Cevaplar.Org

PROF. DR. HASAN KÂMİL YILMAZ BEY İLE TASAVVUF ÇERÇEVESİNDE–1

Tasavvuf konusunda bize sorulan soruları bir demet yapıp, bu alanın uzmanlarından Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz beyefendiye götürdük. Hocamız, suallerimize büyük bir vukufiyet, içtenlik ve selasetle cevap verdi. Zevkle dinlediğimiz hocamıza çok


Salih Okur

nedevideobendi@gmail.com

2009-05-03 03:00:42

Tasavvuf, İslâm hakikatinin insan vicdanı tarafından duyulup hissedilmesi mesleğidir. İslâm’ın ruhî hayatı olan tasavvufun vâridâtına inanmayanların, yakîn buudunu yakalamaları zordur.. evet onların, bu kaynaktan gelen ilhamların bir şemmesini dahi duyamayacakları muhakkaktır. Çünkü ondan istifade bir ölçüde onu kabule vabestedir.

Ekmel-ül Ulema’nın dediği gibi “eşyada kusursuz ve her ciheti hayırlı şeyler, meşrepler, meslekler az bulunur. Alâküllihal bazı kusurlar ve sûiistimâlât olacak. Çünkü ehil olmayanlar bir işe girseler, elbette sûiistimal ederler.” Tasavvuf ilmi de elbette bu gidişattan hissesini almış ve özellikle de son zamanlarda na ehiller yüzünden toptan redlerle karşı karşıya kalmıştır. Hal-i âlem buna şahittir.

Tasavvuf konusunda bize sorulan soruları bir demet yapıp, bu alanın uzmanlarından Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz beyefendiye götürdük. Hocamız, suallerimize büyük bir vukufiyet, içtenlik ve selasetle cevap verdi. Zevkle dinlediğimiz hocamıza çok teşekkür ediyor, istifade ve istifaza etmenizi diliyor, dualarınızı istirham ediyoruz. Salih Okur, cevaplar.org

 -Muhyiddin İbn-i Arabi, Mevlana gibi zatların eserlerinde panteist yaklaşımlar olduğu veya onların eserlerine bazı sızmalar olduğu söyleniyor. Mesela Afzal-i Kaşi’nin fikirleri Mevlana’nın bazı eserlerine sızmış ve Tasavvufa karışmış deniliyor. Bu konuda görüşlerinizi alabilir miyiz?

-Bir masanın üzerinde üç cam bardak içerisinde su olsa, bunlardan birisinde musluk-terkos suyu, birisinde deniz suyu, diğerinde de memba suyu olsa, dışarıdan bakan birisi, bunların hangisinin terkos, hangisinin deniz suyu, hangisinin de kaynak suyu olduğunu bilemez. Ne zamana kadar? Onların tadına bakıncaya kadar… Şimdi Panteizm yani Vahdet-i Mevcud, Vahdet-i Vücut ve Vahdet-i Şuhud gibi tasavvufta mütedavil olan kavramlar, dışarıdan bakanların çok kolay ayıramayacağı kavramlardır.

Ben şahsen ortada bir algı yanılması olduğunu düşünüyorum. Bu algı yanılmasıyla, Vahdet-i Vücudu Vahdet-i Mevcutla yani Panteizm’le karıştıranlar var. Bundan dolayı da, İbn Arabî’nin sözlerine veya Mevlana’nın bazı ifadelerine, hatta daha önce ki Ehlullallah’tan zevatın sözlerine baktıklarında bu manada şeyler görebilirler.

Ama işin özüne girdiğiniz zaman Vahdet-i Vücut ile Vahdet-i Mevcut ayrı ayrı şeylerdir. Bunun en kısa ve en öz tarifi şudur: Vahdet-i Vücut her’i bire indirmektir. Yani, gözle gördüğümüz şehadet âlemindeki, varlık âlemindeki her olarak gördüğümüz her türlü varlığın aslının bir olduğunu anlamak, idrak etmek ve daha doğrusu yaşamaktır. Vahdet-i Mevcut veya Panteizm ise; bir’i her yapmaktır, yani bir olan Allah’ı her varlıkta sanki hulul etmiş ve onların içerisinde Allah varmış gibi onlara ulûhiyet isnadıdır. Buradaki ince ayrıntı, insanlar tarafından hemen fark edilemediği ve işin aslı bilinmediği ve damak zevki de olmadığı için, sadece gözle bakarak, kararsızlıklarından bu kanaate varmışlardır.

Dolayısıyla Vahdet-i Vücut bir bilgi ve teori değil, daha çok yaşanarak, tadılarak, o heyecan hissedilerek algılanacak bir olgudur. Yani cem halinde, fena makamında, ibadetlerden sonra varılan hazlarla edilecek bir idrak ve anlayıştır. Ama siz bunu felsefi bir düşünce gibi, varlık âlemi üzerinde zihin yormadan, kafa patlatmadan meydana gelen düşünce gibi değerlendirir ve sadece bir felsefe doktrini değerlendirirseniz, o zaman ister istemez Panteizm ile Vahdet-i Vücudu karıştırırsınız. Hâlbuki Vahdet-i Mevcut dediğiniz Panteizm bir felsefi doktrindir, zihin ürünüdür. Öbürü ise bir duygu, bir vecd, bir heyecan ürünüdür.

Kur’an-ı Kerim’de de buna telmih olabilecek, bunu çağrıştıracak ifadeler vardır zaten. Mesela Cenab-ı Hakk Kur’an-ı Kerim’de. "attığın zaman sen atmadın, Allah attı” diyor “felem taktuluhum ve lakinnallahe katelehum” (Enfal:17) “Öldürdüğünüz zaman öldüren siz değildiniz, öldüren Allah’tı.” diyor. Hâlbuki Enfal Suresinde Bedir savaşında öldüren kimlerdi onu anlatıyor. Elbette ki müminlerdi, ama Allah onların fiilini kendine izafe ediyor. Kumu atan kimdi? Allah’ın Resulüydü sallallahu aleyhi ve sellem. Allah onu kendine izafe ediyor, niye? Çünkü âlemde fail-i hakiki Allah'tır. Yani, Allah(Celle Celalühu) aslında bu gözle kendimize bakmayı ve kendimize varlık izafe etmemeyi bize te’dib ediyor, böyle bir terbiye veriyor, böyle bir edeb öğretiyor ve Vahdet-i Vücut anlayışının temelinde de bu vardır.

Bu âlemde varlığı kendinden (kaim binefsihi) olan bir tek gerçek varlık vardır, o da Allah’tır. Bunun dışındaki varlıklar, hepsi onun varlığına bağlıdırlar. Ondan kuvvet, takat, enerji almadan, O'nun hakikat âleminden beslenmeden, hiçbir varlığın zuhura gelmesi mümkün değildir ve hakikaten de Allah’ın zatî sıfatlarından birisi olan kaim binefsihi bu manayadır. Varlığı, kıyamı kendisinden, bir başkasına bağlı değil.

Bunu böyle düşündüğünüz zaman ve bunu algıladığınız zaman sonuçta siz Vahdet-i Vücut’a veya belki Vahdet-i Şuhud’a varırsınız. Ama Vahdet-i Şuhud bir hal ve duygu işidir, bir cem işidir. O makamda kalmamalısınız, o cem halinden fark haline çıkmanız gerekir. Yani fail-i hakikiyi Allah olarak algıladığınız zaman, kendinize varlık izafe etmeyen bir insan olduğunuz zaman, sizin O’na kullukla ilgili probleminiz oluşabilir. Ama Allah mademki sizi varlık olarak yaratmış, size kimlik ve kişilik vermişse, sizi muhatap olarak almışsa, size “Ya ibadi” demişse "Ve ma halaktul cinne vel ins illa li ya'büdüne” “Ben cin­le­ri ve in­san­la­rı sırf Be­ni ta­nı­yıp yal­nız Ba­na iba­det et­sin­ler di­ye ya­rat­tım” (Zariyat:56) demişse, sizden varlık olarak bir şey bekliyor. İşte o kulluğun yerine gelmesinde, sizin cem halinden sökülüp fark haline geçmeniz gerekiyor. İşte o zaman cem’i bir yere, farkı bir yere, fenayı bir yere, beka’yı bir yere oturttuğunuz zaman onlar kendiliğinden anlaşılır hale geliyor. Ama yukarıdan baktığınızda bardağın içindeki suların hepsi aynı zannediyorsunuz ve ona göre genelleme yapıyorsunuz. Mesele bana göre bundan ibarettir.

-Hocam, tasavvuf ile alakalı Said Havva’nın “Ruh Terbiyemiz” kitabından bazı alıntılar ile soru soracağım. Şöyle diyor: “Bazı mutasavvıflar hayrı birçok bulanıklıklarla karıştırdılar. Bu, yapının ana iskeletini büyük ölçüde etkiledi. Bizim görevimiz; saf, temiz ve kâmil tasavvuf terbiyesini ortaya çıkarmaktır” diyor. Aynı görüşe katılıyor musunuz? Türkiye’de mesela bir bulanıklıktan söz edilebilir mi?

-Elbette, insanların ifrat-tefrit’leri her zaman olagelmiştir. Malum, tasavvufun esas oturduğu temel; şeriat, tarikat, hakikat, marifettir. Bu dörtlü çizgide şer’i kaygılar olmadan, Kur’an’ın ve Sünnetin talim ettiği yasaklar olmadan, onlar üzerine oturmayan bir tarikat ve onlardan doğmayan bir marifet ve hakikat, kabule şayeste değildir. Dolayısıyla burada anlatılmak istenenin de bu olduğunu zannediyorum. İnsanların bir takım riyazat ve mücahedelerle, bir takım fikirlere ulaşmış olması ihtimali her zaman mümkündür. Bu Hind için de geçerliydi, Mısır’da da olmuştur… Burada şeriat ayağına, zeminine oturmayan bir takım riyazatların, mücahedelerin insanları bazen, zaman zaman varlık vehmine sevk edecek veya bir takım nefsi mülhemelere ulaştırıp, ilham aldığı kanaatiyle ayağını kaydıracak şeyler bulunabilir.

Dolayısıyla bu şer’i hassasiyetten dolayı, tasavvuf yolunun ricali, büyükleri hep buna vurgu yapmışlardır. Yani, Şer’i hassasiyeti, Kur’an ve Sünnet çizgisini ısrarla vurgulamışlar, insanların bu hakikatler, hakaik dekaik gibi, marifet ile ilgili, irfan ile ilgili konulara henüz ehil olmadan burunlarını sokmasını, kafalarını buna yormasını çok makul ve makbul görmemişlerdir. Ta başlangıçta ilk devirlerden beri..Hatta bunlar içlerinde melâmet düşüncesine sahip olan kişilerden bile bu türden uyarılarda bulunanlar olmuştur.

Mesela Ebu Osman Hîrî diye hicri üçüncü asırda yaşamış bir zat var. Melâmet düşüncesinin önde gelen temsillerinden biridir. Hamdun Kassar gibi,Ebu Hafs Haddad gibi önemli şahsiyetlerden birisidir. Onun çok önde gelen müritlerinden birisinin kendisinden bir talebi oluyor. On beş yıl kendisine hizmet etmiş, yakın müritlerinden olmuş. Bu zat, bir gün baş başa kalınca Ebu Osman Hîrî’ye diyor ki: “Üstadım, baş başa kaldık. Bana bu ilim, irfandan, hakaik’ten, dekaik’ten bahsetseniz de, bu manevi gerçekleri sizden duysak” O böyle deyince Ebu Osman Hîrî:“Evladım, sen abdestini güzelce al, namazını güzelce kıl, daha fazlasına da karışma” diyor. Yani sen şimdi burada benimle baş başa kaldın, âlemler ile ilgili, Allah ile ilgili ince şeyleri sana söylememi bekleyip de, olmadan böyle şeyler isteme. Hani “cin olmadan adam çarptı” diye bir laf vardır.. Olmadan böyle bir şeye talip olma manasında söylüyor. Said Havva’nın söylediği de aslında bu manadadır. Zaman zaman, olmadan olmaya çalışmış veya şer’i kaygılarını kaybetmiş bir takım tasavvuf gurupları elbette olmuştur, bugün de vardır, dün de olmuştur. Ama şer’i hassasiyetleri koruduktan sonra, Kur'an'ın tavsiyeleri, Resulullah Efendimizin tavsiyeleri bellidir, o çizgiye getirmek, o çizgide kalmak çok önemlidir.

Bir de tabii son yıllarda tasavvufa karşı yöneltilen çok ciddi tenkitler var. Bu tenkitlerin haklılık payı olanları da var. Tasavvufu korumak amacıyla bilhassa İhvan-ı Müslimin ve Hind kökenli bazı sufiler, sufiliği de selefi bir zihniyetle buluşturmak ihtiyacı hissetmişlerdir ki, bu tip tenkitleri asgariye indirsinler ve bu tür ithamlardan tasavvufu korumuş olsunlar. Mesela Ebu’l Hasan en-Nedvi de bunlardan birisidir. O da mesela "Rabbaniyye vela Ruhbaniyye" isimli eserinde, "Bunun adı önemli değil, bunun adına illaki tasavvuf demek zorunda değiliz… Tasavvufu beğenmeyen olabilir, başka bir kültürden geldiği iddiasında bulunanlar olabilir ama Rabbanilikten vazgeçemeyiz, tezkiyeden vazgeçemeyiz, ihsandan, zikirden vazgeçemeyiz. Çünkü bunlar Kur'anidir ve Resulullah’ın hayatında vardır. Dolayısıyla biz tasavvuf ve tasavvufun o temel ve başka kültürlerle buluşan taraflarıyla fazla uğraşmayalım, biz Kur’an’ın öğrettikleriyle buluşalım ve selefi bir çizgide tasavvufu anlayalım" ifadesinde kaygısı budur diye düşünüyorum. Said Havva da aynı kaygıdadır. Onların bulunduğu muhitlerde, Mısır’da, Suriye’de, Suud’da ve pek çok yerde insanların tasavvufa ulu orta saldırmalarından dolayı, tasavvufu bütünüyle reddeden bir zihniyet karşısında, en azından biraz daha oradaki bozuklukları ve çarpıklıkları ayıklayarak tasavvufu korumanın ve muhafaza etmenin daha kolay olacağını düşünerek -bu da bir tavır aslında, kınamak da mümkün değil- demişlerdir.

Hatta Mevlana Hâlidi Bağdadi’nin geliştirdiği Nakşi Hâlidilik kolu bu kaygılarla teessüs etmiştir. 1826'da Vaka-i Hayriye’den, Yeniçeri ocağı ve Bektaşi dergâhı kapandıktan sonra o dergâhlara daha çok Nakşi Halidî dergah mensupları tayin edilmiştir. Devlet nezdinde Halidî tekkeleri ve Halidî şeyhleri daha büyük itibar görmüştür. Büyük tekkelere onlar tayin edilmiştir. Meclis-i Meşayih reisliklerine genellikle onlar getirilmiştir. Bundan da anlıyoruz ki, devletin ileri gelenleri, medreselerde olduğu gibi, tekkelerdeki bozulmanın düzeltilmesi için daha müteşerri kaygıları olan insanların bu iş başında bulunmasının buna katkı sağlayacağını düşünmüşler ve bu yolu tercih etmişlerdir. Dolayısıyla Said Havva’nın bu söylediklerini elbette haklı endişeler olarak görüyorum. Ama bazı sözleri belki fazla abartılı gibidir. İşte o da içinde bulunduğu muhitin onu etkilemesinden kaynaklanan sebeplerdir.. Yani " bazı şeyleri savunulmaz durumunda bırakmayalım " diye, bu endişeyi ifade etmiştir diye düşünüyorum.

-Hocam, kendisi aynı eserinde şunu da diyor: “Medet ya filan” gibi sözlerin tasavvuf çevrelerine yayılması bazı Şii çevrelerinin etkisiyle olmuştur. Şiilerin “medet ya Ali" demesi gibi. Hz. Ali de hak tariklerin başı olduğundan dolayı, şiaların bu düşüncesinin tasavvufa girdiğini söylüyor...

-Ben öyle düşünmüyorum, ben bunların biraz daha vahdet düşüncesiyle doğduğunu düşünüyorum. Yani vahdet düşüncesine inanan bir insanın, Fail-i Mutlak’ın Allah olduğunu düşünen bir insanın nezdinde ve nazarında ölüden istemek ile diriden istemek arasında bir fark yoktur. İstediniz mi Allah’tan istersiniz çünkü. Ölüyü de Allah dilerse size vasıta olarak kılabilir, diriyi de isterse vasıta olarak kılabilir, çünkü fail O'dur.

Bence aslında bunda daha büyük tevhid var. Ben Allah’tan istiyorum, Fail-i Mutlak O çünkü. Dolayısıyla bu ölü olur-diri olur. Vaat ederse ölüden de verir, vaat etmezse diriden vermez gibi bir vahdet duygusunun ben bunda daha müessir olduğunu düşünüyorum.

Ve halkın, bu medet tabirini kullanan insanların düşüncelerinde bu medet ifadesiyle aslında ben yine taleplerini Allah’a yaptıklarını düşünüyorum. Hatta türbeye ziyarete gitmiş bir insana sorsanız:“Sen buraya gelmişsin, medet diyorsun, Fatiha okuyorsun, dua ediyorsun, bundan mı istiyorsun?” “Hayır, olur mu öyle şey, Allah’tan istiyorum” diyecektir. "Niye o zaman buradasın?" “Burası mübarek bir yer, mübarek bir zat, bu mekânda belki dualarım kabule karin olur” diyeceklerdir. Yoksa Fail-i Mutlak olarak mutlaka Allah’ı görüyordur. Fail budur diye gören veya bu verecek diye gören insanın, ben çok nadir olduğunu düşünüyorum.

Ama bütün bunlara rağmen şer’i kaygılarla izahı çok kolay olmayan bazı kavramların elbette çok mütedavil olması, çok kullanılması, çok yaygınlaştırılması elbette güzel değil. Bunların yaygınlaştırılmasından yana değilim. Ama bir adam da bunu böyle söylediği zaman tekfir edilmesine benim gönlüm razı değil. "Medet ya Ali, medet ya Abdülkadirî Geylani" demişse bir adam bana göre kâfir olmaz. Bunu böyle talim edip öğretelim, insanlar böyle mi yapsınlar? Hayır! Bunu talim etmeyelim, ama bunu diyen bir insanı da tekfir etmeyelim, ehl-i kıble değildir demeyelim, benim farklı düşüncem belki biraz burada. Dolayısıyla benim inancıma göre; Üstad’dan, Pir'den, ehli tarikten veya kutuptan medet isteyen Allah’tan istiyor. Çünkü gerçek sufî Vahdet-i Vücut’a agâhtır. Yani Fail-i Hakiki olarak O'nu görür ve dolayısıyla her şeyi Ondan bilir. Meseleye öyle baktığınız zaman ölüden değil, esas dirilerin dirisinden ve diriltenden istiyorsunuz demektir diye düşünüyorum.

-İtiraz şuradan geliyor; “İyyake nestain” “Sadece Sen’den yardım dileriz” Niye o zaman aracılar var? Yani o çevrelerin söylediğini söylüyorum..

-Anlıyorum, “iyyake na’büdü ve iyyake nestain” Peki o zaman şunu sormazlar mı? İyyake na’büdü ne demek? Sadece sana kulluk ederim demek. Bizim hâlâ kapısında kulluk ettiğimiz insanlar var mı? Önceliklerimiz acaba hep Allah adına mı? Yoksa menfaatlerimiz, çıkarlarımız adına da olduğu oluyor mu? Bakarsak, hepimizin pek çok önceliğinin, tercihlerinin dünyalıklar, makamlar, itibarlarla alakalı olduğunu hepimiz görüyoruz. O zaman bizimde ubudiyetimizde problemlerimiz var..

Gazali öyle diyor "İyyake na’büdü ve iyyake nestain deriz. Ama hâlâ yüzlerce Tanrı ediniriz, yüzlerce kişiye taparız, onun kapısında kapı kulu oluruz" diyor. Bakarsanız orada da ona kulluk var. Ama bütün bunları aşmış, yani şahıstan isterken bile gönlü oradaysa, O'ndan isteyebiliyorsa, bence buralara çok takılmamak lazım diye düşünüyorum. Bir insan medet derken de, pir derken de gönlünün Allah ile olduğuna inanıyorsa ki, genelde böyledir. Bu tip insanlara baktığımız zaman buralara çok takılmamak lazım diye düşünüyorum. Talim sadedinde biz bunu öğretmeyelim, ama bunu söyleyen insanı da tekfir etmeyelim. Burada önemli bir ayrıntının altını çiziyorum.

-Hocam, yine aynı çevrelerin sorusu; tasavvufun temeli olarak mesela Peygamberimiz aleyhissalatu vesselam’ın Hz. Ebu Bekir’e mağarada zikri telkin etmesi olduğu söyleniyor. Ama mesela Asım Köksal Hoca merhuma bu konuda soru soran bir yazarımız " Hocam bu konuyla alakalı sahih bir rivayete rastladınız mı?" deyince, merhum hocamız "zayıf bir rivayete dahi rastlamadım" demiş.

-O zaman Kur’an’a iyi bakmıyor bu arkadaşlar… Ben iddia ediyorum ki bu Kur’an’da var! Yani gizli zikir telkini Kur’an’da var. “Ha­ni kâ­fir­ler onu Mek­ke­’den çı­kar­dık­la­rın­da, iki ki­şi­den bi­ri ola­rak ma­ğa­ra­da iken ar­ka­da­şı­na: “Hiç ta­sa­lan­ma, zi­ra Al­lah bi­zim­le be­ra­ber­dir.” di­yor­du”(Tevbe/40) Oradaki meana ifadesi maiyyettir, manevi beraberliktir, kalbî “beraberliktir, yani kalpten Allah ile beraber ve O’nun bizim yanımızda olduğunu hissetmektir. Yani dil ile söylemeyeceksiniz, kalbinizle söyleyeceksiniz.

Aslında Peygamber aleyhisselam’ın şahsında Allah, Hz. Ebu Bekir’e gizli zikri telkin ediyor. Murakabe ve maiyyet bu birlikteliktir işte, hafi zikir budur. Açık zikir ise; Allah, La ilahe illallah ve benzeri Esma-i İlahi’yi tekrarlamaktır. Zaten Kur’an’ı Kerim’de isim zikri de var: “Vezkür isme rabbike bükreten ve esîlâ” diye, “Yâ eyyühellezîne âmenüzkürullahe zikran kesîran” diye mutlak zikir de var.

Mutlak zikir, gizli zikirdir yani bizim kalbi beraberliğimizi unutmamak demektir. Allah’ın sizinle beraber olduğunu unutmuşsanız, hatırlamaktır. Zikr-i kesir ile emredilen şey aslında kalpteki hatırlama, unutmamadır. Zikrin lügat manası unutmamak demektir, hatırda tutmak demektir, yâd etmek demektir. Yani eğer Allah’ın sizinle beraber olduğunu, bir an yani beşer olarak unutmuşsanız, Allah’ın Resulü diyor ki: “Allah bizimle beraber.” Bu tam hafi zikirdir. Bana bunu soranlara "ben hadisi ne yapayım diyorum, Kur’an’dan delilim var benim." Kur’an’ın delili işte bu. "İnnallahe meana".

-Tasavvuf insanlara bir lokma bir hırkayı mı tavsiye eder?

-Bir lokma bir hırka kalıncaya kadar infakı tavsiye eder.

-Yani dünyayı kesben kazanmayı, kalben terk etmeyi…

-Elbette elbette... Bir lokma, bir hırka insanın hesap sorulmayacağı zarurat-ı diniyesidir. Biliyorsunuz ekonomik bakımdan Kur’an’ın izahatına göre insanlar üç gruptur. Bir mesakin vardır, bir fukara(fakirler) vardır, bir ağniya(zenginler) vardır. Bir lokma, bir hırka mesakinin şeyidir. Yani zarurat dediğimiz, insanın hayatına lazım olan şeylerle yaşaması demektir. Dolayısıyla bu, tüketimde nihai sınır için bir ölçüdür.

Bir hadis-i şerif var, Peygamberimiz aleyhissalatu vesselam buyuruyor ki: “Siz içtiğiniz soğuk sudan da sorulacaksınız, her şeyin hesabını vereceksiniz, yalnız belinizi doğrultacak birkaç lokmacık, üstünüzü soğuk-sıcaktan koruyacak bir libas ve başınızı sokacak bir elbise." Aslında bu söz, bu hadis-i şeriften alınmadır. Birkaç lokmacık, bir hırka, evi de o hırkaya dâhil etmişler; "Bir lokma bir hırka." O hadiste ev de var. Bunlardan sorulmayacaksınız buyuruyor Hz. Peygamber aleyhissalatu vesselam.

Dolayısıyla tüketimdeki nihai sınır, infaktaki nihai sınırdır. Siz elinizde olan imkânları bir lokma bir hırka kalıncaya kadar insanlara verin manasındadır. Allah size erzakınızı ulaştıracaktır, bundan kaygı etmeyin. Rezzak olan O ise, bundan hisseniz olmasın manasında bir insanlara teminat vermeye yönelik bir şeydir. Hakikaten insan Allah’ın kendisini merzuk kılacağına inanıyorsa, bir şekilde bir yerden bir şey geliyor. Ama telaşa düşerse, ben yarın ne yapacağım, akşam ne yiyeceğim derseniz o zaman daha çok darlanıyorsunuz.

Bu aslında o hadis-i şerifin ruhundan yola çıkarak sistemleştirilmiş, tüketimde ve infaktaki sınırı gösteren bir ölçüdür. Yoksa insanlar yatsınlar beklesinler manasına değil, ben öyle düşünmüyorum. Öyle de değil zaten. Dergâhlara baktığımız zaman, dergahta kalan dervişlere mutlaka bir takım ücretler veriliyor. Meslek sahibi insanlar dervişler.. Bir dergâhta bulunan insanlar,Hıristiyanlıkta ruhban mekteplerinde olduğu gibi ömür boyu kalmıyor; kırk gün, bir sene, bin bir gün kalıyor. Ondan sonra gidiyor ev kuruyor, iş-güç sahibi oluyor. Ya orada erbain çıkarıyor veya binbir gün çileyi tamamlıyor veya belli bir süre sohbete geliyor. Ama sürekli o dergahtan çıkan çorbadan beslenen ve başkalarının nimetlerinden geçinen asalak bir insan gibi değil elbette. İşi bittikten sonra gidiyor, iş-güç sahibi olduktan sonra o dergaha malıyla mülküyle yardım ediyor. Dolayısıyla tüketici insanlar değil dergah mensupları.

Aslında bizde belli bir dönemden sonra dergâhları yaralamak için uydurulan bir takım mizansenler var. Bu mizansenlerle bizim zihnimizde, dergâhlarda kalan insanlar hep tüketen, yiyen, yan gelip yatan insanlar olarak kalmış. Hatta TGRT bir zamanlar Aziz Mahmud Hüdayi ile ilgili bir film hazırlıyordu. O filmi hazırlayan çocuklar fikir almak için geldiler. Yönetmen çocuk heyecanla anlatıyor: “Hocam, ben dergâhta bahçe kazdırıyorum, bir şeyler yaptırıyorum miskinler tekkesi zannetmesinler diye.” Dedim ki; "Onlar zaten hepsi meslek sahibi, yatmıyorlar ki, yatan çok az. Hepsi ya tüccardır, ya devlet adamıdır ya da çiftçidir, işi bilen insanlar." "Öyle mi hocam" dedi, "ben dergâhta olan insanları sürekli yiyip, içip, yatıyorlar zannediyordum" dedi. Öyle değil, işin aslı bilinmiyor.

Şimdi, tekkeler kapatıldığında, İstanbul’da üç yüz küsur tekke var. O zamanlar İstanbul’un nüfusu beş yüz-altı yüz bin civarında. Bunun yarıdan fazlası Rum, Ermeni, yahudi ve gayrimüslim. Üç yüz-dört yüz bin civarında Müslüman var. Bunun yarısı çocuktur, kadınlar da hepsi gelmez. Yani bir adam üç yüz-dört yüz kişiyle ilgileniyorsa bu gayet normaldir.

Düşündüğünüz zaman insanların hepsinin bir dergahla irtibatı var. Çünkü sosyal bir ihtiyaç olarak oraya gidiyor insanlar, bir manevi ihtiyaç olarak gidiyor. Ev ile problemi vardır, işyeri ile problemi vardır; akşam oraya gidip zikire katıldığı zaman, üstad ile konuşup onun elini öptüğü, duasını aldığı zaman bir rahatlıyor, huzur buluyor. O günün yorgunluğunu kafasından atıp evine huzurla gidiyor. Dergahların böyle bir fonksiyonu vardı. Bugün bunu stadyumlarla, müzik aktiviteleriyle veya başka şeylerle yapmaya çalışıyorlar, ama orada tabi bir sürü başka işler, melanetler de işleniyor.

Zikrin ayrıca bir de o ritmik yapısının insanda transa geçiren bir etkisi var. O da ayrı bir rahatlama. Şimdi meditasyonlarla insanları rahatlatmaya çalışıyorlar. Niye? Çünkü insanın meditasyon ihtiyacı var, tefekkür, tezekkür, murakabe ihtiyacı var. Siz onu vermezseniz adam gidiyor, Hind kültürünün veya başka bir kültürün meditasyon merkezinden istifade etmeye çalışıyor. Kendi kültürümüzde bunlar varken biz onları atmışız, yok saymışız. Ondan sonra Bağdat Caddesinde, Şişli’de veya başka yerlerde koca levhalarla meditasyon merkezi yazıyor.

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

Şerif, 2015-02-03 20:48:18

Bu kadar kolay konuşmak. İş konuşmak değildir bu mevzuları. Kur\\\\\\\\\\\\\\\'an ve sünnete göre yaşamaktır. Şimdiki tasavvuf erbapligi dini diyaneti anlatıyorum derken tasavvufun reklamını yaparak şöhret ile dünyadaki cennetini oluşturuyor. Tribünlerde gördüğümüz tasavvuf erbabı görünen insanların arka plandaki merhametten yoksun, insanlıktan uzak, kalp kırmasını ustaca yapan ve zayifin, mağdurun yanında değilde güçlünün hatırının yanında olduklarını pek kimse görmüyor. Gorende derdini anlatamiyor. Dedelerimin yaşadığı dini hayat akademik çevrelerin unvanlarina malzeme, basamak olmuş ve torbalarini doldurmuş hırka değil hirkalar olmuş evler lüks yaşam olmuş.. Kırık bir kalbin soyledikleridir bunlar. Duyan bir kulak gören bir göz ve tasavvuf erbabinin yordugu bir bedenin soyledikleridir. Soru: bir insanın kalbini kirsaniz ve ona maddi ve manevi olarak eziyet etseniz veya sebep olsanız.. kalbi kırılan kişi size gelse bu soruyu size sorsa.. Bu soruyu cevaplandirmak onun kalbinin incinmesini duzeltirmi? Demek istediğim sadece konuşmayla olmuyor bu tasavvuf... sadece konuşmayla olmuyor.

Bu yoruma katılıyor musunuz ?

DİĞER YAZILAR

Çünkü Allah, haktır. O'ndan başka taptıkları ise hiç şüphesiz batıldır. Gerçekten Allah çok yüce, çok büyüktür.

Lokman, 30

GÜNÜN HADİSİ

"Tutumlu kişi asla fakir olmaz."

Taberani

TARİHTE BU HAFTA

*Şair Muhammed İkbal'in vefatı(21 Nisan 1938) *TBMM'nin açılışı ve çocuk bayramı(23 Nisan 1920) *Osmanlı-Rus Harbi(24 Nisan 1877) *Hudeybiye Gazvesi(26 Nisan 628) *II.Abdülhamid'in tahttan indirilmesi(27 Nisan 1909)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI