gerçekten bu âlem son derece güzel ve harikadır. Gözlerimize çarpan binlerce manzaraları düşünelim. Esas itibariyle bir olan atomların, bir araya gelmesinden ne kadar çeşitli ve değişik harika eserler ve faydalı şeyler meydana gelmektedir. Gök kubbeyi aydınlatan milyonlarca yıldızdan her birinin, kendisine mahsus bir varlığı, bir şekli ve döndüğü bir dairesi vardır.

Yeryüzünü süsleyen binlerce çiçeklerin sahip olduğu güzel kokular, renkler, şekiller ne kadar hayret vericidir. Bu kadar güzelliklerden ve harikalardan meydana gelen bu âlemi yaratan zatın, kudret ve iradesinden kim şüpheye düşebilir?

İbda’ deliline Kur’an-ı Kerim’den misaller:

“Yoksa gökleri ve yeri mi yarattılar? Hayır, onlar anlamazlar.” (7)

“O Allah’tır ki, sizi bir topraktan yarattı. Sonra bir nutfeden. Sonra bir kan pıhtısından. Sonra sizi bir bebek olarak çıkarıyor.” (8)

“Hayatı veren de, öldüren de O’dur.” (9)

“İşte O Allah’tır Rabbiniz, her şeyi yaratan. Başka tanrı yok. Ancak o var.” (10)

“Ey insanlar! Bir mesel darbedildi. Şimdi ona iyi kulak verin: Allah’tan başka taptıklarınız bir sinek bile yaratamazlar. Hepsi onun için toplansalar bile… Eğer sinek, o putlardan bir şey koparsa, putlar onu sinekten kurtaramazlar. Put da zayıf ve aciz, matlûp olan sinek de aciz!” (11)

“Sizi bir yarattık. Hala tasdik etmeyecek misiniz? Şimdi gördünüz mü o (rahimlere) döktüğünüz meniyi? Onu siz mi yaratıyorsunuz? Yoksa biz miyiz yaratan? Aranızda ölümü biz takdir ettik. Ve dilediğimiz şeyi yerine getirmekten aciz değiliz. Kılıklarınızı değiştirmeğe ve bilemeyeceğiniz bir surette sizi yaratmaya da gücümüz yeter. Herhalde ilk yaratılışınızı bildiniz. O halde (kıyamette ikinci defa diriltmeğe kâdir olduğumuzu) düşünseniz ya! Şimdi gördünüz mü o ektiğiniz tohumu? Onu siz mi bitiriyorsunuz, yoksa biz miyiz bitiren? Dileseydik o ekini çörçöp haline getirirdik de, şöyle geveler dururdunuz: Doğrusu biz çok ziyandayız. Daha doğrusu büsbütün mahrumuz! Şimdi gördünüz mü o içmekte olduğunuz suyu? Siz mi indiriyosunuz onu buluttan, yoksa biz mi indiren? Dileseydik onu acı bir su yapardık. O halde şükür etseniz ya! Bir de gördünüz mü o çaktığınız ateşi? Siz mi yarattınız onun ağacını, yoksa biz miyiz yaratan? Biz bu ateşi bir ibret (cehennem ateşine bir ibret) ve sahradaki yolculara bir menfaat kıldık. O halde tesbih et Rabbine Azîm ismiyle.” (12)

“Yedi göğü kat kat yaratan odur. O Rahman’ın yarattığında hiçbir düzensizlik göremezsin. Haydi çevir Rahman’ın sende yaratmış olduğu gözü (sema’ya), hiçbir çatlak (vahdetin nizamını bozan bir çatlak, bir kusur) görebilir misin?” (13)

GÂYE DELİLİ:

Kur’an-ı Kerim’de ve peygamberler tarafından ele alınan ikinci delil, gâye delilidir. Son derece açık ve kolay olmakla beraber, cahilleri ve âlimleri ikna edecek mahiyettedir. Eski ve yeni felsefe de, bu delile önem vermiştir.

,Gâye lügatte, son ve nihayet demektir.

İstilahta, bir işin üzerinde sıralanan hikmet ve faydalardır.

Bu delil şöyle bir kıyas ile açıklanabilir:

I- Bu âlem hikmetler ve gâyeler manzumesidir. (Suğra=Küçük önerme)

II- Gayeler ve hikmetler manzumesi olan her şey, şuurlu bir illetin ve sebebin eseridir. (Kübra=Büyük önerme)

III- Öyle ise bu âlem de, şuur sahibi bir illetin ve sebebin eseridir. (Netice)

Gerçekten kâinattaki bütün moleküller ve atomlar son derece büyük bir intizam içinde ve her biri derin bir hikmet ve faydaya bağlı bulunmaktadır.

Yeryüzünü aydınlatan milyonlarca yıldızı, hayatımızın devamını sağlayan hoş ve güzel havayı, bütün canlılara hayat getiren suları, bitkileri ve ağaçları, özellikle insanların sahip oldukları maddî ve manevî kuvvetleri düşünelim. Bunlardan hiç birisi maksatsız, gayesiz, hikmetsiz ve manasız değildir.

Âlem; gâyeler, hikmetler manzûmesi olduğuna göre, elbette onun da, bir nâzımı olacaktır. Cenab-ı Hak, bu âlemde nizam veren yegâne varlıktır. Allah Hakîm’dir, her şeyi bir gâye ve maslahat için yapar. Yaptığı her işte binlerce hikmetler, gâyeler ve maksatlar vardır.

Allah Teâlâ Hazretleri bir şeyi, bir hikmet için, o hikmetli de, başka bir hikmet için yapar. Nihayet hikmetler silsilesi bir noktaya gelir ve durur. En son hikmete (AKSA-AL-GÂYÂT) denir. Cenab-ı Hak, gâyelerin gâyesidir. En son gâye O’dur. Buna (telefinalizm = uzak gâyecilik) denir.

“Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet ediniz ki, takva sahibi olasınız. O öyle bir Allah’tır ki, yeryüzünü, sizin (fayda ve rahatınız) için bir döşek, semayı bir bina yaptı ve sizin için gökten bir su indirdi de, onunla türlü mahsullerden bir rızık çıkardı. Artık siz de Allah’ın eşi ve benzeri olmadığını bildiğiniz halde, Allah’a eş koşmayınız.” (14) ayetleri, ibda’ ve gâye delillerinin ikisini birden ihtiva etmektedir.

Evet, kâinatın hiçbir yerinde kör tesadüfe, karışıklığa ve nizamsızlığa yer yoktur. Bilakis her zerresinde Allah’ın varlığına ve birliğine, eşsiz kudretine ve yüksek iradesine sayısız işaretler ve alametler vardır. Kâinatta büyük bir intizam, ince bir nizam hüküm sürmektedir.

Şimdi bir de, küçük bir kâinat hükmünde olan kendimize bir göz atalım: “Bizim maddî varlığımız sürekli bir ısı doğurmağa muhtaçtır. Isı ise yakıt ister. Bu yakıt da solunum ile içimize çektiğimiz oksijendir. Oksijen, ciğerler yolu ile kana karışır ve yediğimiz besinleri yakar. Fakat dünyamızın atmosferi içinde bulunan oksijen miktarı belirli ve sınırlı (%21)’dir. Şimdiye kadar bunun çoktan tükenmesi gerekirdi. Çünkü; oksijeni ciğerlerimize çekip, onunla işimizi gördükten sonra o, besinlerden geriye kalan karbonlarla birleşir. Bu birleşme neticesinde karbondioksit meydana gelir. Karbon dioksit ise, canlılar için öldürücü bir zehirdir. Biz o zehiri solunum vasıtasıyla vücudumuzun dışına atmış oluruz… İnsan bu hale baktığı zaman, hava içinde saf ve temiz oksijenin tükeneceğini tahmin eder.

Bitkilere gelince, onların da yaşaması, gıdalanması ve meyve vermesi karbona bağlıdır. Acaba bitki karbonu nereden alıyor? Karbonu doğrudan doğruya atmosferden alamaz. Onu ancak karbon-dioksit vasıtası ile alır. Fakat karbon-dioksidin de miktarı sınırlıdır, onun da bitmiş, tükenmiş olması gerekirdi. Öyle ise, insan (hayvanlar da dâhil) ve bitkilerin yaşaması nasıl mümkün oluyor? Burada canlılar ile bitkiler arasında harika bir alış-veriş olmaktadır. İşte karbon-dioksit, canlılar için öldürücü bir zehir, bitkiler için de bir gıda olmaktadır. Biz, solunum ile o zehirden kurtuluyoruz, onu bitkiler âlemine – hayatlarını devam ettirmeleri için – bir gıda olarak gönderiyoruz.

Bitki yaprakları da onu yakalıyor, güneş ışınları ve klorofil maddesinin yardımı ile (15) yakaladığı maddeyi tekrar karbon ve oksijene ayırır. Karbon bitkiye kalır, bundan meyve ve çiçekler meydana gelir. O saf oksijeni de canlılara hayat kaynağı olsun diye tekrar atmosfere gönderir.

İşte bu harika alış-veriş böylece devam etmekte, bir fabrika gibi, daima bize saf oksijeni, bitkilere de karbonu yetiştirmektedir. Eğer bitkilerle hayvanlar arasında bu mübadele ve bu alış-veriş olmasa idi, yeryüzünde hayattan eser kalmayacaktı.

Acaba bu harika nizamı, sonsuz ilim, derin hikmet ve eşsiz kudret sahibi bir Allah’a vermeden açıklamaya imkân var mıdır?

“Kâinatın satırlarını (nakışlarını) iyice incele. Çünkü; onlar yüce âlem tarafından (seni imana ve Allah’ın birliğine çağıran) mektuplar ve davetiyelerdir.”

Dipnotlar:

1- Ârif: Hakkın nuru ile hakkı bilen, âlemi be hadiseleri ilahî feyiz ve ilim ile gören veli demektir.

2- Allah’tan başka, var olan her şey.

3- TESELSÜL: Varlığı bir öncekinin varlığına bağlı bulunan şeylerin, ezele doğru uzayıp gitmesidir. Mesela; Bu âlem hadistir. Hadis olmasının bir sebebi vardır. Ve mesela; var olmasının sebebi A’dır, diyelim. A’nın hadis olmasının sebebi B, B’ninki C, C’ninki D, …….Y, Z: Z’ninki AB, AB’ninki AC, …… AY, AZ ilh’dir.

Sebep ve illet zincirleri böylece sonsuza gitmektedir. Her şeyin bir sebebi vardır, ama bu sebepler sonsuzdur. İşte buna (teselsül) denilmektedir. Böyle sonsuz sebepler ve illetler zinciri bâtıldır. Çünkü hadis olan hiçbir şey ilânihaye devam edemez.

4- Varlık iki kısımdır: a) Varlığı zarurî olan, var olmak için başkasına muhtaç olmayan vacip varlık. Bu Allah’ın varlığıdır. Ezelî, ebedî ve eksiksiz varlıktır. Bütün varlıkların ilk sebebidir. Her şeyin varlığı ona dayanır. b) Mümkün olan varlık: Mümkün, var olmak için vacip varlığa muhtaçtır, varlığını vacip varlıktan alır.
Mümkün varlık da iki çeşittir: a) a’yan (cevher), b) a’raz.
Renk, koku, ışık gibi kendi başlarına varlığı olmayan, bazı cisimler vasıtası ile varlıklarını gösterebilen mümkün varlıklara a’raz; bu a’razların bulunduğu mahalle (yere) ise, cevher denir. Mesela: taş cevherdir; taşın beyazlığı, siyahlığı ise a’razdır. Beyazlık ve siyahlık ancak taşla varlığını mümkün kılmaktadır.

5- Nazar: Bir şeyin delilini incelemek.
İstidlâl: Delil getirmek, demektir.

6- Nümune ve benzeri yok iken, bir şeyi yeni olarak keşfeden, benzeri görülmemiş bir iş veya eser ortaya koyan.

7- Tûr: 36.

8- Mü’min: 67.

9- Mü’min: 68.

10- Mü’min: 62.

11- Hac: 73.

12- Vakıa: 57-74.

13- Mülk: 3.

14- Bakara: 21-22.

15- Klorofil: Yunanca bir kelimedir. Bitkilere yeşil renklerini veren madde demektir. Işığın tesiri altında havadaki karbonun özümlesine (yaşamakta bulunan bir varlığın dışarıdan aldığı maddeleri kendi unsurları ile birleştirerek kendine mal etmesine) yarar.

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

Can, 2012-03-19 09:54:17

Değerli Hocalarım, İbda delili ışığında “Malzemesiz ve modelsiz yaratan” anlamına gelen “el-Mübdiu” İsm-i Şerifi Kur’an-ı Kerim’de “el-Mübdiu” olarak geçmez. Yarattı ve yaratır anlamında fiil olarak 11 defa geçer. Bu esma aynı zamanda yanılmıyorsam Allah bişeyin kopyasını yaratmaz anlamını da içermiş oluyor. Bu noktada birşey dikkatimi çekti, evrende hiçbir şey hiçbir şey in tıpatıp kopyası değil ve fizik kanunlarına göre de kopyası olamaz. Aynı denizden çıkan iki su taneciği birbirinin aynı olamaz, bir kalıptan çıkan plastik bardaklar vesair benzer eşyaların dahi birebir kopya olması mümkün değil. Bu durumda kopya yaratamamak bir acziyet değil midir? Değerli görüşlerinizi rica ederim.

Bu yoruma katılıyor musunuz ?

DİĞER YAZILAR

Ey inananlar! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun. Onun başında, acımasız, güçlü, Allah'ın kendilerine buyurduğuna karşı gelmeyen ve emredildiklerini yapan melekler vardır.

TAHRÎM,6

GÜNÜN HADİSİ

İslam hakkında.

"İslam beş esas üzerine bina edilmiştir: Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in O'nun kulu ve elçisi olduguna şehadet etmek, namaz kılmak, oruç tutmak, Kabe'ye haccetmek, Ramazan orucu tutmak" Buhari-İman:1

TARİHTE BU HAFTA

*Fatih Camii Tekrar İbadete Açıldı(15 Nisan 2002) *Şeyhülislam İbn-i Kemal'in Vefatı(16 Nisan 2002) *Einstein'in Ölümü(18 Nisan 1955) *93 Harbi Başladı(19 Nisan 1877) *Miladi Takvime Göre Efendimiz'in(s.a.v) Doğumu(20 Nisan 571)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI