Cevaplar.Org

HÜSREV AYDINLAR HOCAEFENDİ(1884–1953)

Hüsrev Hocaefendi bir dönemin isimsiz kahramanlarındandır. Özellikle milletin kendine dönüşünün bir umudu olan İmam Hatip düşüncesi, o ve emsali bazı büyüklerimiz etrafında örgülendi.. Bu mevzuda ilk akla gelen


Salih Okur

nedevideobendi@gmail.com

2007-04-13 07:19:03

Hüsrev Hocaefendi bir dönemin isimsiz kahramanlarındandır. Özellikle milletin kendine dönüşünün bir umudu olan İmam Hatip düşüncesi, o ve emsali bazı büyüklerimiz etrafında örgülendi.. Bu mevzuda ilk akla gelen Konya'da Veyiszade Mustafa Kurucu ise İstanbul'da o ve merhum Mahmud Bayram hocadır.

Onlar bir bâd-ı hazan'ın estiği acı bir dönemde zehir yudumlamış kametlerdir..

On asır Kur'an'a bayraktarlık yapmış bir vatanın evlatlarının manevi istiklal savaşında cephe kumandanlarından biridir Hüsrev hoca.. Zor dönemin bu büyük insanlarını hatırlatmak bizim için kadirşinaslıktır. Bu çalışma bunun için hazırlandı. Eldeki imkân ve şartlar gereği istenen kıvamda olmadı ama en azından Hüsrev Efendi hakkında Internet ortamında az bir bilgi vermesi açısından sevindiricidir. Ruhu şâd olsun..

Neş'et Ettiği Çevre

Muhammed Hüsrev Aydınlar Hocaefendi Makedonya'nın Manastır vilayetinin Struga iline bağlı Labunişta köyünde 1884 senesinde(bir rivayete göre 1883) dünyaya geldi. Aslen Arnavut asıllı bir ailedendir. Onun için İstanbul'da "Arnavut hoca" diye meşhur olmuştur. Babası Numan Efendi, annesinin ismi ise Habibe'dir Babası dini tahsil için onu köy hocalarına teslim etmişti.

Oradan Ohri kazasına gidip Hüsrev bey medresesinde müderris Mustafa Efendi'den bir sene okumuştur. Daha sonra Tiran'a gidip orada da bir medresede dört ay okumuştur.

Bir Paşanın Gazabı

Talebelerinden, Birecik'li Abdullah Naim Şener, Hüsrev Efendi'nin Tiran günlerine ait şu hadiseyi nakletmektedir; "Bayram vaazında, o devrin devlet adamı olan Esat Paşa, merhum hocanın sert vaazlarından canı sıkılmış. Namazdan sonra paşa, müftü ve müderrisi çağırıp; "bu vaizin söylediklerinin kitapta yeri var mıdır" diye sormuş, onlar da "evet, aynen filan kitapta vardır" cevabını vermişler.

Bilahare müftü ve müderris, hocaefendiyi çağırtırlar ve "sana paşa soracaktır, işte şu kitaplardan cevap verirsin" diyerek kitapların ismini verirler.

Nihayet paşa, hocaefendiyi çağırır, iltifat eder. Derste söylediklerinin kitapta yeri olup olmadığını sorar. Hocaefendi "söylediklerim filan kitaplarda vardır" cevabını verir. Bunun üzerine paşa memnun olduğunu söyleyerek beş altın verir kendisine.

Müftü ile müderris, hocaefendiye paşanın kendisine nası muamele ettiğini sorarlar. Hocaefendi de kendisine yapılan ikramı anlatır. Müftü ile müderris "sen bu akşam buradan hemen gitmene bak. Paşa çok gadaplanmıştır. Seni sağ bırakmaz" derler. Hocaefendi de tahsilini yarım bırakarak o akşam yola çıkar. 1910 tarihinde İstanbul'a gelir."

Dersaadete GeliÅŸ-1910

İstanbul'da Karagümrük'te Üçbaşlar medresesine yerleşti. Buradaki mühim hocaları Kastamonulu Ahmed Efendi, Tavaslı Hasan Efendi, Kırklarelili Atıf Efendi, İzmirli İsmail Hakkı(Hüsrev hoca daha sonraları reformcu fikirlere kapılan bu hocasına şiddetle cephe almıştır) ve o zamanların bir meçhul-u meşhuru olan Rebii Molla hazretleridir.

Hüsrev Efendi bir süre Karagümrük'te kaldıktan sonra Süleymaniye Medresesine kaydoldu ve 1919'da tefsir ve hadis şubelerinden mezun oldu. Ardından Ruus imtihanını kazanarak hem dersiamlığa hem de İbtida-i hariç medreseleri Arapça hocalığına tayin edildi. Abdullah Naim Şener merhumun zikrettiğine göre kısa bir zaman Tıbbiye mektebinde de okumuştur.

Hocalığı Ve Bazı Evsafı

Talebelerinden merhum Mahmud Bayram Hocaefendi onun ilmi seviyesine şöyle dikkat çekmektedir: "İlimle mücehhezdi. Dört mezhebin fıkhını hepsini de iyi bilirdi. Hadiste de otoriteydi. Çok güzel Arapça bilirdi. Hem de Arap gibi, Arap ağzıyla Arapça konuşurdu da "nereden belledin sen Arapça'yı bu kadar güzel konuşuyorsun" diye sorduklarında "benim hocam Peygamber Efendimiz"derdi "Peygamber Efendimizden öğrendim" (yani hadis ilmiyle fazla tetebbuu neticesi Efendimizin fasih arapçasına vukuf kesbetmesini anlatıyor.)

Talebelerinden Abdullah Naim Şener hocamız kendisini "Sağlam vücutlu, pehlivan yapılı, çok kuvvetli ve cesur" olarak tavsif etmektedir.

Hocaefendinin Ziya, Ahmet ve İbrahim adlı üç oğlu ile Hayriye, Ayşe, Kadriye, Fahire adlı dört kızı bulunmaktaydı.

Fahri EÄŸitim

Cumhuriyet döneminde medreseler kapatılınca fahri olarak hizmetine devam etti. Talebesi Abdülhalim Akkul "30 sene kadar bizzat ders okuttu. Cami ve evde. 1953'te, 70 yaşında vefat etti. Kaç kere onunla birlikte karakollarda sabahlamışızdır" şehadetinde bulunuyor.

Hocaefendi ortamın alabildiğine zorlamasına rağmen İslami tedrisata ara vermedi. "Mahkemelere çok çıktı, cesaret-i medeniyesi çok kuvvetliydi" der talebelerinden merhum Mahmud Bayram Hocaefendi.

Yine talebesi merhum Abdullah Naim Şener onun öğretme aşkına şöyle ışık tutar; "Hocaefendinin hayatında en çok sevdiği ders okutmaktır. Aşağıdaki hadiseler buna delildir. Derse başladığı günden itibaren bir gün bile talebesiz kalmamıştır. Kırk sene Fatih camiinde her gün ikindiden sonra derslerine devam etmiştir. Okuttuğu kitaplardan bazıları; Şerh-i Akaid, Tefsir-i Kadı Beyzavi, Buhari-i Şerif, Sünen-i Tirmizi, Şifa-yı Şerif, Ezkarü Nebevi, Usuliddin, Menar Şerhi, Tarikat-ı Muhammediye, Şemail-i Şerif, Hadisü, Erbain, İhyau Ulumiddin, Hidaye'dir.

Evinde kış gecelerinde akşamdan sonra saat 12'ye kadar, yaz günlerinde de sabah namazından öğleye kadar muhtelif talebelere ders okuturdu.

 "Her dersi bir ibadet olarak kabul ediyorum" derdi. Bunlardan sonsuz zevk aldığını söylerdi. Usanmak asla hatırına gelmezdi. Hiçbir gün kendisine gelen talebeye "bugün git, yarın gel" demezdi. Ağır hastalığı zamanında dahi derse devam ederdi. Hatta talebeleri "Hocaefendi rahatsızsınız, dersleri tatil edelim" dedikleri zaman "hayır, ders okutmakta şifa ve bereket vardır. Ders okuturken hastalığım kalmıyor" derdi.

Her gün ders okutmadan evden çıkmazdı. Hatta, gelinlik çağda kızı vefat ettiği gün, talebeler cenaze münasebetiyle dersin tatil olmasını rica ettiler. Hocaefendi ise "Hayır, kızıma Allah rahmet eylesin, dersimiz devam edecektir" buyurdular. Annesi yukarıda ağlarken, aşağıda biz ders okuyorduk.

Son hastalığında, Çengelköyünde kalbinden muzdarip olduğundan, konuşmaya bile takatı yoktu. O zaman yine talebelerden biri "Hocaefendi, sizi fazla rahatsız görüyorum. Bir kaç gün dersi tatil edin, inşallah yakında afiyet bulursunuz, dersimize devam ederiz" demesi üzerine Hocaefendi "arkadaşınızın teklifini kabul ediyor musunuz" diye sordu. Talebeler hep birden "kabul ediyoruz" dediler. Hocaefendi "Ya Rab! Şahit ol, dersi kendi arzum ile değil, talebenin ısrarı üzerine bırakıyorum" dedi ve bir kaç gün sonra da Hakkın Rahmetine kavuştu."

Onun bir âlimin ilmini süsleyen en mühim vasıflardan olan celadeti hakkında merhum Esad Coşan Hocaefendi şunları demektedir: "Fatih Camii'nde celâlli, celâdetli,-nur içinde yatsın, Allah mekânını cennet etsin- sert bir Hocaefendi vardı. Caminin imamı değil de, camide ders veren Hüsrev Hoca derler, bir Hocaefendi vardı.

Meşhurların çoğu onun derslerine giderlermiş. O Halk Partisi'nin dini yasakladığı zamanda; gazetelere din sözü alınmayacak, dini tefrika konulmayacak; camiler kapatılacak, satılacak, yıkılacak; vakıflar satılacak denilen o zulüm devrinde, hiç kimseden korkmadan ders anlatırmış. Gündüz anlatırmış, gece anlatırmış... Evine gelenlere anlatırmış... Seher vaktinde anlatırmış, sabah vaktinde anlatırmış, gece yarısında anlatırmış. Yani, böyle kahraman bir insan...

Şeyhlere filân da çok çatarmış, veryansın edermiş. Yalnız, bizim Hocaefendimiz'den önce makamda oturan, onun arkadaşı olan Abdülaziz Efendi'ye kendisi gönderirmiş talebeleri... "Evlâdım git, ona intisab et!.. O başkaları gibi değil..." diye ona göndermiş bizzat... Öyle celâdetli bir insan; onun için, çok seviyorum."

Hicreti

Baskıların git gide yoğunlaşması üzerine 1936'da memleketine dönmek bahanesi ile yurtdışına çıktı ve Medine'ye yerleşti. Ancak ailesinin sağlık durumu sebebiyle 1937'de İstanbul'a döndü. Burada bütün baskılara rağmen yine ders okutmayı sürdürdü.

İstanbul İmam Hatip okulunun açılması üzerine iki sene kadar meslek dersleri verdi. Sağlık durumunun ağırlaşması üzerine istemeyerek de olsa derslere ara vermek zorunda kaldı ve 23 Nisan 1953'de İstanbul'da dar-ı bekâ'ya irtihal etti. Mezarı Edirnekapı Sakızağacı mezarlığındadır.

Eseri:

Tek eseri olan Risaletü'l Mevahib-il İlahiye onun Arapça'ya ve tefsir literatürüne vukufunu gözler önüne sermektedir. Eserin müstensihi ve hocanın öğrencisi Erzurumlu Mustafa Necati Efendi, mukaddimenin bu cümlesine düştüğü notta kitabını yazmaya başladığı sırada Hüsrev Efendi'nin hanımının vefat ettiğini, kitaplarıyla birlikte evinin yandığını, ayrıca İstanbul'a yaklaşan düşmanın silâh seslerinin duyulduğunu kaydeder.

Hocaefendi kitabi eser yerine canlı eser verme yoluna ağırlık vermiş ve çok kıymetli kimseler yetiştirmiştir. Bunlar arasında ilk akla gelenler; Salih Şeref, Abdülhalim Akkul, Yaşar Tunagür, Sadık Fidancı, Emin Saraç, Erzurumlu Mustafa Necati Efendi, Hüseyin Karagözoğlu, Abdullah Naim Şener ve Mahmud Bayram Hocalardır.

Azmine misaller

Hüsrev Efendinin talebe yetiştirmekteki azmi hâlâ menkıbe şeklinde dilden dile nakledilmektedir. Bunlardan en meşhur bir hadiseyi talebesi merhum Mahmud Bayram Efendi şöyle anlatmaktadır: "Hocam Hüsrev Efendi'nin kızı hastalanmıştı. Kullanacağı ilaç o günün parası ile 60 lira idi. Hoca'nın maddi durumu müsait değildi, alamadı. Çocuk hastalıktan kurtulamadı, vefat etti. Hoca, kızının öldüğü gün derse geldi. Mezarlığa dersi bitirip gitti. Mezarlıktan döndükten sonra da yine derse geldi. Üzgündü. Gözlerinden yaşların süzüldüğünü görüyorduk. Dersi tatil etsek mi, diye soracak olduk."Yok" dedi." Ders tatil edilmez."

Bir başka hadiseyi de merhum M.Esad Coşan Hocaefendi nakletmekte: "Hatta anlatmışlardı Hüsrev Hoca denilen bir âlim... Tabii, insan sabahtan akşama kadar çalıştıktan sonra evine yorgun argın döner, biraz da istirahat etmek isteyebilir. Bazı kızlar gelmişler:

"-Hocam, biz camiye gelemiyoruz, çalışmalarımız var. Acaba biz de geceleyin veya sabahleyin şu vakitte grup halinde gelsek, ders verebilir misiniz?.."

En müsait olmayan zamandaki isteklerini dahi, o âlim reddetmemiş ve onlara ilim öğretmiş. Hakikaten de çok kıymetli talebeler yetiştirdiğini ve başlı başına bir ilmî hareket meydana getirdiğini, onu tanıyan kimselerden öğreniyoruz."

Bir talebesi onun ders okutma aşkını şöyle anlatıyor: "Vefat ettiği 1953'e kadar ondan ders almaya devam ettik. En son Çengelköy'de oturuyordu. Ölümünden üç gün evveline kadar derse devam etti. En son gittiğimizde kitabı tutacak hali yoktu ve eli titriyordu. Biz dedik ki 'Hocam artık bırakalım. İyi olduktan sonra derse devam ederiz.' Hoca o zaman ağlayarak kitabı bıraktı ve ellerini açtı ve dedi ki 'Ya Rab, Sen şahit ol. Ben bırakmadım. Bana bıraktırdılar."

Emin Saraç Hocaefendi onun aşk ve şevkini kendisiyle yaptığımız görüşmede şöyle anlatmıştı: "Hüsrev Efendi biz İstanbul'a ilk geldiğimizde burada, minberin sağ tarafında her gün ders okuturdu. Öğlen ve ikindiden sonra en yüksek dersler okunurdu. Hidaye'yi(Fıkıh) okutuyordu, Kadı Tefsirini, Buhari-i Şerifi, İhya u Ulûm'u, Şifa-yı Şerif'i, Risale-yi Kudsiye'yi okuturdu. Bu gibi kitaplar burada devamlı surette okunurdu. Hüsrev Efendi o sıralar en çok ders okutan kimseydi.

Tabii o sıralar İstanbul'da çok hocalar vardı. Mesela Hazim Efendi, Mesnevi okuturdu. Mekki Efendi, Kadı Tefsiri okuturdu. Şurada Kulalı Emin Efendi ders okuturdu. Ama Hüsrev Efendi en çok ders okutanlardandı.

Bir gün camiden çıkıyoruz. Kahvehaneleri göstererek; "Evladım, buraya oturmaya alışan şu ilimden zevk alamaz" dedi. Güzel bir tembihti. Bir gün de Şehzedebaşında "Direkler arası" denen bir yer vardı, iki tarafında sinema vardı. Oradan geçerken "Şu sinemada resimlere bakan kimse bu ilimden zevk alamaz, nasip olmaz. Sakın oralara gitme" demişti.

Bu tembihler vesilesi ile dokuz sene Kahire'de kaldığım sürede bir defa bile sinemaya gitmedim. Yalnız bir defa İstanbul'un fethini anlatan bir film gelmişti. Ezherli talebe arkadaşların ısrarıyla, vatan hasreti ile onu görmek için gittik. Hüsrev Efendi bize böyle güzel tembihler yapmıştı. Allah rahmet eylesin.

Bir de düşün, öyle fedakâr ki, kızı uzun zaman verem hastalığına müptela idi, vefat etti. Ama Hocaefendi dersi bırakmadı. Derse geldi. Ondan sonra kızını defnetmeye gitti. Ve onun o devirde yaptığı o işler büyük bir şeye vesile oldu. Eslafın tedris vazifesinin devamını sağlamış oldu.

Bir defasında Hüsrev Efendi'yi buradan emniyete götürmüşler. Koltuğunda Buhari-yi Şerif var. Demişler ki; "Hoca ders vermenin yasak olduğunu bilmiyor musun?"

Hüsrev Efendi demiş ki: "Ben ne yapıyorum biliyor musun?" İşte okuttuğum kitap.. Komiser "ben ne anlarım "deyince Hocaefendi; "Anlamazsan beni neye çağırdın?" cevabını vermiş.

-Ömer Nasuhi Efendi de kendisine çok saygı gösterirmiş..

-Onlar birbirinin kıymetini bilir, gereken saygıyı gösterirlerdi."

Merhum Hafız Enver Galip Ceylan Hocaefendi onun hakkında bizlere şunları anlatmıştı; "Hüsrev hoca benim hocamın hocası. Salih Şeref hocamın hocası..Aynı zamanda meşhur Yaşar Tunagür'ün de hocası.

Hocaefendi'ye "Arnavut hoca" derlerdi. Rumeli'dendi kendisi, İstanbul medreselerinde okumuş, icazet almış. Fatih dersiamlarındandı.

Merhum hocamız, bir ara inkılâplar sırasında Türkiye'nin durumuna üzülerek bir yolunu bulmuş, Hicaz'a gitmiş. Sonra manevi bir işaretle, vazifeli olduğu, buraya geri gelmesi gösterilince dönmüş, gelmiş..

Talebe okutma gayesi ile şehir dışında bahçeli bir ev almış. Sabah namazından sonra, herkesin gaflette olduğu sırada Arapça okutmuş. Bizim hocalarımızdan Salih Şeref ve Mahmud Bayram Efendiler(her ikisinde de Arapça okudum) bu derslere devam edenlerden. İkisi de hafızlığı memleketlerinde(Gönen) tamamlamışlar. O sırada medreseler lağv olmuş. Gönenli Mehmed Efendi bunlara "İstanbul'da vazife bulunur. Gelin, hem okur, hem vazife yaparsınız" demiş, İstanbul'a getirmiş..

İstanbul o zaman daha gayretli idi. Meselâ bizim memlekette bayram namazı tekbirleri "Tanrı Uludur" diye alınırdı. Baktım, bura camilerinde Allahu Ekber diye alınıyor. Ben Salih Şeref Hocamın vazifeli olduğu camiye akşam namazlarında ders okumaya giderdim. Hocanın cemaati arasından bazıları, hemen müezzin minareden inmeden, Allahu Ekber diye tekbir getirirdi. Ufak yerlerde bunu yapmanın imkânı yoktu.

Hüsrev Efendi, tefsir, fıkıh derslerini camide vaaz eder gibi yapardı. Kitaptan takip edilirdi. Eski dersiamların camilerde vaaz etme hakkı vardı. Soran olursa, bunu ifade eder "ben maaşımı helal ettirmek için vaaz ediyorum" der, böyle idare ederdi. Çok fedakardı..

Hüsrev hoca hoş sohbet bir zattı. Talebeleri değişik memleketlerden olduğundan "Arnavutlar böyle, Türkler böyle, Çerkezler böyle, Boşnaklar şöyle" diye takılır, onları güldürürdü."

Yine Rahmetli Esad Coşan Hocaefendi anlatıyor; "Allah rahmet eylesin Fatih Camii'nde çok mücahid, çok değerli bir Hüsrev Hoca vardı. O mübarek gece gündüz ilim neşrederdi. İslâmî ilimlerin okutulmadığı, yasak olduğu, imam-hatip okullarının olmadığı muhataralı devrede okuturdu. Onu anlatanlar diyorlar ki: Mübareğe bir grup öğrenci gelmiş, demişler ki:

"--Hocam biz de ilim öğrenmek istiyoruz ama, işte ailevî durumumuzdan dolayı, iş durumumuzdan dolayı hiç vaktimiz müsait değil; ancak geceleyin seher vaktinde gelebiliriz. Gelelim mi?.."

"-- Buyurun gelin!" demiÅŸ.

Yâni sabahtan akşama kadar ilim öğretiyor, geceleyin uyku uyuyacak. O zaman ötekiler öğrenmek istiyorlar, başka zamanları yok. Onlara da gelin diye buyurduğunu anlatırlar.

Çok kimseleri yetiştirmiş, herkes memnun... Hattâ siyâsîlerden de onun meclislerine gidip ondan ilim öğrenen insanlar var; biliyoruz isimlerini..."

İstiğnası

Hüsrev Efendi bir çok dersiâmlar gibi tevhid-i tedrisat kanunundan sonra boşta kalmış ve maddi sıkıntılar yaşamıştı. Geçimini evinin bahçesinde yetiştirdiği sebzeleri satmak suretiyle sağlamış ve çok müstağni yaşamıştır.

Emin Saraç Hocamız bu duruma şu hatırasıyla ışık tutuyor: "Hüsrev Efendi ile bir keresinde Tirmizi'ye başlamıştık. İzmir'den bir arkadaşı geldi. Hoca'nın sırtında çizgili bir pardesü var. Ancak pardesünün arkasında kocaman bir yama. Arkadaşı, kendisine herhangi bir yardım bulunmak isteğini bildiriyor. Hüsrev Hoca, "Peki, diyor, ancak şahsıma bir yardım istemem."

"Git, bana şu kadar takım Tirmizi al." 15–20 takım. Tirmizi"ler geliyor. Onları öğrencilerine dağıtıyor. Bir tanesini de benim için ayırıyor. "Bunun sahibi var" diyerek. O nüsha hâlâ bendedir. Saklarım."

Cenaze masrafları için gerekli olan para ne kendi ailesinden ne de talebelerinden çıkmamış, derslerine devam eden bir polis memuru o gün aldığı emeklilik ikramiyesi ile bu masrafları karşılamış, daha sonra talebelerinin temin ettiği parayı da kabul etmeyerek, Hüsrev hocanın ailesine vermiştir.

İmam Hatip Liseleri ve Hüsrev Hoca

İmam Hatiplerin şahsında yeniden dirilişimizin rüyalarını gören kutlulardan biri de Hüsrev Efendi hazretleridir. Merhum Mahmud Bayram bize bu konuda şu bilgileri vermekte: "Çok hizmetleri oldu İmam Hatibe. Hocaların İdarecilerin hepsiyle kavga ederdi o talebenin şevkinin kırılmaması için. Hele o ilk açıldığı sene. "Hiçbirini sınıfta koymayın çocukların" diye tembihlerdi hepimize.

Hatta öyleki, bir gün benim dersimde, not defterimi elimden aldı ve notları kırık olan zayıf talebelerin hepsini sözlüye kaldırarak, hepsine birere kelime-i şehadet getirterek, hepsine birer on verdi, oturttu. Sonra da: "Oğlum" dedi "eksiklerini, noksanlarını sonraki yıllarda tamamlarız. Şu bir iki sene idare edin çocukları! Şevkleri kırılmasın! Hepsi gurbet çocuğu bunların, hepsi köyden geldiler. Şevkli gitsinler, şevkli gelsinler."

Bizim acemilik dönemimizdi daha o zamanlar. Böyle bir insandı Hüsrev Efendi. Allah rahmet eylesin. İmam Hatibe talebe alınması ve bu mekteplerin geliştirilmesi için yapmadığı, yapamayacağı yoktu.

Hatta şöyle bir şey olmuştu o tarihlerde. Eyüp Sabri Hayırlıoğlu geldi bir gün İstanbul'a. Yeni açılan ve açılacak olan İmam Hatip okullarına eski müderrislerden ve medrese mezunlarından müdür arıyor. Hüsrev Efendi bizi de çağırdı toplantıya. Ne oldu biliyor musunuz? O eski hocaefendilerin bir çoğu nazlandılar "Biz İstanbul'a alıştık buradan başka yere gidemeyiz" diye naz ettiler, kabul etmediler Hayırlıoğlu'nun o hayırlı teklifini.

İçlerinde sadece Hüsrev Efendi kabul etti. Hatta kızdı da öbürlerine "Yahu arkadaşlar ne yapıyorsunuz siz? Ben hiçbir ayırım yapmadan, hiçbir ön şart ileri sürmeden nere olursa gidebilirim" dedi. Onu Konya'ya göndereceklerdi, sonra ne oldu bilmiyorum, vazgeçtiler."

Şu hatıra da bahçıvanın bir gül için binler dikene katlanmasına güzel bir misaldir; "İmam Hatip'te müdür Celaleddin Öktem Bey, okul açılmış, sene ortasına gelinmiş. Her şey darmadağınık. Düzen diye bir şey yok. Bir gün Hüsrev Efendi'ye, okuldaki dağınıklığın giderilmesi ve eğitimin daha da İslamî bir muhtevaya bürünmesi noktasında isteklerin yer aldığı bir mektup geliyor. Hüsrev Efendi, "Bu mektubu ben müdür beyin yanına girdiğimde bana verin" diyor. Giriyor. Mektubu getiriyorlar. Hüsrev Efendi mektubu alıyor. Celaleddin Öktem Bey'e:

- Şunu okur musunuz, diyor. Benim gözlerim biraz rahatsız da."

Celaleddin Bey mektubu okuyor. Hiddetleniyor. Hem mektubu yazana, hem Hüsrev Efendi'ye bağırıp çağırıyor. Hüsrev Efendi tek kelime etmiyor. Sonra müdürün odasından çıkıyorlar. Hüsrev Efendi, Mahmut Bayram Hoca'ya -ki hem talebesi hem de meslektaşıdır- şu unutulmaz sözleri söylüyor:

-Oğlum, ben mahkemelerin içinden gelen bir adamım. Ama bu okul rayına oturana, çocuklar kendine gelene kadar, eğil de başına küçük abdestimizi yapalım deseler, eğilirim."

Bir talebesi anlatıyor: "İmam Hatip Okulunda Akaid dersine girerdi. Bütün okulun akaid dersine... Evi Çengelköy'deydi. Bir gün okula gelirken, rahatsızlanmış. Kalpten. Tekrar eve götürmüşler. Ben de koştum, gittim. Eve vardığımda baktım altı yedi kişi oturmuş hocanın yanına ders okuyorlar. O da yatıyor, kalkıyor, ilgileniyor ama konuşacak takati yok. Çok zayıflamış. Öğrencilerden birisi hocaya dedi ki: "Hocam, hastalığınız sizi yoruyor. İnşallah biraz iyileşseniz de o zaman yeniden okusak..." Hoca elini açtı "Ya Rabbi, dedi, ben dersi bırakmadım. Çocuklar tatil edilmesini istediler." Ben Hüsrev Hoca'nın bir gün "işim var, derse gelmeyin" dediğini işitmedim. Kıyamet kopsa dersini tamamlardı."

"Unutamadığım bir hatıram var. İmam Hatipin orta ikinci sınıfındaydım. Vefa'da bir ahşap konakta okuyorduk o zamanlar. Bir zamanlar ortaokul olarak kullanılmış, zamanla terkedilmiş ve İmam Hatibe yer aranırken orayı bulmuşlar. Ahşaptı bina, soba yakarlardı. Rahmetli Tevfik İleri ziyarete geldi İmam Hatip Okulunu. Biz o zaman ikinci sınıfta idik. Ders rahmetli Hüsrev Hocanın dersi idi. Orada bir konuşma bir takdim yaptı. Ondan sonra Arnavut şivesiyle "Vekil bey, vekil bey, bunların her biri cevherdir, cevherdir." demişti Rahmetli."

Ulema ile münasebeti:

Bediüzzamanla Görüşmesi: Hüsrev Efendi'nin hocası Rebii Molla, Dar-ül Hikmet-il İslamiye'nin son azalarındandı. Bilindiği gibi Osmanlı'daki çalkalanma ve sık sık gerçekleşen hükümet değişikliklerinden bu müessese de nasibini almıştı. Her yeni Şeyhülislamla beraber azalarda da değişiklik adet olmuştu. Ama Sadık Albayrak Bey'in "Son Devrin İslam Uleması" adlı eserinde beyan ettiğine göre bütün şeyhülislamların değiştirmediği tek aza Hazret-i Bediüzzaman'dı. Bu vesile ile Rebii Molla ile Bediüzzaman'ın bir arkadaşlığından söz edilebilir.

Hüsrev Efendi'nin yetiştirdiği kıymetlerden merhum Yaşar Tunagür Hocaefendi Bediüzzaman'la Hüsrev Hoca'yı görüştürmüştür. Tahir Taner beyefendi bu konuda şunları yazmakta: " Yaşar Tunagür Hocamızın Üstad'ı görüp görmediğini sormuştuk ki, o cevabında Hüsrev Hoca'yı Üstadla görüştürdüğünü de anlattı. Ben Hüsrev Hoca'nın Üstadla ilgili intibalarını sorunca şöyle anlattı:

"Evet, Hüsrev Hoca büyük bir âlimdi. Devrin büyük âlimlerinden Ömer Nasuhi Bilmen Hoca bile onun huzurunda edeple dururdu. Bediüzzamanla o gün uzun süre görüştüler. Bediüzzaman Hüsrev Hoca'nın yanından ayrıldıktan sonra ben de sizler gibi merak edip Üstad hakkındaki kanaatini sordum.

Uzun uzun düşündü ve dedi ki: "Vallahi ben çok âlimler tanıdım. Fakat bu zatın ilmine ve haline akıl sır erdiremedim. O'nun ilmi, hali akılla izah edilecek tahsille elde edilecek bir şey değil. Vehbi bir ilim ve hâl var. Benim aklım sırrım bunlara ermez."

Ahmed Hamdi Akseki: Osmanlı âlimlerinin birbirinin kıymetini bilmesine başka bir misal de Ahmed Hamdi Akseki merhumla alakalıdır. Yıl 1950. Türkiye'de iktidar değişmiş. CHP dönemi sona ermiş. Hüsrev Efendinin talebelerinden Abdülhalim Akkul hocaefendi Ankara'ya gidiyor. Müftülük veya vaizlik almak istiyor. Uzun bir süre Diyanet'i arıyor. Diyanet İşleri Riyaseti, bir apartmanın en üst katında bir daire. Sora sora onu buluyor. Reis Merhum Ahmed Hamdi Akseki. Kapıyı vurup, içeri giriyor. Akseki Hoca, onun bir mesele sormak için geldiğini zannediyor. Oysa Abdülhalim Hoca onu şaşırtıyor:

"Vaiz veya müftü olmak istiyorum, Hocam".

"Sen, Arapça'yı nereden okudun, yasak değil mi Arapça oğlum," diye soruyor Akseki Hoca. Şaşırmakta haklı. Çünkü Arapça yasak, Kur'an okumak yasak, hacca gitmek yasak. Abdülhalim Hoca, Hüsrev Hoca'dan ders aldığım, diğer hocalarını anlatıyor. Aksekili Hoca'nın gözleri ıslanıyor.

"Hüsrev Hoca çok samimidir, çok ihlâslıdır, çok cesur, çok şecaatlidir, O okutur" diyor. Abdülhalim Hoca da Hüsrev Hoca'nın "Ahmed Hamdi şerikim kalemiyle İslam'a yardım eder, ben lisanımla" dediğini naklediyor. Aksekili Hoca çok duygulanıyor.

Bir Şiir İle Hüsrev Hoca

Son olarak, talebelerinden, "Sahaflar Şeyhi" el hâc Muzaffer Özak merhumun, Hüsrev efendi hakkında bir şiiri ile hatm-ı kelâm edelim:

HOCAMA

Sıdk u ihlâs hasletinden mahrûm görüp dünyâyı

Bu milk-i fenâdan firâr eyledi Husrev Hoca

Fânî zevk ve nimetlere tercîh etti ukbâyı

Âlem-i bâkîde karâr eyledi Husrev Hoca

 

Zühd ü takvâ sâhibiydi ilmi ile âmildi

Her bakımdan güvenilir bir insân-ı kâmildi

Merhameti mürüvveti her mahlûka şâmildi

Gizli sırrı âşikâr eyledi Husrev Hoca

 

Sıkı sıkı sarılmıştı Allah'ın kitâbına

Hiç bir zaman aldırmadı kulların itâbına

Ömür boyu kulak verdi ircı'î hitâbına

Eceli kendine şikâr eyledi Husrev Hoca

 

Cân ü dilden âşık idi Resûl-i Kibriyâ'ya

Tahammülü yoktu aslâ muhabbette riyâya

Bir gün olsun tenezzül eylemedi mâsivâya

Bâb-ı tevâzu'da ısrâr eyledi Husrev Hoca

 

Rıhletine mâtem etti bütün Fâtih Câmi'i

Boş kalmadı ders verdiği o kürsî-i lâmi'i

Talebesi Sâlih şimdi irşâd eder sâmi'i

Ecr ü sevâb yönünden kâr eyledi Husrev Hoca

 

Okuttuğu Kur'ân Hadîs dâim onun refîki

Hiç şüphesiz makberinde meleklerdir şefîki

Rûz-i mahşer refîk olsun ona Hakk'ın tevfîki

Îmânı nefsine şi'âr eyledi Husrev Hoca

 

Aşkî diler makâmını eylesin Hakk muallâ

Mustafâ'ya komşu etsin cennette onu Mevlâ

Ahbâbına ihvânına şefi' kılsın evvelâ

Ni'met-i tâmmı ihtiyâr eyledi Husrev Hoca

KAYNAKLAR

1-Bekir Topaloğlu, "Hüsrev Hoca", İslam Ansiklopedisi-Cilt:19-İFAV Yayınları-İst.1999

2-Altınoluk Dergisi: sayı: 19, 26, 27, 136, 157

3-dervisan.com/yazi2/c931202.html - 38k

4-mail.zikrullah.com/yazilar/arsiv/z010602.htm - 43k

5- Mustafa Özdamar, Celal Hoca, Marifet Yayınları- İst-1995

6- Sadık Albayrak, Son Devrin İslam Uleması-Milli Gazete Yayınları- İst-1980

7-http://www.cevaplar.org/index.php?khide=visible&sec=16&sec1=59&yazi_id=5387

8- Sadık Albayrak- Son Devrin İslam Akademisi- İz Yayıncılık- İst.

9- Birecik'li Abdullah Naim Şener, Kıyamet Alametleri, İst. 1977

10- Muzaffer Özak, Ziynetü'l Kulûb, Salah Bilici Yayınları, İst.

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

süleyman sami s, 2007-10-12 04:24:03

cenabı allah emeklerini zayi etmedi bu alimlerin onlarla hak geldi batıl yok olmaya başladı ve sonunda yeştirdikleri imam hatip zihniyeti iktidarda.

Bu yoruma katılıyor musunuz ?

Abdullah, 2007-04-16 03:24:15

Allah ona ve onun gibilere rahmet eylesin..Küfre karşı şedid,ilmi ile amil muttaki alimlere ne kadar çok ihtiyaç var..

Bu yoruma katılıyor musunuz ?

DÄ°ÄžER YAZILAR

Hamd alemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur.

Fatiha,1

GÃœNÃœN HADÄ°SÄ°

"Haramla beslenmiş vücut cennete giremez."

Taberânî.

TARÄ°HTE BU HAFTA

*Fatih Camii Tekrar İbadete Açıldı(15 Nisan 2002) *Şeyhülislam İbn-i Kemal'in Vefatı(16 Nisan 2002) *Einstein'in Ölümü(18 Nisan 1955) *93 Harbi Başladı(19 Nisan 1877) *Miladi Takvime Göre Efendimiz'in(s.a.v) Doğumu(20 Nisan 571)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SÄ°TE HARÄ°TASI