Cevaplar.Org

AHMED TAÅžGETÄ°REN BEY Ä°LE MÃœSLÃœMANCA YAÅžAMA ÃœZERÄ°NE

İslam huzurunun ete kemiğe bürünmüş şekli, edep ve gönül insanı muhterem Ahmed Taşgetiren hocamızla başyazarlığını yürüttüğü Altınoluk dergisindeki odasında bereket yüklü bir mülakat gerçekleştirdik.


Salih Okur

nedevideobendi@gmail.com

2009-04-13 20:45:37

İslam huzurunun ete kemiğe bürünmüş şekli, edep ve gönül insanı muhterem Ahmed Taşgetiren hocamızla başyazarlığını yürüttüğü Altınoluk dergisindeki odasında bereket yüklü bir mülakat gerçekleştirdik.

Hocamız o her zaman ki mütebessim ve güven telkin eden siması ile yılların birikimini bizle cömertçe paylaştı, kendilerine çok teşekkür ediyoruz.

Daha önceki röportajlarımız Nun Yayıncılık bünyesinde "Hocalarımız Konuşuyor" başlığı altında kitaplaşmıştı. Hocamızın bu röportajı da inşallah ikinci cildin ilk söyleşisi olacak. İstifade etmeniz dileğiyle..Salih Okur- Cevaplar.org

 -Seksenli yıllarda caiz sayılmayan çok şey şimdi caiz muamelesi görmekte. Bunun sebebi şimdi ki gevşeme mi, yoksa o zamanların yanlış takva anlayışı mı?

Evet, şimdi dinin bir asli hükümleri var. Bir de insanların onları algılayış tarzı, yorumlayışları ve hayata taşımaları var. Bu ikincisi bir anlamda Müslümanların yorumu niteliğini arz ediyor. Ve bir yorum zaman içerisinde farklılaşabiliyor, değişebiliyor. Bu değişme bazen asli hükümlere uygun olarak gelişebiliyor. Bazen de açı farklılıkları, sapmalar ortaya çıkıyor. Ve insanlar nefsi zaafları ile, bazen o sapmaları da dindenmiş gibi, din öyle de anlaşılabilirmiş gibi yorumlayabiliyor.

Bu, şu zamanın Müslümanları için de söz konusu. Müslümanlar İslam'ı yaşarken, iç içe geçmiş kuşatmalar altında yaşıyorlar. Bir küresel kültürün kuşatması var. Maalesef küresel kültürü İslami ölçüler belirlemiyor. Bir de her ülkenin kendi yerel sistem yapısı var. Ve o sistem yapısına paralel olarak doğmuş olan kültürel bir iklim var.

Birçok İslam ülkesinde yerel sistemi de İslami ölçüler belirlemiyor. Hatta yerel sistemler daha çok İslami alanı daraltma amacıyla oluşturulmuş durumda. Yani daha sınırlı bir İslam yorumu üzerine, belki sadece kalpte kalacak, yani inanç planında kalacak bir İslam anlayışını ön görüp, ona göre de bir toplum biçimlenmesini, toplumun o istikamette sevk edilmesini öngören bir sistem yapılanması söz konusu. Bu iki kuşatmanın, yaşadıkları bütün ortamlarda Müslümanları etkilediğini düşünüyorum. Bu, İslam'ı yaşamayı zorlaştıran bir çerçevedir, bir kuşatmadır.

İnsanlar bazen yaşamadıkları ölçülerden dolayı üzüntü duyuyorlar. Bir günah duygusu, Allah'a karşı bir sorumluluk duygusu, ahirette bunun hesabını verememe duygusu Müslümanların bir kısmını etkiliyor. Ve onlar her şart altında yaşama gayreti içerisine giriyorlar. Yaşamadıklarından dolayı da üzüntü duyup tevbe ediyorlar, onun farkında oluyorlar.

Ama bir kısım insanlar ise İslam'ı yaşamamaya gerekçe üreten bir psikoloji içine yöneliyor. Yani, yaşamayı dinle kendisi arasında bir problem, yaratıcı ile kendisi arasında bir problem niteliğinde görmeyip, ona gerekçe üretmeye, bir tür bahane aramaya ve yaşadığı hayatın aslında olmazsa olmaz olduğuna inanmaya yöneliyor.

Bir kısmı kendisini Kur'an'ın mustazaf diye nitelendirdiği "zayıf düşürülmüş" insan hüviyetinde görüyor. Burada da gene İslam'la arasındaki problemi önemseyen bir yaklaşım var. Yani Allah'ın huzuruna varıp "Ya Rabbi yapamadım" deme gibi bir psikoloji var.

Bir kesimde ise, "İslam bu çağda bu kadar yaşanır" gibi bir yaklaşım oluşuyor. Dolayısıyla dinin muhtevasını azaltma gibi, mevcut şartlara göre, kuşatmaya göre azaltma gibi eğilimler oluşuyor. Buna ben "meşrulaştırma" diyorum. Yani, İslami olmayan bir şeyi adeta İslam'ın meşru gördüğüne dair bir zihin oluşumu gerçekleşiyor.

Ben, dinin 1980'lerde de, daha öncesinde de, bugünde aynı muhtevayı taşıdığını, takvanın takva ölçüleri olarak o gün de bugün de durduğunu, ama bizim zihinlerimizde de meşrulaştırma gibi bir zaaf oluşmaya başladığını düşünüyorum.

Tabii ki dini kendimize zorlaştırmamamız lazım. Peygamberimiz de bunu bizden istiyor. Yani, dini kendine zorlaştıran insanın onun altından kalkamayacağını bildiriyor, "din kolaylıktır" buyuruyor. (Buhari, İman: 29; Nesai, İman: 28; Musned, 5:69) Dini Kur'an'da ve Resulullah Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) hayatında bize bildirilen kolaylığı çerçevesinde almak lazım.

Ama hâkim bir takım değer ölçülerinin zorlaması sonucunda da dini azaltmamak lazım. Yani Kur'an'da olanı Kur'an'da yokmuş gibi, Peygamberimizin hayatında olanı onun hayatında yokmuş gibi, özetle, İslam'da olanı İslam'da yokmuş gibi yaklaşmak da doğru değil.

Yani, nefsimizi dinin belirleyicisi haline getirmememiz lazım. Kur'an'ın "hevasını ilah edineni gördün mü" (el-Furkan, 25/43) uyarısına dikkat etmek lazım. Ben buradan, insanın heva ve hevesinin tutkularının, Allah'ın sınırlarını çiğnemesinin kastedildiğini düşünüyorum. Yani Allah'ın sınırlarını çiğnerken "en belirleyici olan benim nefsimdir" gibi bir sapma içine girildiğini düşünüyorum..

Onun için, hakikaten zaman zaman oluşan bu zihin kaymaları konusunda aklımıza mukayyet olmamız lazım. Nefsimizin bizi aldatmasına, meşru olmayanı meşru gibi göstermesine izin vermememiz lazım.

Resulullah Efendimiz(sallallahu aleyhi ve sellem)  "Müftüler fetva verse bile, sen kalbine danış. Kalbinde sana şüphe veren, kalbini tırmalayan şeyi bırak"(İmam Ahmed) diyor. Nefsimizin arzuladığı şeylere zaman zaman fetva da bulunabiliyor. Ama oralarda "ben bu davranışı Allah'ın huzuruna götürebilir miyim?" gibi bir hassasiyetle hareket etmek lazım.

-Hocam muhafazakâr basının doksanların sonundan itibaren gelişmesi ile mesela müzik konusundaki görüşlerin yumuşaması, daha önceleri gazetelerde caiz değil denilerek futbolcu resimlerinin dahi bel üstü fotoğrafları yayınlanırken, şimdi çok normal şekilde olur olmaz yerlerde açık saçık kadın resimlerinin, böyle reklamların yayınlanmasını doğru buluyor musunuz?

-İşte bence bunların hepsinin sağlıklı bir değerlendirilmesi lazım. Günahsa en azından günah olduğunun farkına varmak lazım. Yani, meşrulaştırarak değil. "Bu dinde yok" diyerek değil.

Ben tek tek olaylar hakkında fetva verecek durumda değilim. Onları hakikaten bu konudaki takva hassasiyetine sahip İslam âlimlerine sormak lazım. Ama bunlar artık meşrulaştı gibi, meşru olmayan bir şeyi meşru gibi nitelememek lazım diye düşünüyorum.

-İslam'a hizmet eden grup ve ekoller arasındaki diyalog gitgide daha iyiye mi gidiyor? Geçmişle mukayeseyle bunun sebebleri nelerdir?

Bundan yirmi yıl kadar önce bir takım konferanslara gittiğimizde bize en çok sorulan sorulardan birisi "cemaatler arasındaki ilişki neden böyle ve nasıl düzelir?" gibi sorulardı.

Tabii daha sonra Türkiye'de bütün İslami gelişmelere yönelik baskıların arkası kesilmiyor. Sistem bir anlamda zaten ona göre kurulmuş. Böyle baskıların yoğunlaştığı dönemlerde, sistemin herhangi bir grubu ayırt etmediğini ve herkese aynı şekilde tasfiye süreci işlettiğini insanlar gördü ve birbirlerine yaklaştılar. Birbirlerini anlaya başladılar. Birbirlerini koruma, savunma duygusu içerisine girdiler. Bu olumlu bir şey oldu. Şerden hayır doğar gibi bir gelişmeye sebep oldu. Şimdiki ilişkileri daha olumlu görüyorum. Ama siyasi gelişmelerin zaman zaman bu ilişkileri yaralaması da söz konusu..

Ben tabii bu ilişkilerin ancak kardeşlik çerçevesi içinde olması gerektiğini düşünüyorum. Bunu ta başından beri ifade ettim. Benim "grup nefsi" diye nitelendirdiğim durumun doğmaması gerektiğini düşünüyorum.

-Cemaat enaniyeti…

-Evet, cemaat enaniyeti diye de ifade edilebilir. Yani, nasıl kişinin enesi varsa, cemaatlerin, grupların da enesi oluşabiliyor, vardır demiyorum, ama oluşabiliyor. Bunun da farkına varmak lazım. Çünkü bir cemaat oluş, Allah'ın davasına hizmet içindir, öyle olmalıdır. Yani dünya menfaati için olmamak gerekir.

Allah'ın rızasına ulaşmak, ona hizmet ana gaye ise, o zaman her cemaatin o gaye istikametindeki hizmetini hepimizin önemsememiz gerekir.

Hepimizin birbirimize dua etmemiz ve hepimiz birbirinin hizmetinin çoğalması için duacı olmamız ve mümkünse yardımcı olmamız lazım

Çünkü o cemaat de Allah'ın yoluna gidiyor, ben de Allah'ın yoluna gidiyorum. Dolayısıyla, diğerini kıskanmam, ayağına çelme takmam, hızını kesmem, bunlar aslında Allah yolunda bir hizmetin yolunu kesmek anlamına geliyor.

Yani, eğer rahmeti kıskanmaksa, "o daha çok çalışıyor, benden daha çok Allah'ın Rahmetine nail olacak" gibi bir his ki, bu his de çok önemli bir yanılgıyı ifade ediyor. Çünkü Allah'ın rahmeti şu veya bu guruba verilmekle bitmeyecek bir rahmettir. Sonsuz bir rahmettir.

Ama bence asıl problem, nefislerimizin hizmet gibi, dava gibi, misyon gibi algılanır hale gelmesidir. Nefsin kendi damgasını vurmasıdır. Ve onu bizim hizmet zannetmemizdir. Problem orada ortaya çıkıyor. Yani, hizmetten uzaklaşıyor, gurubun büyüklüğü, hâkimiyeti, çıkarı öne çıkıyor, başka bir gurubun hizmetini görmez hale geliyoruz. Kardeşlik hukuku önemli ölçüde yaralanıyor. Ve bana göre bu da, yapılan hizmetlerin bereketini tamamen ortadan kaldırıyor. Ben şöyle diyorum, Cemaatler arasındaki ilişkilerde duayı önemsememiz lazım ve her cemaat diğeri için; "Ya Rabbi! O kardeşlerimizin hizmetlerini bereketli kıl" diye dua etmesi lazım diye düşünüyorum.

-Şu an gençlerin en büyük çatışması sefahatle... Eskiden fikri çatışmalar vardı. Ama şimdi sefahat hücum ediyor, tavsiyeleriniz?

-Evet, doğru… Şimdilerde hedonizm deniyor, zevkçilik deniyor, popülizm deniyor. Yani heva ve hevesin arzularının doyurulmaya çalışıldığı ama doyurulamadığı bir kültürel iklim var, bütün dünyada…

Müthiş bir tüketim söz konusu… O tüketimin üretimi söz konusu. Üretiyorlar ve tükettiriyorlar. Ve Pazar da hakikaten gençlik. Gençliğin hem bedeni, hem zihni o diri birikimleri bu alanlarda heba ediliyor, bu doğru…

Peki, nasıl kurtulmak mümkün? Bu, her dönemde böyle olmuş ama o dönemlerde Peygamberler gelmiş. Tarih içerisinde baktığımızda insanların elinden tutmaya çalışmışlar.

Bizim Peygamberimiz de onu yapmaya çalışmış. Burada, masamın üstünde bir kitap var; "Genç Sahabeler" diye. Peygamberimize ilk inanan insanların büyük çoğunluğu gençlerden oluşuyor. O gençlerin de nefsi duyguları vardı. Ama Allah Resulü, onlara Allahu Teâlâ'nın vahyini ulaştırdı. Ve onların gönülleri o vahye açıldı.

Ben şuna inanıyorum; yeniden Peygamberimizin o yaptığı çalışma, gayret, Allah'ın vahy-i ilahisini insanlara taşıma gayreti söz konusu olursa, o karşılığını bulacaktır inancındayım.

Çünkü bazı şeyler bizim elimizde değil. Yani, insanların gönüllerinin bir mesaja açılması her zaman bizim elimizde olmayabiliyor. Önemli olan, bize düşen, o mesajı taşımaktır. Hele bir taşıyalım. Taşıyıcıların çıkması gerekiyor. Bir anlamda Resulullah efendimizden(sallallahu aleyhi ve sellem) bu emaneti alıp bütün çağlara taşıyacak insanların çıkması gerekiyor. Ben çıkabildiği takdirde, genç yüreklerin sefahatten daha çok bu alanlara ilgi duyacaklarını düşünüyorum.

Yani Allah Teâlâ'nın onların gönüllerini bunu alacak kıvamda yarattığını da düşünüyorum. Peygamberimizin bir sözünü okumuştum; "Bana önce gençler inandı. Yaşlılar beni reddetti" tarzında bir söz.. Hakikaten yaşlıların belki daha katılaşmış dünyaları oluyor, çok oturmuş düşünceleri oluyor. O bir kere de yanlış oturmuşsa, o katılaşma yanlışın katılaşması tarzında oluyor.

Genç yürekler ise çok daha terü taze oluyor. Şöyle bir baktığımızda sefahatte ömrünü tüketen gençler yanında, çok idealist hareketleri de gençlerin yürüttüğünü gözlemlemek mümkün. Mesela dünyaya baktığımızda, Küresellik karşıtı eylemlerde gençleri görüyoruz. Greenpeace'in içinde gençler vardır. Gençlik bir ideale tutkun insan topluluklarıdır. Önemli olan onlara ulaşmaya çalışmaktır.

Ben Türkiye'ye baktığımda da, bütün dönemlerde gençlerin çok fark edilir bir idealizm içinde yer aldığını görmüşümdür. Yani belki yanlış düşünceler içinde yer alanlar da olmuştur. Ama orada da kökte idealizm vardır.

Önemli olan, İslami hassasiyeti olan insanların, çevrelerin gençlere ulaşabilecek dili bulmalarıdır. Bu önemli..Yani anne-babanın kendi çocuğuna ulaşacak dili bulması, bir takım hizmet guruplarının genç insanlara ulaşabilecek dili bulması…Önemli olan bu…

Burada bir sorun var, onu da söyleyeyim, burada kopukluk var. O dili bulamaktan dolayı meydana gelen bir kopukluk var. Belki onun üzerinde düşünmek lazım. Yani diyelim bundan yüz sene evvelki söylemlerle bugünün genç insanına ulaşmak mümkün olmayabilir. Bugünün genç insanı daha sorgulayıcı olabilir. Onun sorguladığı alanların da farkında olmak, onun dünyasına benim sözüm nasıl ulaşır, bunun arayışına girmek de gerekiyor.

-Okuma serüveninizde sizi en çok etkileyen düşünce adamları ve kitaplar nelerdir?

-Gençliğimizden beri farklı alanlarımızda okumalarımız oldu. Yani, diyelim ki İmam Hatipli yıllarımızda Risale-i Nur'lardan başladığımızı söyleyebilirim. Gene İmam Hatipli yıllarımızda İhvan-ı Müslimin'in eserleri yayınlanmaya başlamıştı. Yani Seyyid Kutup, Muhammed Kutup gibi İhvan-ı Müsliminin önderlerinin kitapları yayınlanmaya başlamıştı.

Yine o yıllarda Sezai Karakoç'un "Diriliş"i yayınlanma başlamıştı. Yine o yıllarda Necip Fazıl merhumun Büyük Doğu ve diğer eserleri yayınlanmaya başlamıştı. Peyami Safa yazıyordu, o zaman romanları vesaire çıkmaya başlamıştı Bütün bunlar bizim faydalandığımız eserler içerisinde yer aldı.

Çok okumaya yöneltildik biz. Edebiyat dergisini çıkaran Nuri Pakdil, Maraşlı'dır. Onun da yoğun teşvikleri oldu. Bizim o dönemimizde, işte Vehbi Vakkasoğlu, İsmail Kıllıoğlu, Osman Sarı, Ziya Kazıcı gibi arkadaşlar. Bunlar üzerinde "aman okuyun, aman okuyun" diye çok yönlendirmeler olmuştur. Oralardan geliyoruz.

Sezai Karakoç'u Diriliş dergisinin ilk sayılarından itibaren iyi okumuşumdur, önemserim. Necip Fazıl'ı önemserim. Seyyid Kutub'un, Muhammed Kutub'un bizim düşünce dünyamızda önemli katkıları vardır. Onlardan alarak geliyoruz, kendi kişiliğimizi, düşüncelerimizi tasfiye ederek, yoğurarak geliyoruz.

Daha sonraki dönemlerde ben "Mücadele Birliği" içerisinde bulundum. Mücadele Birliği dünyasının da bir kültürel muhtevası vardır. Yani daha siyasi bilinç edinmek, sistem bilinci edinmekte oranın önemli katkılarını söylemek isterim. Ben bir Müslüman için siyasi şuur ve sistem şuurunun önemli olduğunu düşünürüm.

Aynı şey Seyyid Kutup vesaire onlarda da bulunuyordu. Hindistanlı alimler var; Nedeviler, Mevdudiler vesaire..Onlar da okuma alanımız içerisinde bulunmuşlardır.

Böyle bir harmanlama ile geliyoruz, devam ediyoruz. Okuma bitmiyor, okumaya devam ediyoruz..

-Türkiye'de yetmişli- seksenli yıllarda Seyyid Kutup ve Mevdudi vs tercüme eserler furyası varken, özellikle 28 Şubattan sonra yerli dinamiklere yönelinmesinin sebepleri nelerdir? Orada dikilen elbiseler buraya uymadı mı?

 28 Şubat sonrası küresel alanda bir siyasal İslam karşıtlığı, radikal İslam karşıtlığı tarzında bir kampanya sürüyor. Bu, Amerika'nın geliştirdiği bir şey. Sovyetlerin dağılmasından sonra NATO'nun konsepti de bu istikamettedir. Yani, İslam'la ilgili bir boyut düşman kategorisine sokulmuştur. Düşman gibi kodlanmıştır.

Bunun adı da "Fundemantalist İslam, Radikal İslam, Entegrist İslam, Selefilik, Siyasal İslam." Bunlar hemen hemen aynı anlama kullanılıyor ve bunlar götürülüp hemen İhvan-ı Müslim'in hareketi ile de bütünleştiriliyor. Yani, "İslam dünyasında bir selefilik var. Bu, siyasal İslam'ı besliyor. Ve İslam'dan yola çıkarak, insanları bir siyasi mücadele alanına sevk etmeye yol açıyor. Bu, devre dışı bırakılmalıdır. İslam, Ortadoğu'da krizlerin sebebidir. Bir takım sancıların sebebidir. Bunun sebebi de Siyasal İslam'dır" deniliyor.

Bu hareket sadece İslami hüviyeti ile dışlanıyor değil. Bu hareket aynı zamanda batının bu coğrafyadaki emperyalizmini, sömürgeciliğini de sorgulayan bir hareket. Dolayısıyla bu hareket siyasal nitelik kazanıp, ülkeleri yönetmeye başladığından itibaren batı ile o ülke arasında bir hesaplaşma dönemi başlayacak gibi kabul ediliyor. Onun için bu hareketin siyasal alanda önü kesilmek isteniyor.

Türkiye'deki 28 Şubat da bununla bağlantılıdır ve siyasal anlamda da Refah hareketi tasfiye sürecine sokulmuştur. Cezayir'de darbe yapılmıştır. Ürdün'de İhvan'ın önü kesilmiştir. Batı dünyası Mısır'da sırf bu yüzden, despot bir yönetimin devam etmesine göz yumuyor. Her yerde demokrasi istiyor, ama Hüsnü Mübarek'e demokrasi istemiyor.

 Şimdi dolayısıyla, bütün dünyada Selefilik karşıtı bir söylem geliştirilmiş oldu. Bunun İslam dünyasında da karşılığı oluştu. Bir takım bizdeki yazanlar, çizenler tarafından, hakikaten sanki insanlar İhvan-ı Müslim'in düşüncesi ile temas kurarak çok kötü bir şey yapmışlar gibi bir tema işlendi, bir propaganda işlendi. Bu, yer yer İslami çevrelerde karşılığını buldu. Ama bence bu İslam ülkelerindeki İslam dışı sistemlerin problemiydi. İslam'ın bu tarz siyasal anlamda da toplumları etkileyip, yönetimi bir ölçüde belirlemesine karşı çıkıyorlardı. 11 Eylül sonrası, yerel sistemler bu kampanyaya paralel hareket etmeye başladılar.

Bunun üzerine İslami hareketler de baktılar ki küresel anlamda meşruiyet zeminleri yok ediliyor, hukuk dışına, yasa dışına itiliyorlar. Adamlar kapatıyor sizi. Darbe yapıyor. Size karşı darbeyi meşru görüyor. Hukuki düzenlemeleri size hayat hakkı vermeyecek nitelikte oluşturuyor.

Bunun üzerine İslami hareketler siyasal planda daha farklı bir formata girdiler. Sistemin normlarına daha uygunluk gösteren bir formata girdiler. Dini hüviyetlerini azalttılar. Söylemleri daha seküler bir görüntü kazandı.

Dolayısıyla bunun teorisi de oluştu. Bir takım insanlar "70-80'lerdeki tercüme hareketi bizim kafalarımızı bozdu. Bir yanlışa sürüklendik. Bu bir furyaydı. Şimdi kafalarımız düzeliyor" gibi algıladılar. Ben buna katılmıyorum. Yani o dönmede kafalarımız bozulmuş değildi. Aslında ciddi bir uyanış yaşanmıştı.

Selefilik farklı biçimlerde tartışılabilir, eleştirilebilir. Onun sünnetle ilgisi, İslam kültürü ile ilgisi, tasavvufla ilgisi tartışılabilir. Oradaki yanlışları söylenebilir. Ama bir Müslüman'ın siyasal bilinç kazanmasını, sistem bilinci kazanmasını ben yanlış görmüyorum.

Bu, bugünde gerekli olan bir şeydir. Çünkü o sistem bilincinden, siyasal bilinçten uzaklaştırıldığınızda, İslam ülkelerine Birinci dünya savaşından sonra öngörülen "din kalpte kalsın, sosyal hayatı belirleyici olmasın" yaklaşımına götürülmüş oluyorsunuz. Tabii ki insanlar etkileniyor. Bahsettiğiniz durum, Müslümanların zihninde gerçekleşen sekülerleşme, laikleşme ile bağlantılı bir hadise…

-Bir de o tercümelere karşı 70'li yıllarda Necip Fazılla, Hüseyin Hilmi Işık'la, Mehmed Şevket beyle vs. gelişen bir tepki de var. Bunu nasıl görüyorsunuz?

Ben onları onaylamıyorum. Benim şahsi düşüncem, Mevdudi'nin de, Seyyid Kutup'un da, Muhammed Kutup'un da, Said Havva'nın da, Hasan el Benna'nın da kendi ülkelerinde ciddi bir mücadele verdiklerini, kendi hayatlarında müslümanca yaşadıklarını ve İslam'ın hayat haline gelmesi için ciddi bir gayretin içerisinde olduklarını, bir takım zulümlere maruz kaldıklarını, kimisinin bunu hayatıyla ödediğini, onların mücadele verdikleri yapıları meşrulaştırmamak gerektiğini düşünüyorum.

Dediğim gibi, eserlerinde tartışılacak konular vardır, bulunur. Ama ben bütünüyle "merdudi" gibi, dinde reformcu gibi, mezhepsizler gibi, vesaire gibi sözlerin doğru olmadığını söyleyebilirim.

-Ülkemizdeki dindarlarda muhafazakâr hükümetler iktidara geçtiğindebir idealizm yavaşlaması yaşanıyor. Harun gibi bir makama gelenler orada Karunlaşıyor Bunun sebepleri sizce nelerdir?

-Burada iki ÅŸey var.

1-Havale etmek, yani dindarlar yönetimi devraldılar, hizmetleri onlar yürütürler. Artık bizim üzerimizden hizmet yükü kalktı gibi bir havale düşüncesi. Bu zaman zaman yaşanıyor. Bunu sağlıklı olmadığını düşünüyorum.

Birim insan üzerindeki hizmet sorumluluğunu hiçbir zaman bitmeyeceğini ve yönetimlere, iktidarlara İslamlaştırma misyonu yüklemememiz gerektiğini, Türkiye'nin yasal, hukuki şartlarının buna müsait olmadığını, iktidarların sadece insan hakları, düşünce özgürlüğü alanlarında rahatlamalar, genişlemeler sağlayacağını, onun dışındaki bütün hizmetleri bireylerin ve bireylerin oluşturduğu hizmet kurumlarının yapması gerektiğini düşünüyorum.

Siyasal iktidarların yürüteceği İslamlaştırmanın tepkilere de yol açabileceğini ve gurubun hatalarının da İslam'a mal edileceğini, dolayısıyla Müslümanların bedel ödeyebileceğini düşünüyorum.

Onun için, iktidar İslamlaştırsın diye bir beklenti bana göre sağlıklı bir beklenti değildir. Yani, insanlar yatay ilişkiler ile İslam'ın düşüncelerini insanlara ulaştırırlar. İnsanlar da özgürce, yukarıdan aşağıya bir baskı hissetmeksizin bu düşünceleri kabul eder veya etmezler. Dolayısıyla daha çok kendilerine mal etmiş olurlar. Böylece, bir tür zorlamayla gelecek, belki bir nifak duygusunun, inanmadığı halde inanıyor gibi gözükme duygusunun içine itilmezler diye düşünüyorum.

2-İktidar demek bir takım güçlerle buluşmak demektir. Bu güçler yasal güç olabilir, parasal güç olabilir. Bunun ikisi de insanın çok dikkat etmesi gereken güçlerdir, iktidar imkânlarıdır. İkisi de insanın insanlığını sınayabilir ve orada yanlışlıklara zorlayabilir. Kendini insanlardan farklı ve üstün görme gibi bir sonuç doğurabilir.

Sonra, para konusundaki tasarruf insanın insan hukukunu zedeleme imkânı açabilir. Bazen kullandığımız ekonomik bir takım imkânlar, bizim şahsi imkânlarınız değil de toplumun ortak imkânları olabiliyor. Onları sarf ederken kendi imkanınızı sarf etmekten çok daha titiz olmak gerekirken, bazen insan onları sarf etmekte daha bonkörce, daha serbestçe davranabiliyor.

Bunlar büyük vebal getiriyor, ama insan da bu vebalin farkında olmayabiliyor. İşte nefis orada devreye giriyor. Bal tutan parmağını yalar psikolojisi devreye giriyor. Sanki o iktidar, emanet değil de, kendi bilek gücü ile kazandığı bir şeymiş gibi insana gelebiliyor.

Bu, Türkiye'de dindar muhitlerimizin, muhafazakâr muhitlerimizin uzun süredir içinden geçtiği ve zaman zaman kayıplar verdiği bir imtihan alanıdır diye düşünüyorum.

-Tebliğ yaparken yapmamamız gereken ama sık sık da içine düştüğümüz hatalar sizce neler?

Tebliğci bir emanet taşıyor, önce onu ifade edeyim. Bu nasıl bir emanettir. Resulullah Efendimizin(sallallahu aleyhi ve sellem)'in "Burada bulunanlar bulunmayanlara benim sözümü taşısınlar. Ümit edilir ki, burada bulunmayanlar daha iyi anlayabilir" mealinde Veda haccında bir sözü var. Yani bir anlamda Resulullah Efendimizin(sallallahu aleyhi ve sellem) emanetini taşıyoruz.

Allah'ın kitabı sunmak gibi bir emaneti taşıyoruz. Bu emanet sorumluluğunda hareket etmemiz gerekiyor. Bunun için de Peygamber Efendimiz(sallallahu aleyhi ve sellem)'i bir okumak lazım. Peygamberimiz bir tebliğ insanıydı.

Biliyorsunuz, tebliğ Peygamberlik vasıflarından birisidir. Yani Peygamberlerin beş temel vasfı vardır, bu vasıflardan birisi de tebliğidir. Nasıl bir insandı Peygamberimiz? Rauf ve rahim idi. Allahu Teala Kur'an'da kendi zati sıfatlarından ikisini Peygamberimiz hakkında da kullanıyor, "Rauf ve Rahim idi" diyor. (Tevbe sûresi: 128)

 Aynı ayette "sizin üzerinize titrer" diyor. Demek ki, O (sallallahu aleyhi ve sellem) insanların üzerine şefkatle titreyen birisi. Buyuruyor ki, "Benim örneğim ateş yakan adamın örneği gibidir, ateş aydınlık yaptığında kelebekler ona gelmeye başlarlar ve etrafında ki şu hayvanlar da içine girmeye başlar, adam onlara engel olmaya çalışır ancak başaramaz ve hayvanlar ateşe dalarlar. İişte benim ve sizin durumunuzdur, ben ateşten uzak dur, ateşten uzak dur, diyerek peştamalınızdan tutarım, ancak siz bana galebe çalar ve içine girmeye başlarsınız."(Müslim)

Demek ki insanları ateşten koruyacak bir hassasiyetle yüklü olmamız lazım. Bunun için de insanları kaçırmamaya, dışlamamaya, yargılamamaya, biçmemeye, büyüklük taslamamaya, çalışmak lazım. Bunlar son derece önemlidir ve genelde biz bu alanlarda problemliyiz. Yani kendimizi dinin patronu gibi "din benden sorulur" der gibi görüp, insanları yargılayıp, hükümler kesip biçiyoruz.

Bir Allah dostu "Ben kardeşimin günahına düşmanım, ona düşman değilim. Günahından arındığı zaman o yine benim kardeşimdir" der.

Tebliğci, insanları arındırma çabası içindedir. Bunu yaparken de "ben tertemizim, ben piru pakım, ben de hiçbir kusur yok, ben en temizi size getiriyorum" gibi şeylerle değil, "birlikte yürüyelim, birlikte kurtulalım, birbirimize yardımcı olalım" gibisinden bir tavrımız olmalı.

Yani, dini pazarlayan insan değil, dinden çıkar elde eden insan asla değil. Çıkarın da türlü çeşitleri var. Siyasal istismar bir çıkar niteliğindedir. Maddi istismar bir çıkar niteliğindedir vs. Oysa eğer tebliğ söz konusuysa, dini her türlü istismarı hayatlarımızdan uzaklaştırmamız gerekiyor.

Sonra, güzel insan olmaya, söylediğini yaşamaya gayret etmek lazım. Söylediğimizi yaşmıyorsak tebliğ yaptığımız düşünceyi bir anlamda yaralamış oluyoruz. Kendi hayatımızda yaşamadığımız bir şey zaten etkili olmuyor. Bunlara dikkat etmek lazım. Uzunca bir konu tebliğ konusu…

-Çok teşekkür ederim efendim.

- Estağfurullah, ben de teşekkür ederim.

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

Åžerif CürcanlÄ, 2010-09-03 03:45:38

Ahmet Taşgetiren'in izahları zihin açıcı, tek tip düşünceyi kırıcı mahiyette. Tercümelari olumsuzlayan soruya ince bir hassasiyetle cevap vermiş. İnsan niçin Müslüman bir müellifi okumaktan korksun ki, halbuki Nietzsche okuyana dahi bir sözümüz yok artık. Ayrıca müslümanın siyasi yapıyı anlamasının ne zararı olabilir ki, diğer türlü ne faciaların yaşandığını biliyoruz. Bazı fukaralar 11 eylülü hala müslümanlar yaptı zannediyor. Ahmed Hoca bir meşalecidir. Mülakatı yapan Okur'a teşekkürler..

Bu yoruma katılıyor musunuz ?

Faysal Emir, 2010-08-20 10:30:31

Hocam Alllah sizden ebeden razı olsun. Ne harika izahlar..ne kadar dengeli görüşler.

Bu yoruma katılıyor musunuz ?

Hilmi Arkın, 2009-04-14 01:40:30

Salih kardeşim duru kaynakları bulmada mahir,bu kaynak da Ahmed hocam gibi bir pınar olunca iç içebildiğin kadar diyorum. Allah bu kaynakların suyunu bol etsin.

Bu yoruma katılıyor musunuz ?

DÄ°ÄžER YAZILAR

Şüphesiz o, korunmuş bir kitapta (yazılı) olan pek şerefli/değerli Kur'an'dır ki O'na temiz olanlardan başkası dokunamaz.

(Vakıa, 77-78-79)

GÃœNÃœN HADÄ°SÄ°

Gerçek Müslüman

Müslüman, dilinden, elinden müslümanlar selâmette kalan kimsedir. (Buhari, Kitabü'l İman -Abdullâh b. Amr b. Âs)

TARÄ°HTE BU HAFTA

*Fatih Donanmayı Haliç'e İndirdi.(22 Nisan 1453) *T.B.M.M. Açıldı.(23 Nisan 1920) *Yavuz Sultan Selim Padişah Oldu.( 25 Nisan 1512) *Çernobil Nükleer Faciası.(26 Nisan 1986) *Sultan II.Abdülhamid Han Tahttan İndirildi.(27 Nisan 1909)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SÄ°TE HARÄ°TASI