Cevaplar.Org

HOCAM RUHİ ÖZCAN

Mevcut eğitimimiz -maalesef- "filancadan ders aldı, falancadan okudu" dedirtecek ölçüde şahsiyetleri öne çıkaracak bir sisteme sahip değil. Olması


Faruk BeÅŸer(Prof.Dr)

farukbeser@hotmail.com

2008-10-31 00:28:37

Mevcut eğitimimiz -maalesef- "filancadan ders aldı, falancadan okudu" dedirtecek ölçüde şahsiyetleri öne çıkaracak bir sisteme sahip değil. Olması gerekenin aksine, ilim sadırlardan değil satırlardan alınmaya çalışılıyor. Ama buna rağmen bazı hocalar öğrencileri üzerinde unutulmaz izler bırakabiliyorlar. İşte Ruhi Hocamız bunlardan biridir ve benim etkisinde kaldığım nadir insanlardandır. Kaldı ki, fakir onun fakülte programları dışında özel öğrencisi olmuş üç beş kişi arasındadır.

Ruhi Hocamız tek kelime ile aksiyon adamı idi. Etkileyen bir şahsiyeti vardı. Prensip ve takva adamı idi. Örnek insandı.

Aslında yaşayışıyla örnek olmak, öğretmekten daha etkilidir. Ya da "hal dili kal dilinden daha iyi anlatır".

Kendileri bunun çok güzel bir numunesi olduğu gibi, bu gerçeği söz ile de vurgular ve İslam Tarihi boyunca en etkili davetin nutuklar atmak ya da ders vermekle değil, özellikle tüccar Müslümanların gittikleri yerlerde sergiledikleri temiz hayat biçimi ve güzel ahlakla gerçekleştiğini anlatırlardı.

Ruhi Özcan deyince sanırım akla gelen en önemli özellik, onun Kurân dertlisi olmasıdır. En büyük derdi Kuran-ı Kerim'in anlaşılmaması ve anlaşılmak istenmemesi idi. Bu konudan her söz ettiğinde kendisini bir ağlamaklığın tuttuğunu, dudaklarının titreyip gözlerinin dolduğunu görürdük. İsabetle, İslam ümmetini ancak Kurân-ı Kerim'i anlamanın kurtarabileceğini ısrarla anlatırdı. Ona göre Kurân bitmez tükenmez bir derya idi. Ondan herkes kapasitesi oranında bir şeyler alabilirdi. Mutlaka bir yolu bulunup Kuranı Kerim insanlara anlatılmalı idi. Ama ne yazık ki ona ulema dahi gereken ilgiyi göstermiyordu. Çocukların oynarken dahi Kurânı Kerim dinleyerek oynamalarının temin edilmesi gerektiğini, bunun için mesela evde oynuyorlarsa, takacakları uzun kablolu kulaklıklarla hem dolaşıp oynayabileceklerini, hem de Kuran dinleyebileceklerini söylerdi. Bunu kendi çocuklarında tatbik ettiklerini sanıyorum. Hatta Kuranı dinlemenin insanı uyurken dahi o atmosfere çekeceğini ve etkileyeceğini iddia ederdi.

"Kur' an-ı Kerimin namazlarda okunmasının anlamı, her müslümanın her gün belli miktarda ilahi mesaja muhatap olması, onu kavraması ve hayatına onunla yön vermesidir. Manası anlaşılmadıkça bu nasıl olacaktır? Öyleyse ülkemiz insanı gibi, Arap olmayan müslümanlar için buna bir çare bulmalıyız. Mesela imamlar farzlara başlamadan önce, cemaate dönerek okuyacakları surelerin mealini okuyup namaza öyle başlayabilirler." derdi.

Hocamız prensip adamı olduğu kadar metot adamı idi de. İlmi çalışmalarda en son tekniği, en son şekli ile kullanırdı. Evinde mikrofilm okuma makinesi, ayrıca aldığı mikrofilmleri banyo yapma edevatı mevcuttu.

Malum, üniversitede hocalar ders notlarını teksir şeklinde dağıtırlardı. Çoğu hoca bir omuz teksir kâğıdını getirir kürsünün üstüne koyar ve herkes her sayfadan birer tane alsın der ve giderdi. Bu durum kâğıtların karışmasına sebep olabilirdi. Ruhi Bey herkese vereceği teksirleri tek tek ayırmış, ciltlemiş ve bir de seri numarası vermiş olarak getirirdi. Mesela benim şu anda elimdeki bir teksir notu 00088 numaralıdır.

Masasında gerekli her türlü kırtasiye edevatı, kitap okurken açık kitapları tutturacağı kıskaçlar, satırları düzgün izleyebilmek için sayfada okuduğu kısmın altına koyduğu özel kesilmiş deri kumaşlar ilk gördüğümde dikkatimi çekmişti.

O zamanlar bilgisayar yaygın değildi. Hocalar daktilo kullanırlardı. O da daktilo kullanırdı ve son derece düzgün ve yanlışsız yazardı. Öyle ki, el-Veciz'e yaptığı tercümeyi basan yayınevi, yeni bir dizgiye ihtiyaç doymamış ve onun daktilosundan olduğu gibi basmıştı.

Kütüphanesi çok zengindi. Koca bir salonun dört yanı kitap olduğu gibi ortasına da iki taraflı çelik raf dizerek salonunu adeta labirent gibi bir kütüphane yapmıştı.

Çok güzel Türkçe ve bir o kadar da güzel Arapça konuşurdu. Araplar bile Arap olmadığını anlayamazlardı. Zaten Bağdat Radyosunda bir süre spikerlik yapmıştı. Kendisinden özel olarak el-Veciz'i okurken her dersin sonunda, okuduğumuz sayfaların Arapçasını teybime okumasını istirham eder, sonra gelir evde onu defalarca dinlerdim Sözlerini adeta ölçer, biçer, hesaplar ve öyle konuşurdu ki, kelimeler sanki duvarda yerini bulan taşlar gibi yerine otururdu. Yaptığı tercümeler de, tercümesini yaptığı metnin tam karşılığı idi. Adeta tersine çevirseniz öbür metin çıkardı. Ama bu ölçüde bir sadakati kabul etmeyen tek şey belki de tercüme olduğu için tercümeleri tartışılabilirdi.

Hayatında laubali hareketlere, gülüp eğlenmeye ve manasız eylemlere hiç yer yoktu. Özel derslerimizde bazen sadece tebessüm ettiğini hatırlarız. Çay içmenin vücuda fayda sağlamadığı gibi zaman israfına da yol açan boş bir iş olduğunu söyleyerek çay içmezdi. İnsanların gereğinden fazla yemek yemekle hem madde hem de zaman israfı yapmamaları gerektiğini, yemeklerin insana günlük yeterli kalori ve proteinin hesaplanarak yenmesi gerektiğini anlatırdı. Bizzat görmemekle beraber, kendisinin evde yemeklerini bu itibarla hassas bir terazide tartarak ölçülü bir şekilde yediğini duyuyorduk.

Bir gün "Hayatü's-Sahabe" nin Türkçe tercümesini satın aldığını gördük ve sebebini sorduk. Merhum hanımı için aldığını söylediler. Sahabe hayatına da çok önem verirdi ve onların bizler için birer numune olduklarını anlatırdı. Hatta onun verdiği bir örneği hiç unutmaz ve her vesile ile anlatırım:

"Cennetle müjdelenen sahabe on tanedir. Bir tane de olabilirdi. Bunun manası şudur: İşte size on ayrı karakterde on ayrı örnek. Mizacınıza hangisi uyuyorsa kendinizi ona benzetin. Çünkü farklı mizaçlar on grupta kategorize edilebilirler ve herkesin bir örneğe benzemesi hem zordur hem de gerekmez. Ayrıca bu on insanın birbirleriyle bazen kavgalaştıklarını ve hatta savaştıklarını biliyoruz. Demek ki bu durum insanı seçkin ve cennetlik olmaktan alıkoymayabilir."

Çocuktan dağdaki çobana kadar herkesin eğitilmesi, Kurân adına, İslam adına bir şeyler duyması ve buna çare aranması gerektiğini söylerdi. "Kadın mutfakta iş yaparken eli çalışıyor, gözü ve ayağı çalışıyor ama kulakları ve kafası boş duruyor. Bu bir değer ve zaman israfıdır. Ne olur yani, banda alınmış Kurân-ı Kerim kıraati ya da faydalı bilgiler dinlese, birilerini rahatsız ediyorsa kulaklık taksa... " derdi.

Fetavây-ı Hindiye'ye özel bir ilgisi vardı. Onu tercüme edip cep kitapları haline getirerek çobanlara ve şoförlere kadar dağıtılmasını ve böylece onların da durdukları yerde boşa zaman geçirmeden İslam'ı öğrenmelerinin sağlanmasını hayal ederdi.

Ayrıca, öncelikle Hanefi fıkhını çok teknik bir tarzda toplama ve tasnif etme projesi vardı. Ona göre, dünyanın her tarafındaki yazmalara kadar Hanefi fıkıh kitapları toplanır ve tekrarlar atılmak suretiyle, kaynaklarına referansla bir araya getirilirse, yeni içtihatlara gerek duyuracak çok az mesele kalacaktır. Kendileri oturup bu işin zaman ve maddi külfetini hesap etmiş ve bir kişinin otuz yılda, on kişinin üç yılda bitirebileceği bir proje olduğunu tespit etmişlerdi. İşte fakir de bu iş için seçtiği ve gerekli usul formasyonunu alması için özel, ilgilendiği öğrencilerdendi.

Gerçi bu ve diğer bazı projelerinin bu gün dahi hâlâ lüzumu ve imkânı konusunda mütereddidiz, ama mühim olan, onun her zaman büyük ve evrensel projeler üreten ve bunlarla meşgul olan bir kafa yapısına sahip olmasıdır. İMAT adını verdiği transkripsiyon tekniğini de bu cümleden olarak zikretmeliyiz.

Dediğimiz gibi zaman klikler, gruplar ve anarşi devriydi. En küçük ayrılıkları provoke eden güçler vardı. Hemen hemen her öğrenci öyle ya da böyle bu tahriklerin etkisini yaşıyordu. Bir gün karşı gruptan bir öğrenci Ruhi Beye niçin gidip ülkücü gençlere ders verdiğini ve onlarla ilgilendiğini sordu. Aldığı cevap şuydu: "Bu arkadaşlar milliyetçiliği öne çıkarmakla beraber İslam'ı reddetmiyorlar. Onları İslam'a karşı gruplar gibi görüp, onlarla ilişkiyi kesmek ya da karşı olmak onları İslam'dan uzaklaştırır. Buna hakkımız yoktur. Sırf İslam'la ilişkilerini canlı tutmalarına katkıda bulunmak için gidiyorum."

Bizim tanıdığımız zaman o, Nur Medreselerine de gidiyor oralarda risaleleri okuyor ve anlatıyordu. Bir gün aynı şekilde bir karşı öğrenci niçin oralara gittiğini sordu. Ona da şunları söyledi: "Bakın! İslam'a davette Risale-i Nur'un etkisini küçümsememek lazım. Benim babam emniyetçidir, ben biliyorum, 1960'lı yıllarda istihbarat, Milli Eğitime bağlı tüm okullarda gizli bir araştırma yaptırmıştı. Acaba İslam'ı seçen gençlerin bu seçimini etkileyen şeyler nelerdir diye. Çıkan sonuçta, o zamanlar İslam'ı seçen öğrencilerin yüzde sekseninin Risale-i Nur yoluyla seçtiğini ortaya koymuştu. Bu küçümsenecek bir etki değildir."

İslam hukukçusu idi ve hukuk dilinin bir özelliğinden bahsederdi: "Hukuk dili dolambaçlı, ihtimalli ve tevriyeli ifadeleri kabul etmez. Her duygu başka manaya ihtimali olmayacak kelimelerle ifade edilir. Çünkü bunlar üzerine hüküm bina edilecektir. Günlük konuşmalarda müstehcen sayılacak kelimeler hukuki ifadelerde olduğu gibi söylenmelidir. Hukuk söz konusu olduğunda bu bir ayıp değildir." Böyle derdi ve bunu kendisi de bizzat uygulardı. Özellikle Fetâvay-ı Hindiye'nin Taharet bölümüne yaptığı tercümenin giriş kısmına hazırladığı ıstılahlar bölümünde bu çok açık ve bol örnekli olarak görülür. Onun bu konuda niyeti halisti ve o son derece ciddi idi. Bu uygulaması tartışılabilir ölçülerde olsa dahi, ilmi anlayışından kaynaklanıyordu. Bunu da herkes biliyordu. Ama bu yönü seneler sonra, ona karşı anlaşılamaz duygular taşıyanlar tarafından istismar edilecek ve başka bir bahane bulunamadığı için, müstehcen ifadeler kullanıyor diye mahkemeye verilecekti. Bu hareket de davaya bakan hâkimi, "Yahu Hocam! sizin fakültenizde insanların ifade biçimine dahi karışan hocalar mı var?!" diye güldürecekti. Bir hatıramla ben de buna bir örnek vermek istiyorum:

Bir gün ders esnasında Yukarı Mumcu Camiinde imam olan bir arkadaş, kendisine cemaatinden birisi tarafından sorulan bir sorunun fetvasını hocamızdan istedi: "Karısının annesine söven bir insanın nikâhı ne olur?". Hocamız; "Yani nasıl sövse? Hangi kelimelerle sövse?" diye meseleyi anlamaya çalışınca, arkadaş kullanılan ifadeyi olduğu gibi aktarmakta zorluk çekti. Bu istifsar karşılıklı iki üç defa tekrarlandı. Sonunda arkadaş mazi kalıbıyla sadır olan bu sinli kefli ifadeyi yarım yamalak söyleyebildi. Bizler gülmemek için dilimizi ısırıyorduk, ama Hoca son derece ciddi idi ve mesele tam tebeyyün etmiş olunca, "Yani bu dediği şeyi yapmış mı?" diye tekrar sordu. Yapmadığını, bunun sadece bir sövme olduğunu öğrenince de: "Yalan söylemiştir ve de çirkin bir hareket yapmıştır, bu ayrı bir şey. Ama bu onun nikâhına bir zarar vermez" dedi.

İşte yazdıklarını uzun yıllar sonra deşeleyen bu anlaşılmaz tavır hocayı ciddi rahatsız etti ve o rahatsızlığın tesiriyledir ki, Hoca terk-i diyar ederek gidip Suudi Arabistan'daki bir üniversitede hocalığa başladı. Bilahare Türkiye'de geçirdiği bir izninden dönerken de takdir-i ilahi onu yolda yakalayıverdi. Sevgili hanımı ve oğlu Abdullah'la beraber hep özlemini çekerek anlattığı Rabbine kavuştu. "İnna lillah ve inna ileyhi raciûn"

Faruk BeÅŸer

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DÄ°ÄžER YAZILAR

İnsanlar yalnız inandık demeleri ile bırakılıveriliceklerini, kendilerinin imtihana çekilmeyeceklerini mi sandılar?

Ankebut, 2

GÃœNÃœN HADÄ°SÄ°

Yapılan hayırdan (ma'ruf) hiçbir şeyi küçük bulup hakir görme, kardeşini güler yüzle karşılaman bile olsa (bunu ehemmiyetsiz görüp ihmal etme)

Müslim, Birr 144, (2626)

TARÄ°HTE BU HAFTA

*Fatih Camii Tekrar İbadete Açıldı(15 Nisan 1772) *Şeyhülislam İbn-i Kemal'in Vefatı(16 Nisan 1534) *Einstein'in Ölümü(18 Nisan 1955) *93 Harbi Başladı(19 Nisan 1877) *Miladi Takvime Göre Efendimiz'in(s.a.v) Doğumu(20 Nisan 571)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SÄ°TE HARÄ°TASI